Almanya’da bir 8 Mart günü…

Almanya’da pazar günleri aileyle birlikte olmaya, kentin sokaklarında ya da doğada birlikte gezmeye, yürüyüş yapmaya, bisiklete binmeye ayrılır. Pastane, cafe, bistro, birahane ve lokantalar dışında, dükkânlar, AVM’ler kapalıdır.

Hele günlük güneşlik havalarda parklara, sokaklara hayat gelir, insanlarla dolar. Dünya Kadınlar Günü’ne denk gelen, geçtiğimiz pazar da işte öyle bir gündü. Yakınımızdaki Dinslaken adlı küçük kentin sokakları, kahveleri, parkları yaşlılar, gençler, genç ana babalar, çocuklarla doluydu. Sanki hepsi, loş ve karanlık bir tutuk evi koğuşundan, Nazım Hikmet’in o meşhur şiirinde söylediği “ilk kez güneşe çıkmışlar”dı ve güneşten, havadan, yaşıyor olmaktan başka hiçbir şey onları ilgilendirmiyordu. Kadın, erkek, karşı karşıya geldikleri diğer insanlara, kısa, kaçamak da olsa sakin, mutlu ve gülümseyen bakışlarla bakıyorlardı…

Epey bir süre yürüyüp insanların huzurlu, sakin ve barışçı hallerini gözlemledikten sonra, bir sokak kahvesindeki boş masa görünce bir kahve içmeye karar verdim. Dudaklarında gülücük, ne içmek istediğimi soran genç garson kadına, kahve söyledim, ardından çevremdeki insanları göz ucuyla, biraz da kulak kabartarak izlemeye başladım. Almanca dışında, başka dillerden sözcükler de kulağıma geliyordu, ama Türkçe ya da Kürtçeyi çağrıştıran bir konuşma duyulmuyordu.

Dört kişilik bir masada tek başıma oturuyordum, köpüklü İtalyan kahvesini yudumlarken, bir Alman kadın, diğer sandalyelerin boş olup olmadığını, yanıma oturup oturamayacağını sordu. Gülerek, “Tabii, buyurun,” dedim, “bugün 8 Mart bütün sandalyeler sizin.” Biraz şaşırdı, teşekkür edip oturdu. 35-40 yaşlarında olmalıydı, boylu poslu, sarışın, yeşil gözlü ve bakımlı bir kadındı. Rahatlığı, özgüveni, konuşma stili eğitimli, iş güç sahibi bir kadın olduğunu gösteriyordu. Çantasından sigara paketini çıkarıp “İzinli miyim? Sizi rahatsız eder mi?” diye nazikçe, ama izin alacağından emin bir şekilde sordu. Ben, “Tabii, bugün 8 Mart, her şeye izinlisiniz…” deyince, güldü: “Ah, şimdi anladım ne kastettiğinizi. Bugün Uluslararası Kadınlar Günü değil mi?” “Evet,” dedim, “sizin gününüz, kutlu olsun!”

Teşekkür ettikten sonra sigarasını zarif bir şekilde yakıp ilk nefesi çekti, dumanı yine zarif bir şekilde havaya üfledikten sonra, bana döndü bir süre yüzüme, biraz mahcup, biraz 68’li bir solcuya yarı sempati yarı acıma duygusuyla bakar gibi baktıktan sonra: “8 Mart’ı biliyorum; daha çok sendikacıların ve solcuların kutladıklarını sanıyorum.” dedi. Ardından biraz düşünüp ekledi: “Almanya’da kadınlar için çok şeyler yapıldı, kadın erkek eşitliğini sağlamak için yasalar çıkarıldı… Ben şahsen kendimi pek ezilmiş ya da mağdur olarak görmüyorum. Onun için, 8 Mart’ı pek önemsemiyorum doğrusu.”

Masa arkadaşımın sözlerinden, sohbetin benim hangi ülkeden geldiğime ve oradaki kadın haklarına geleceğini sezdim… Huzursuzlandım, onun bu güzel pazar gününü, anlatmak zorunda kalacağım acı gerçeklerle gölgelemek istemedim. Kendisine “iyi pazarlar” dileyerek kalktım.

Duisburg, Mart 2014

 Mevlüt Asar, „İki Ülke – İki Lisan – Bir İnsan“ , S. 41-42, Kibele Yayınları, İstanbul Mart 2018

umut gömücüler *

Aylin, salonun geniş penceresinin önünde durmuş masmavi akan Boğaz’ı seyrediyordu. Bulunduğu mekan, İstanbul’daki ünlü bir yayınevinin merkezinin üst katındaki toplantı salonuydu. Biraz sonra basın toplantısı başlayacak ve yeni yayınlanan kitabı, yazılı ve görsel medyanın sanat, edebiyat redaktörlerine, eleştirmenlere tanıtılacaktı. Karmaşık duygular içindeydi, ama bu duygular arasında kesinlikle sevinç yoktu. Bu anı yaşamak için ödemek zorunda kaldığı bedelin ağırlığı yüreğini acıtıyor, sevinmesini engelliyordu.

Birden, omuzuna konan bir elin ağırlığını fark etti. Oteldeki iri taşlı altın yüzükten ve burnunu dolduran ağır losyon kokusundan, gelenin yayın evi sahibi Volkan Taşkın olduğunu anladı. Midesi bulandı, yine de gülümsemeye çalıştı. Adamın “Ne düşünüyorsun?” sorusuna karşılık bir an gerçekten ne düşündüğünü onun suratına haykırmak istedi, sonra vazgeçip kuru bir “Hiç”le geçiştirdi. Belleğinde canlanan bir önceki gece ye ait resimler midesindeki bulantıyı artırınca, iki elini birden karnına bastırdı. Adam, ”Heyecandan,” dedi kaygısızca, “Sakin ol!”

Şu anda tatlı bir heyecan duymayı ne çok isterdi. Hep bu anı beklememiş miydi? Günlerdir reklamı yapılan kitabıyla seçkin gazetecilerin, eleştirmenlerin karşısına çıkıp övgüler toplayacağı bu anı düşlememiş miydi? Bunun için her şeyi göze almamış mıydı? Şu içindeki sesi susturabilse, Volkan Taşkın’ın yatağında yaşadıklarını unutabilse, tenine yapışan kirden arınabilse, işte o zaman kendini mutlulu hissedebilirdi.

Aniden salonun kapısı açıldı, önde yayınevi müdürü Ahmet Bey, ardından davetliler, onlara eşlik eden kameralar, fotoğrafçılar salona girdiler. Volkan Taşkın, Aylin’in koluna girerek basın toplantısı için hazırlanmış masaya doğru götürdü. Patlayan fotoğraf flaşları, yanan kamera spotlarının parlak ışığı altında her şeyi unutup masada kendisi için ayrılmış yere oturdu. Sağında oturan Genel Yayın Müdürü Ahmet Bey, medya mensuplarını her zamanki kibar tavırlarıyla selamlayıp geldikleri için teşekkür etti. Ardından Türk edebiyatına yeni bir yazar kazandırmaktan onur duyduklarını belirterek, sözü Aylin’e verdi. Aylin, artan heyecanını yatıştırmak için bir kaç kez öksürdü, sonra sakin bir sesle konuşmaya başladı:

– Nazan’ın Dünyası adlı romanımın tanıtımına katıldığınız için teşekkür ederim. Daha önce Almanya’da yayımlanan kitaplarımı saymazsak bu benim Türkiye’de yayımlanan ilk kitabım. Roman, adından da anlaşıldığı gibi, bir Türk kızının çelişkiler, çatışmalar ama bir o kadar da farklılıklar, zenginliklerle dolu yaşam öyküsünü anlatıyor. Bir başka deyişle, göçmen bir ailenin kızı olan Nazan’ın önüne çıkan tüm engellere karşın ne pahasına olursa olsun, yükselmek ve mutlu olamak için verdiği mücadeleyi, sonunda kazandığı zaferi anlatmaya çalıştım. (Bir süre sustu: Nazan’ın kazandığı zaferin kendisi için bir teslimiyet olduğunu düşündü!) Romanın ayrıntılarına girmek istemiyorum. Buyurun sorularınız varsa, onları yanıtlamaya çalışayım.”

İlk soru bir kadın dergisinin redaktöründen geldi:

– Yazın serüveniniz nasıl başladı?

– Gençlik yıllarımda başladım yazmaya. Konuşacak, dertleşecek kimse yoktu. Çevremdekilerin beni anlamadığını düşünüyordum. Duygularımı, düşüncelerimi kağıda dökmeye başladım. Bunun bana iyi geldiğini fark ettim. Böyle başlayan yazma uğraşım, zamanla bir tür tutkuya dönüştü..

– Peki, yazdıklarınızı okuyucuyla paylaşmak, yayınlatmak fikri nasıl oluştu?

– Öyle bir an geldi ki, tanımadığım, bilmediğim diğer insanların, yazdıklarıma gösterecekleri tepkiyi merak etmeye başladım. Fakat Almanca yazdığım ilk kitabımı yayınlatacak bir yayınevi bulmak kolay olmadı. Epey bir kapı çaldıktan sonra, “alternatif kitaplar” yayınlayan tanınmış bir yayınevi kitabımı basmayı kabul etti. Bu ilk öykü kitabımı elime aldığımda dünyalar benim oldu. Eleştirmenlerin olumlu tepkisi, okuyucuların ilgi ve beğenisi beni daha çok yazmaya teşvik etti; daha yoğun ve uzun soluklu yazmaya başladım…

Bir büyük gazetenin sanat köşesi yazarı söz aldı:

– Romanınızı Türkçe yazmak size zor gelmedi mi? Çocuk yaşta Almanya’ya gitmişsiniz, Türkçeyi unutmadınız mı?

– Okuduğum okullarda verilen isteğe bağlı Türkçe anadili derslerine katıldım. Lisede okumamızı, yazmamızı teşvik eden, iyi bir edebiyat öğretmenim oldu. Yazdıklarımı beğeniyor, yetenekli olduğumu söylüyordu. Buna rağmen ben de başlangıçta Türkçe bir roman yazıp yazamayacağımdan emin değildim. Ama anadilimde de yazmak için müthiş bir istek duyuyordum. Önce kısa denemeler, öyküler yazdım. Okuyanlar yazdıklarımı beğeniyor, Türkçemin de Almanca kadar güzel olduğunu söylüyorlardı. Türkçe bir roman yazmak gibi bir amacım olmadığı halde, sonunda bu roman ortaya çıktı…

Romanını Türkiye’de yayınlatarak, adını oradaki edebiyat çevresinde tanıtmak, Türkiye’deki okurlara ulaşmak arzusu yüzünden, son birkaç ay içinde yaşadıkları belleğinde canlanınca keyfi kaçtı. İçinden,“Bir bitse şu toplantı,” diye geçirdi içinden. Kendini çok yorgun hissediyordu. Tek istediği otel odasına çekilip yatağında dertop olup uyumak, uyumak, uyumaktı. Aylin’in kafasından bunlar geçerken, tanınmış bir sanat ve edebiyat dergisinin eleştirmeni Tayfun Keskin söz istedi. Edebiyat dünyasında oldukça etkin olduğundan, söylediklerini duyabilmek için herkes susmuştu. Aylin huzursuzlandı. Yayın evinin sahibi Volkan Taşkın, mutlaka onunla yemeğe çıkmasını, romanı hakkında iyi şeyler yazması için etkilemeye çalışmasını tavsiye etmişti. Fakat, Aylin bunun ne anlama geldiğini sezdiği için bu teklife hiç sıcak bakmamıştı.

-Aylin Hanım, kitabınızı okudum. Kendi yaşadıklarınızdan yola çıkarak yazdığınız bu roman, kimilerine ilginç gelebilir. Ama bana göre “artist olmak isteyen yoksul kız” izleğinin Almanya versiyonundan başka bir şey değil. Belki önyargı diyeceksiniz ama, Almanya’da Türkçe yazılan kitapların kalitesi genellikle düşük. Gerek dil gerek içerik olarak üst düzeyde bir edebiyat yapıldığı söylenemez. Sizin romanınızda da hem kurgu ve hem dil yanlışları var. Bence romanınızın en başarılı bölümleri kahramanınızın cinsel dünyasını anlattığınız bölümler. Oldukça erotik betimlemeler var. Bu sahneleri yazabilmek için çok görmüş geçirmiş olmak gerekir öyle değil mi?

Aylin’in huzursuzluğu giderek gerilime, gerilimden öfkeye dönüştü. Bir şeyler söylemek, adamı susturmak istedi, fakat sözlerin boğazına düğümlenip kalmasından korktu. Masadaki bardaktan elleri titreye titreye bir yudum su içti. Sonra birden ayağa kalkıp su bardağını, Tayfun Keskin’e doğru fırlatarak bağırdı:

– Yeter, aşağılık herif! Kafanın içinde beyin yerine cinsel organ mı var! Romanı okurken kaç kere mastürbasyon yaptın?

Aylin’in titreyen sesi birden kesildi, kendini düşer gibi sandalyeye bıraktı. Bir an herkes şaşırmış ne diyeceğini ne yapacağını bilememişti. Tayfun Keskin, kıpkırmızı bir suratla üstüne dökülen suları eliyle silkelemeye çalışıyordu. İlk kendine gelen genel yayın müdürü Ahmet Bey oldu:

“Beyler, özür dileriz. Aylin hanım oldukça yorgun, son günlerin stresi olmalı! Tanıtım toplantımızı burada bitirelim lütfen. Tekrar özür dileriz,” diyerek Aylin’in yanına geldi. Şefkatle omuzlarından tuttu, kulağına bir şeyler fısıldayarak salondan çıkarmak istedi. Aylin, çok sakin bir sesle; “Lütfen bırakın beni Ahmet Bey, henüz söyleyeceklerim bitmedi,” dedi.

Ayağa kalktı birkaç kez derin nefes aldıktan sonra, karşısında oturanları teker teker süzdü. Bu sırada Tayfun Keskin’in kapıya doğru hızlı adımlarla ilerlediğini gördü. “Korkak!” dedi, içinden. Sonra yüzüne yansıyan bir boşvermişlik ve acı tebessümle tane tane konuşmaya başladı:

– Sizin peşinden tutkuyla koştuğunuz, hayatınıza anlam katacak bir düşünüz oldu mu hiç? Şayet olsaydı, benim ve hayatını yazdığım Nazan’ın düşlerine saygı duyar, düş kurmayı seven binlerce insanı kendine çeken bu kentte boğmaya, Boğaz’ın sularına atmaya kalkışmazdınız. Almanya’da bir yabancı kadın yazara gösterdikleri ilgi ve saygının onda birini, Anadilimin konuşulduğu bu ülkede görmedim. Yayınevleriniz emeği sömürülecek bir Almancı, eleştirmenleriniz acemiliğinden yararlanılıp yatağa atılacak bir yazar adayı olarak gördüler beni. Tamam, siz kazandınız! Almanya’da ulaştığım başarıya bu ülkede ulaşmanın bedelinin çok ağır olacağını bana öğrettiniz, kutlarım sizi!

Aylin, gözleri yaşlı fakat mağrur bir şekilde ayağa kalktı,masada duran romanlardan birini alıp ortasından yırttı. Bir parçasını medya mensuplarına, öteki parçasını allak bullak bir yüzle olanları izleyen Volkan Taşkın’a fırlattı ve ekledi: “Bedeli fazlasıyla ödenmiştir, değil mi!” Ardından olan biteni tam kavrayamamış olan medya mensuplarına dönerek acı bir gülümsemeyle, “Siz de münasip yerlerinize kına yakabilirsiniz!” dedi. Kalkıp hızla kapıya yöneldi. Çıkmadan önce durdu, salondakilere baktı, ardından “Tschüss sayın umut gömücüler!” diyerek gözden kayboldu.

*) © Mevlüt Asar, “Aynadaki Kelebek”, Neziher Yayınları, Ekim 2014

belki ararsın

Ne kadar yorgun görünüyorum! Bu altı morarmış, mavisi donuklaşmış gözler benim mi? Dudaklarım sonbahar yaprakları gibi. Vücudumun o eski diriliği ve canlılığından eser yok. Ah, Yaşlanıyorum. Ve ben hâlâ yapayalnızım. Sığınabileceğim, beni seven, sevgilim diyebileceğim bir erkek yok. Bernhard’dan ayrılalı sahibi ölmüş bir köpek yavrusundan farkım kalmadı.

Oysa ne çok sevmiştim onu. Üniversite de tanışıp birbirimizi sevmiştik. O, okulu bitirip Köln’de iyi bir iş bulunca, öğrenimi bırakıp onun peşine takılarak Berlin’den Köln’e gelmiştim. Onu çılgınca seviyordum, istese onunla dünyanın öbür ucuna giderdim. O zaman başım bulutlardaydı. Sevgiyi, aşkı önemsemeyen, kadın erkek ilişkisini cinselliğe indirgeyen arkadaşları anlamıyor, onları küçümsüyordum. Onlar da beni fazla romantik ve tutucu buluyorlardı. Yoksa onlar mı haklıydı? Çıkmalıyım, birahaneye gecikirsem patron yine rezillenir….

İşte yine akşam oldu, müşteriler yavaş yavaş gelmeye, alıştıkları masalara veya bardaki taburelere yerleşmeye başladılar. İlk müşteriler genellikle yalnız gelen erkekler olur. Günün yorgunluğunu atmak isteyen, iş yeri sahipleri, avukatlar, sigortacılar, bankacılar; yaşlı, orta yaşlı, gözlüklü, gözlüksüz, kravatlı, kravatsız, şişman, zayıf, onlarca adam. Çoğu kendine yabancılaşmış, para canlısı züppe. İçkilerini yavaş yavaş yudumlarlar ya birbirleriyle ya da benimle çene çalarlar. Hoşlanmadığım halde gevezeliklerine katlanırım. Hep işlerinden güçlerinden, kazandıkları paradan veya yaptıkları, yapacakları tatillerden bahsederler. İçkiyi biraz fazla kaçıranlar yılışarak benimle flört etmeye, beni birlikte çıkmaya ikna etmeye çalışırlar…Yine de seviyorum işimi, insanlarla olmak hoşuma gidiyor. Böylece kendimi dinlemekten kurtuluyorum…

Tanıdık iki müşterinin arkasından, uzunca boylu, esmer güzeli gençten bir adam giriyor. Bara doğru gelip “Merhaba,” diyerek yüksek taburelerden birine oturuyor. Bu adamı daha önce gördüğümü sanmıyorum. Arada bir düşen yeni müşteriler ilgimi çeker. Bu yakışıklı adam, Akdeniz ülkelerinden birinden olmalı. Belki Yunan belki İtalyan, Türk de olabilir. Şimdiye değin birahaneye takılan yabancılardan farklı bir havası var. Gülümsüyorum, o da bana gülümseyerek, “Bir konyak lütfen!” diyor, “Duble olsun!” Isınmış kadehteki konyağı önüne bırakıyorum. “Teşekkür ederim, sağlığınıza!” diyerek büyükçe bir yudum alıyor.

Hareketleri, mimikleri canlı, sıcak etkileyici. Sanatçılarda görülen türden meraklı, rahat, öz güvenini yansıtan doğal bir havası var. Almancayı hafif aksanlı ama güzel konuşuyor.

“Güzel geçen bir günü noktalıyorum, siz de benden bir şey içmez miydiniz?”

Kibarlığından hoşlandığımı ele veren bir sesle, “Teşekkür ederim, ben içmeye izinli değilim,” diyorum.

“Galiba buraya ilk kez geliyorsunuz?”

Masum bir gülümsemeyle gözlerime bakarak, “Evet, sizin burada çalıştığınızı bilseydim, başka bir yere gitmez hep buraya gelirdim.”

Gülüyorum, “Neden?”

“Çünkü siz Köln’ün en güzel ve en hoş barmenisiniz!”diye iltifat ediyor.

Ardından, elini uzatarak, “Tanışalım, benim adım Murat, ya sizin ki?”

Uzattığı güçlü ama sevecen eli sıkıyorum, “Rita,” diyorum.

Adımı tekrarlıyor: “Rita…Rita… ne güzel bir isminiz var!”

Sonra cebinden küçük bir defter ve kalem çıkararak bir şeyler yazıyor. Merak edip soruyorum.

“O güzel adınızı akıl defterime yazıyorum.” diye yanıtlıyor.

“Şimdi de telefon numaramı isteyecekseniz, unutun!” diyorum.

Espriye keyifli keyifli gülüyor: “O kadar çabuk karar vermeyin!”

Murat, daha sözünü bitirmeden tanıdık eski bir müşteri araya girip içki istiyor. İçkisini uzatırken elimi tutup “Ne o? hoşlandın galiba o yabancı’dan bizi hiç görmüyorsun!” diyor. Elimi sertçe çekip “Evet, hoşlandım” diyorum, “bu gece onunla çıkacağım!” Bunlar işte böyledir. Kendi karılarının başkalarıyla kırıştırmalarına ses çıkarmazlar, ama ben bir yabancıyla flört edince ulusal namusun bekçisi kesilirler. Beni kızdırmak için, “İstediğinle, istediğin gibi yatabilirsin!” diyor. Bakışlarımdaki küçümseme onu susturmaya yetiyor. Murat olanın bitenin farkında, keyfi kaçmış, gergin. Adama öfkeyle dik dik bakıyor. Ses çıkarsa üstüne yürümeye hazır. Elini tutup “Ciddiye alma, boş ver!” diyorum. Gözlerindeki kıvılcımlar sönüyor, sakinleşiyor. Konyağını yeniliyorum. Kadehini kandırıp “Dostluğa ve sevgiye” diyor. Gülümsüyor ve kendi kendime, “O dediklerin çoktan antikacıya düştü… Dostluk, sevgi aşk öldü.” diyorum. Yine de içimde bir umut, bir gün yeniden sevmek, sevilmek.

Bu sırada, Bernard beni bırakıp gideli peşimi bırakmayan Florian kapıdan giriyor. Keyfim kaçıyor. Köln’de yayınlanan bir bulvar gazetesinde muhabir olarak çalışıyor. Ona ta baştan kanım ısınmadı. İlk andaki kıvılcım benim için çok önemli. İşte o kıvılcım çakmadı. Sırıtarak gelip Murat’ın yanındaki boş tabureye oturuyor. Her zamanki yılışıklığıyla “Bira ve bir duble Korn…“ diyor. Yüz vermeden istediklerini doldurup bir şey demeden önüne sürüyor ve tekrar Murat’a dönüyorum. O, cebinden çıkardığı küçük deftere yine yazıyor.

“Şimdi ne yazıyorsun?” diye soruyorum. Kopya çekerken yakalanmış bir öğrenci rolünde: “Hiç,” diyor, “şu anda aklıma gelen bir kaç dizeyi not ettim.”

“Ne dizesi? Yoksa sen şiir mi yazıyorsun, şair misin?”

“Eh, öyle de denebilir. Şairlik, biz Akdenizlilerin kanında var. Her beş İtalyandan, her dört Yunandan ve tabii ki her üç Türkten biri şairdir.”

Hüzünle gülümseyerek, “Naziler, yalnız Yahudileri değil bizim romantik ve şair yanımızı da yok ettiler. Şiire inan pek kalmadı. Biliyor musun ben de severim şiiri. Heine’yi, Rilke’yi, Celan’ı başucumdan eksik etmem. Ama bana şimdiye kadar kimse şiir yazmadı.” diyorum. Sevinçle, sevecen sevecen bakıyor yüzüme bir süre. Sonra şiir okurcasına: “Sen şiiri yazılacak kadar albenili ve güzelsin.. Hayır sen henüz yazılmamış bir şiirsin!”diyor. Gülüyorum:

“Şairler hep böyle coşkulu ve çapkın mı olur?”

“Karşılarına ilham perisi çıkınca…” diyor.

Birlikte gülüyoruz.

Bizim kaynaştığımızı gören Florian, bira bardağını banka vurarak, “Bir bira daha!” diyor. “Daha kibar olabilirsin!” diyorum. Bana yanıt vermeden Murat’a dönüyor. “Demek sen şairsin ha! İnanmam, bedevilerin dilinde şiir yazacak kadar sözcük olamaz!” diyerek, kahkahayı basıyor. Bira bardağını önüne koyarken, “Kapa çeneni. Gülünç duruma düşüyorsun!” diyorum. Hırsla birayı yarısına kadar içiyor, dudağının üstüne yapışan köpüğü elinin tersiyle siliyor. “Bırak biraz neşeleneyim, şair bir deve çobanıyla ilk kez karşılaşıyorum,” diyerek çirkin çirkin gülüyor.

Murat elindeki bardağı kıracak gibi sıkıyor, her an patlamaya hazır. Yatıştırmak için “Aldırma,” diyorum, “asıl derdi benimle.” Florian çenesini tutamıyor: “Geldiğin çölde develerin seni bekliyor…” Bu söz bardağı taşıran son damla oluyor. Murat yerinden fırlayıp Florian’ın yakasından tutarak dışarıya sürüklüyor. “Yapmayın!” diyerek peşlerinden koşuyorum. Murat’ın öfkesini teninde hisseden Florian korkudan titriyor. Yalvaran bir tonda “Tamam, özür dilerim. Bırak beni!” diyor. Murat’ın gözlerindeki öfke ateşi yavaşça sönüyor. Belki de Florian’ı saldırganlaştıran şeyin aşk olduğunu düşünüyor. Karşılıksız aşkın insana nereler yaptırabileceğini, nereye sürükleyeceğini biliyor. Parmakları gevşiyor ve adamın yakasını bırakıyor. Florian yenik, başı önde süklüm püklüm uzaklaşıyor.

Ne olduğunu merak ederek dışarıya çıkan bir kaç müşteri tekrar içeri giriyor. Dışarıda ikimiz kalıyoruz. Elini tutup onu kendime çekiyorum. Zeytin karası gözlerini arıyorum, gözlerimiz buluşuyor. Murat’ın bakışlarındaki şimşekler yerini Akdeniz güneşine bırakmış. Gözlerinin aynasında, aradığım o sıcak ve güvenli limanı görüyorum. Kanım kaynıyor, yanağından belli belirsiz öpüyorum. Beklemediği için utanıyor. Patron kapıda sabırsız, içeri girmemi bekliyor. Murat’ın bir daha buraya gelmeyeceğini seziyorum. Alelacele telefon numaramı yazıp eline sıkıştırıyorum. Yüreğimin sesini ve yalnızlığımı ele veren bir sesle: “Belki ararsın…” diyorum.

@mevlutasarMevlüt , “Aynadaki Kelebek”, Neziher Yayınları, Ekim 2014

bir derviş gibi…

Nüfus kağıdında 10 Mayıs 1951 yazmasına karşılık, doğum günü tam olarak belli değildi. Biraz da o nedenle doğum günü kutlamak gibi bir adeti yoktu. Ancak 50 yaş, önemli bir yaştı, yaşadığı ülke Almanya’da “yuvarlak yaşalar” önemsenir, sıradışı yaş günleri olarak kutlanırdı. Bunu gerekçe olarak gösteren çocuklarının ve karısının önerisini geri çevirememiş, “tamam” demişti.

Aile üyeleri dışında birkaç yakın arkadaşının katıldığı mütevazi “doğum günü kutlaması” bitip konuklar uğurlandıktan sonra, gecenin mehtaplı ve havanın sıcak olmasın bahane ederek, karısına bir süre daha bahçede kalacağını söyledi. Yalnız başına, kadehinde kalan kırmızı şarabını yudumlarken, geride bıraktığı 50 yıllık yaşamı bir film şeridi gibi belleğinde canlanmaya başladı…

1950 yılı kışında, bir ihtimal Aralık ayında Toroslar’ın kuzeyinde, Beyşehir ile Şeydişehir arasındaki bir Anadolu köyünde dünyaya gözünü açmıştı. O yıllarda doğan yaşıtları içinde kızamıktan, sıtmadan paçayı kurtarıp hayatta kalmayı başaranlardandı. Hayat bir ırmak gibi akmış, kitaplara, ciltlere sığmayacak anılar, resimler, izler, acılar, sevinçlerle dolu bir 60 yıl geride kalmıştı.

Hem kağnı arabasına, hem saatte yüzlerce kilometre hızla giden otomobillere, bin kilometre hızla uçan uçaklara binmişti. Köyde, ninelerinden idare lambası ışığında dinlediğin masalların dünyasından Holywood’un rüya fabrikalarında üretilen filmlerin dünyasına uçmuş; İçindeki insanları bir türlü göremediğin yeşil gözlü bataryalı radyodan, yüzlerce kanallı çanak-tv ekranları ile tanışmıştı. Ağaçtan yapılmış telgraf direklerine kulağını dayayıp duymaya çalıştığın telgrafı bir kolla çevrilen manyetolu telefonu görmüş cep telefonu çağını yaşamıştı. Önce bir köpeğin, ardından insanların uzaya gidişini, insanın aya ayak basışını ve ilk kalp nakli ameliyatını televizyonda görmüş, Gramofonu, kaset-çaları, disk-çaları, bilgisayarı, dizüstü bilgisayarı kullanmıştı.

Ninesinin başka katık bulamadığı için arasına ot toplayıp koyduğu yufka ekmekle seni doyurduğu, tereyağına kırılmış bir tek yumurtanın ziyafet olduğu çocukluk günleri yaşamış, düştüğü hapislerde açlık grevlerine katılmıştı. Gecekondu semtlerindeki okullarda, kendisi gibi işçi çocukları ile birlikte okumuş, öğrenmekten, bilmekten keyif almıştı. Ama kendisini daha çok kitapların, filmlerin büyüsüne kaptırmıştı. Kendini okuduğu romanların, izlediği filmlerin kahramanları ile özleştirmiş, ne büyük hayaller kurmuştu. Zamanı gelince aşık olmuş, sevdiği kıza aşkını söyleyemeden; sevgisini gönderilmemiş mektuplara, gizli almış şiirlere dökmüştü

Yoksul bir işçi ailesinin en büyük çocuğu olarak, ta ilk okuldan itibaren simit satarak, çıraklık, işçilik yaparak cep harçlığını çıkarmaya çalışmıştı. On yedi yaşında kendi alın teriyle kazandığı parayla diktirdiği ilk takım elbiseyi giymenin anlatılamaz gururunu, bir kızla birlikte çıkmanın, onu pastahaneye götürmenin, sinemada ele ele tutuşmanın unutulmaz heyecanını ve tadını yaşamıştı.

Okudukça bilinçlenmiş, dünyayı farklı bir gözle algılamaya başlamıştı. Lisede okurken yaz tadillerinde çalıştığı işlerde emeği ve sömürüyü öğrenmişti. Üniversite sınavlarında Mülkiye’yi kazanmış, orada daha da bilinçlenmiş, dünyanın değişebileceğine, daha hakça daha insanca bir dünya kurulabileceğine inanmıştı. Bir çok arkadaşı gibi o da Dev-Genç’li olmuş, “devrimci mücadele”ye katmıştı.

12 Mart, askeri darbesiyle gelen fırtına sonrasında, aynı saflarında yürüdüğü on binler birden kaybolmuş, devrimci marşların yerini askeri marşlar almıştı. Birçok arkadaşı gibi tutuklanmış, işkence görmüş, Ankara Yıldırım Tutuk evinde, Mamak hapishanesinde Türkiye’nin en aydın insanları ile aynı koğuşlarda yatmıştı. Yaşadığı deneyimler sonunda devrimin, devrimciliğin kolay olmadığını anlamıştı. İdeolojik tabuları aşmaya, aklını özgürleştirmeye, gerçeği bulmaya karar vermişti.

Tutuklanmalara, hapislere rağmen öğrenimi bırakmamış, hırs ve azimle Mülkiye’den mezun olmuştu. Fakat “fişlenmiş” biri olarak kendisine iş vermeyeceklerini hatta yaşam hakkı tanımayacaklarını kısa zamanda anlamıştı. Avrupa’ya gidip doktora yapmayı istemiş, ancak kendisine “devletin güvenliği”ni bahane edilerek pasaport verilmemişti. Askerli görevini de ertelemeyerek askere gitmeye mecbur bırakmışlardı. Yedek subay okulundan, çavuş çıkarılmayı beklerken yedek subay Kıbrıs’a gönderilmiş, savaş görmüş acılı topraklarda teskere almak için gün saymıştı.

Terhis olduktan sonra çok sevdiği, halkının daha özgür daha insanca yaşaması için ölümleri göze aldığınız yurdunu bırakıp karısıyla birlikte bir süreliğine Almanya’ya gitmişti. Türkiye’ye dönmeye hazırlığı yaparken yaşanan bir kaza ve ölüm, ardından gelen 12 Eylül fırtınası, kendilerini Almanya’da kalmaya mecbur etmişti. Yaban elleri, yaban dilleri kendine yurt edinmek, hayata sıfırdan başlamak zorunda kalmıştı. Uzun çabalarla tüm engelleri aşmış bir lisede  öğretmen olmayı başarmış, öğrencilerinin iyi yetişmesi ve haklarını korumak için mücadele ediyordu

Yurdun gidebildiği, anasını, babasını ve kardeşlerini kucaklayabildiği yaz tatillerini her yıl dört gözle beklemişti. Tatil başlar başlamaz yola çıkmış, Edirne’ye varınca, binlerce kilometrelik araba yolculuğunun sıkıntısını, yaşadıkları eziyetleri unutmuştu. Dört haftalık tatil süresinde hasretleri gidermeye, özlemleri doyurmaya, karanlık ve ıslak Almanya günleri için yeterince mavi ve güneş toplamaya çalışmıştı.

Dört gözle beklediği o yaz tatillerden birinde, akciğer kanseri olan babası götürdüğü hastahanede kollarına yığılıp kalmıştı. Onu kara toprağa verip yüreği acıyla dolu Almanya’ya dönmüştü. Bir başka yaz tatilden döndükten bir hafta sonra ülkende yaşanan korkunç deprem, tatillerde görmeye doyamadığın ellerinde büyümüş kardeşini, onun dünya tatlısı karısını toprağın derinlerine çekip almıştı. Onları kurtarmak umuduyla koşmuş, fakat yetişememişti. O depremden yüreğinde kapanmaz yaralar, acılar, belleğinde silinmez görüntüler kalmıştı…

Belleğinde yaptığı yolculuğu sonlandırıp, kadehinde kalan şarabı içti. Saatine baktı gece yarısını çoktan geçmiş hava da serinlemişti. Biran içi ürperdi. Kalıp içeriye girdi, çalışma odasına geldi. Masasındaki günlüğü açtı günün tarihini ve o andaki saati yazdıktan sonra, altına şu notu düştü:

Her şeye rağmen hiçbir zaman bencil bir insan olmadın, kendi dertlerini öne çıkarmadın. İçinde kopan fırtınaları, yaşadığın ikilemleri dilin döndüğünce, kalemin yazdığınca yazıya, şiire öyküye dökmeye çalıştın… Kendinle barışık yaşamayı, hayat karşısında mütevazi olmayı öğrendin. Üne, mevkiye, dünya malına kıymet vermeyen bir derviş gibisin. Ve bu yaşamın tek ve tekrarlanamaz olduğunu biliyorsun…”

Duisburg, 10 Mayıs 2001

Sır (*)

Her şey Serkan’ın askere gitmesiyle başlamıştı. Giderken, “Selma ve Aylin sana emanet!” diyerek, karısını ve kızını en yakın arkadaşı Fuat’a emanet etmişti. Çocukluk arkadaşıydılar, birlikte büyümüşler, aynı okullara gitmişlerdi. Serkan, üniversiteyi bitirince lise yıllarından beri arkadaşlık ettiği Selma ile evlenmişti. Fuat ise bekar olarak biraz daha hayatın tadını çıkarmak istiyordu.

Fuat, Serkan’a verdiği sözü tutmaya özen gösterdi, Selma’yı sık sık telefonla aradı. Hafta sonlarını onlara ayırmaya ça-lıştı. Kimi kez cumartesi günleri birlikte alışverişe çıkıyorlar, pazar günleri ise hava durumuna göre ya gezmeye ya da sine-maya gidiyorlardı. Aylin, amcası olarak bildiği Fuat’la iyi anla-şıyor, yanından, yöresinden ayrılmak istemiyordu. Bu birliktelik, Selma ile Fuat’ın aralarındaki samimiyeti de artırmıştı. Görenler onların mutlu bir aile olduğunu düşünüyor, gülümseyerek bakıyorlardı.

Serkan, temel eğitimini bitirdikten sonra Ankara’daki bir birlikte göreve başladı. Hafta sonları ara sıra kaçamak yapıp İstanbul’a geliyor, karısı ve kızıyla hasret gideriyor, Fuat’ la görüşüyordu. Bir gün Selma’yı telefonla arayarak, Güneydoğu’da çatışmaların sürdüğü bölgede konuşlanmış bir birliğin alarm ve gözetleme sistemlerini monte etmekle görevlendirildiğini, ertesi günü yola çıkacağını söyledi. Görev yerine ulaştıktan sonra da tekrar arayıp iyi olduğunu haber vermişti.

Bu konuşmadan sonra iki hafta boyunca Serkan’dan hiç haber gelmedi. Bir sabah kapı çalındı, Selma kapıyı açtığında karşısındaki subayı görünce şaşırdı. Subay kendisini tanıtıp Serkan’ın bir çatışmada yaralandığını ve Ankara’daki Gülhane Askeri Tıp Akademisi hastanesine kaldırıldığını, isterlerse ziyarete gitmesine yardımcı olacağını söyledi. Selma, korkmuş, şok olmuş ne diyeceğini, ne yapacağını şaşırmıştı. Subay sakinleştirmeye çalıştı. Selma, bir süre sonra kendini toparlayarak, ”Ne olmuş, lütfen bana anlatın!” dedi. Subay, Serkan’ın da içinde olduğu askeri aracın, arazide mayına çarptığını, araç şoförünün şehit olduğunu, iki koruma ile birlikte Serkan’ın yaralı olarak kurtulduğunu söyledi.

Selma, Fuat’ı iş yerinden arayıp durumu anlattı. Gelen su-bayın yardımı ile, ertesi günü için Ankara’ya kalkan ilk uçakta yer ayırttılar. Ankara’ya inince bir taksiye binip hastahaneye geldiler. Hemen Serkan’ı görmek istediler, fakat bölüm sorumlusu doktor binbaşı onları kendi odasına aldı. ”Asteğmen kasığından ve sağ omuzundan yaralanmış, hayati bir tehlike söz konusu değil.” diyerek, onları sakinleştirdi. Ardından, “Ancak hassas bir ameliyat geçirdi, bir süre daha ihtimamlı bir tedaviye ihtiyacı var.” diye ekledi. Sonra onları Serkan’ın yattığı odaya kadar götürdü, hastayı yormamaları ve çok konuşturmamaları için uyararak yanlarından ayrıldı.

Selma ve Fuat, Serkan’ın yüzünde göreceklerini sandıkları, ölümden dönmüş olmanın sevincinden bir iz bile göremediler. Bedbin, dalgın ve suskundu. Selma’nın sevecen ve şefkatli ilgisi, Fuat’ın gösterdiği kardeş yakınlığı durumu değiştirmedi. Pansuman için gelen hemşirenin ziyareti sona erdirmeleri ricası üzerine, Serkan’ı öpüp “Geçmiş olsun,” diyerek kalktılar. Ser-kan, onların yeniden ziyaret etme isteklerine karşı çıktı. Onlar ısrar edince de kesin ve hırçın bir dille tekrar gelmelerine gerek olmadığını, Selma’nın bir arkadaşına bıraktıkları Aylin’in üzül-memesi için İstanbul’a dönmelerinin daha iyi olacağını söyledi. Fuat ve Selma şaşırmıştı, gitmeden önce tekrar doktoru ile görüştüler. Doktor, Serkan’ın olayın şokunu atlamadığını, psikolojik yardımla düzeleceğini söyleyerek, Selma’yı yatıştırmaya çalıştı.

Selma uçakta kendini tutamayıp ağlamaya başlayınca, Fuat ellerini tutup, başını okşayarak sakinleştirmeye çalıştı. Fuat, ilk kez Selma’ya karşı içinde bir tür acımayla karışık, şefkat ve sevgi dalgası oluştuğunu fark etti. İstanbul’a döndükten sonra Selma, Serkan’ı her gün telefonla aradı, ona moral vermeye çalıştı, ama onun ketum ve karamsar halinin hiç değişmediğini fark edip üzüldü. Üzüntüsünü paylaştığı Fuat kendisi teselli et-meye, moral vermeye çalıştı. Hafta sonunda Selma’yı ve Aylin’i alarak, biraz olsun kederleri dağılsın diye gezmeye ve yemeğe götürdü. Selma’nın üzüntüsü dağılır gibi olsa da geçmiyor, bu Aylin’e de yansıyordu. Ne yapsa etse onları neşelendiremiyordu.

Aradan iki hafta geçtikten sonra Serkan, bir sabah Selma’ ya telefon edip, tedavisinin bittiğini ve iki gün sonra taburcu olacağını söyledi. Selma’nın ısrarına rağmen, “uçağa atlar gelirim,” diyerek, Ankara’ya gelmesini istemedi. Fuat’ın onu hava alanından alma teklifini de geri çevirdi. Serkan söylediği gibi

ikinci günün akşamı geldi. Eski neşeli halinden hiç eser yoktu. Karşılarında donuk, suskun bambaşka bir insan vardı. Fuat, ailece başbaşa kalmalarının daha iyi olabileceğini düşündü ve “Benim yapmam gereken işler var,” diyerek kalktı.

Ertesi gün telefon ettiğinde ise Selma, ağlamaklı sesle Serkan’ın yatağını ayırdığını söyledi. Fuat, dert etmemesini, sakin olmasını söyleyerek telefonu kapattı. Selma’ nın, duyduğu bu yakınlık ve güven, Fuat’ı hem sevindiriyor hem de huzursuz ediyordu. Serkan, en yakın, en sevdiği arkadaşıydı. Onların yeniden eski mutluluklarına kavuşması için her şeyi yapmaya hazırdı. Öğleden sonra Serkan ‘ı aradı ve akşama bir yerde buluşup sohbet etmeyi teklif etti. Serkan önce olumsuzlandı, fakat Fuat’ın ısrarına dayanamayarak teklifi kabul etti.

Fuat, bekârken arada bir gittikleri, Kumkapı’daki meyhane-bistro karışımı lokantaya geldiğinde, Serkan’ı cam kenarındaki masalardan birinde oturuyor görünce sevindi. Tokalaşıp bir birlerine sarıldılar. Bir süre havadan sudan kısa cümlelerle konuştular, içkilerini yudumladılar. Fuat, oluşan sessizliği dost bir sesle bozdu ve Serkan’ın gözlerinin içine bakarak, “Sen benim en yakınımsın, kardeşimden de yakınsın. Ama artık seni tanıyamıyorum, sanki eski sen değilsin. Mutsuz, suskun, ketum bir adam olup çıktın. Evet, ölümlerden döndün, kötü şeyler yaşadın. Ama artık hepsi bitti. Hayat devam ediyor. Sağlığına kavuştun. Seni seven dünya güzeli karın, tatlılar tatlısı kızın var. Daha ne istiyorsun? Nedir derdin?” diyerek bir çırpıda içindekileri döktü.

Serkan, gözlerini ondan kaçırıp denize doğru çevirdi. Elindeki bardaktaki viski sodayı bir yudumda dipledi. Ardından sigara yaktı. Bir şeyler söylemek için devindi. Sonra vazgeçti. Sustu. Fuat, garsona işaret edip içkilerini yenilemesini söyledi. Belki ikinci kadehten sonra açılır, konuşur diye düşünmüştü. Yanılmıştı. Serkan, heykel gibi gözleri denizde belirsiz bir noktaya takılı sustu kaldı. Serkan’ın yüzüne dikkatle bakınca gözlerinin dolduğunu fark etti. Ağlasa keşke diye düşünürken, Serkan birden ayağa kalktı. “Beni rahat bırak. Konuşacak bir şey yok!”’ diyerek, hızla kapıya yürüdü. Fuat donup kaldı. Ardından koşmadı, oturup sarhoş oluncaya kadar içti..

Ertesi gün kuşluk vakti telefon sesiyle uyandı. Arayan Selma idi. Ağlayarak, Serkan’ın evi terk ettiğini söyledi. Fuat, hemen geleceğini söyleyip kalktı. Selma bitkin, perişan bir haldeydi. Ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüştü. Fuat’ı görünce tekrar ağlamaya başladı. Fuat, Selma’ya sarıldı ve sakinleştirmek için güven veren bir sesle “Her şey düzelecek, yıkma kendini!” dedi. Selma’nın göz yaşlarını silerken, alnından hafifçe öptü. Selma, göğsünde bir kuş gibi titriyor, hıçkırıklarını bastırmaya çalışıyordu. Fuat ona şefkat ve sevgisini belli etmek istercesine biraz daha sıkı sarıldı. Selma da ona iyice sokuldu. Bir süre öyle kaldılar. Selma’ya sımsıkı sarılmışken içindeki duygunun şefkat ve sevgiden de öteye geçmekte olduğunu sezince endişeye kapıldı. Selma’yı bırakıp uzaklaşmak istedi. Selma bırakmadı, başını kaldırıp Fuat’ın gözlerinin ta içine “Beni bırakma,” der gibi uzun uzun baktı ve sonra uykudaymış gibi dalgın dudağından öptü.

Fuat şaşırmıştı, nasıl bir tepki göstermesi gerektiğini düşünürken, Selma onu elinden tutup salondaki geniş koltuğa götürüp oturmasını istedi. Kendisi de yanına oturup sakin ve şef-kat bekleyen bir tavırla Fuat’ın göğsüne yaslandı. Fuat Selma’yı kendine çekti. Bir süre öylece sarılmış durdular, sanki birbirlerinin kokusunu içlerine çekip, kalp atışlarını dinlediler. Sonra bir-birlerini okşamaya, yanaklarına, dudaklarına öpücükler kondur-maya başladılar. Sevişmeleri giderek daha şehvetli bir hal alınca, Fuat “Lütfen dur! Sonra pişman olacaksın!”diyerek, Selma’ yı durdurmaya çalıştı. Selma dudaklarını Fuat’ın dudaklarına yapıştırarak onu susturdu. Sonra doğrulup bluzunu çıkarıp Fuat’ ı kendine çekti. Ok yaydan çıkmıştı. Selma birden kasılıp sarsılarak bedeninin ulaştığı o sarhoş edici gerilimden kurtuldu. Kalp atışları, nefes alış verişi giderek sakinleşti. Fuat’ın kabaran duyguları geri çekildi, durumun nereye varacağını düşünmeye başladı. Başını kaldırıp soran bakışlarla Selma’ya baktı. Selma “bir şey sorma” der gibi gözlerini kapattı.

Fuat ayağa kalktı, üstüne başına çeki düzen verdi. Bir şey söylemeden kapıyı çekip çıktı. Bir kaç gün Selma’yı arayıp sormadı. Selma’nın cep telefonuna gönderdiği mesajları yanıtlamadı. Ancak çok huzursuzdu. Her şeye rağmen Selma’yı böyle ortada bırakmayı bir tür korkaklık ve acımasızlık olarak görüyor, vicdanı ve kalbi onu rahat bırakmıyordu. Bir gece rüyasında Selma’yı intihar etmiş, Aylin’i yanında ağlar görünce ter içinde bağırarak uyandı. Sabahı zor etti, saat sekiz olunca telefonu alıp Selma’nın numarasını çevirdi. Ahize de Selma’nın sesini alınca, bir an ne diyeceğim düşündü, sonra dudaklarından “Seni sevi-yorum” tümcesi döküldü. Tekrar sustu. Şaşıran Selma, ne söyleyeceğini bilemedi. Ardından, “Seni çok özledik” diyebildi. Fuat rahatladı. “Size gelmek istiyorum,” dedi. Selma, sevincini belli eder bir tonda “Bekliyoruz,” deyince telefonu kapatıp banyoya yürüdü.

Selma kapıyı açıp Fuat’ı karşısında görünce biran duraksadı, sonra birbirlerine sıkıca sarıldılar. Aylin henüz uyuyordu. İçlerinde biriken arzuya karşı koymayıp yatak odasına yöneldiler. Odada Serkan’ı hatırlatacak bir iz kalmamıştı. Soyundular ve birbirlerini öperek yatağa uzandılar. Sevişmeleri boyunca “seni seviyorum“ ve “seni özledim” birbirine karıştı. Bastırıl-maya çalışılan inilti ve çığlıklar yerini derin nefes alış verişlere bıraktı. Aylin’in yatak odasına gelmesi ile uyandılar. Aylin yatağa tırmanıp ikisinin arasına girdi. Fuat ve Selma’nın aksine gayet rahattı. Onların birlikte yatakta oluşuna hiç şaşırmamıştı sanki. İkisinin de yanaklarına birer öpücük kondurdu.

Bir süre sonra, Selma, “Benim karnım acıktı, güzel bir kahvaltıya ne dersiniz?” diyerek kalkıp duşa girdi. Duştan sonra her zaman yaptığı gibi günlük gazeteyi alırken posta kutusuna da baktı. Posta kutusundan üzerinde yabancı pullar olan bir başka zarf çıktı. Mutfağa geldi, bir sandalye çekip oturdu. Mektubu merakla açtı, Serkan’ın düzenli ve yumuşak el yazısını hemen tanıdı, merak ve heyecanla okumaya başladı:

Sevgili Selma,

Seni kafanda bir çok sorular ve kanayan bir yürek ile bırakıp gittiğimi biliyorum. Ama başka çarem yoktu. Şimdi yazacaklarımı okuyunca bana hak vereceğine inanıyorum.

Ben, mayın patlamasının vücudumda yol açtığı tahribat nedeniyle cinsel organımı kaybettim ve bunu sana söyleyemedim. Doğuda yaşayıp gördüklerim ve erkekliğimi yitirmemden sonra benim eski Serkan olarak kalıp seni mutlu etmem artık olanaksızdı. Sana kocalık yapamamak, aynı yatağı paylaşıp seninle sevişememek, düşüncesi bana onur kırıcı ve dayanılmaz geldi. Seni kendini en çok kadın hissettiğin yıllarda adeta dul bırakmak, Aylin’e bir kardeş yapma arzunu yerine getirememek duygusuyla baş edemeyeceğimi anladım.

Sana gerçeği ve içine düştüğüm çıkmazı anlatsaydım, eminim beni sevdiğin için bunların hiç önemli olmadığım söyleyip mutlaka beni kalmaya ikna etmeye çalışacaktın. Böyle bir özverinin bana yükleyeceği minnet duygusu ile daha çok ezilecek, hem kendimi hem seni mutsuz edecektim. Böyle mutsuz bir birlikteliği ne sana ne de kızıma reva göremezdim, çünkü ben de sizi çok seviyordum. Bu durumda tek çözüm, kaybolup sizin mutlu yaşamanıza bir açık kapı bırakmaktı.

Fuat’ın siz i sahipleneceğini, seni ve kızımı benim kadar sevebileceğini iyice fark ettikten sonra çok sevmene rağmen se-ni, bir tanecik kızımı ve güzel yurdumu terk etmeye karar verdim. Şimdi ben, zarftan da anlayacağın gibi çok uzaklarda bir ülkede yaşıyorum. Bu kadar uzaklara kaçmamın iki nedeni var. Birincisi beni aramaya kalkmanızı engellemekti, İkincisi de, güzel yurdumuzu iç savaşın eşiğine getiren, binlerce gencecik in-sanın ölmesine, sakat kalmasına göz yuman, Kürtlerle aramızda bir ‘kan davası’ yaratarak çıkar sağlayanların yalanlarını duymayacağım bir yerlere gitmek isteğiydi. Ayrıca aradaki uzak-lığın çok olmasının benim geçmişe sünger çekmemi, yeni bir hayata başlamamı kolaylaştıracağını düşündüm.

Selma, beni anlamanı ve bağışlamanı diliyorum. Tek istediğim, senin ve kızımın mutlu olmasıydı. Bana göre Fuat, size bu mutluluğu verebilecek insandır. Ona olan kardeşlik duygum ve güvenim de sonsuz. Bu mektubu ona da oku! Kendini suçluluk ve ihanet duygularının girdabına kaptırmasın. Mutlu olabilmenizin şartı, geçmişin izlerinden, bağlarından bir de feodal ahlakın katı değerlerinden kurtulmaya, özgürleşmeye bağlı olduğunu unutmayın…

Üçünüzü de son kez sevgiyle ve hasretle kucaklıyorum. Elveda geçmişte kalan güzelliklere; karıma, kızıma, arkadaşıma, yurduma…”

Selma, mektubu masaya bırakıp gözünde biriken yaşlara, boğazında düğümlenen hıçkırıklara yol verdi. Onun hıçkıra hıçkıra ağladığını duyan Aylin ile Fuat koşarak mutfağa geldiler. Selma boynuna sarılan Aylin’i göğsüne bastırırken, “Ne oldu, neyin var?” diyen Fuat’a gözleriyle masada duran mektubu işaret etti…

Duisburg, Aralık 2006

*) Mevlüt Asar, “Aşkın Halleri” Neziher Yayınları, Eylül 2016

Aşka Yer Yoktu (*)

AŞKA YER YOKTU

Gökyüzü ne kadar da yakındı. Gecenin koyu laciverdinde deniz ve gök birbirine karışmıştı. Genç adam, uzatsa elini, yıldızlara değebilirdi. Kıyıya, Samanyolu’nun bir uzantısı gibi vuran ak köpüklü dalgalar, onu bilmediği girdaplara doğru çeki-yordu. Ucuz kırmızı şaraba meze olan türküler, sarhoşluğunu kamçılıyor, yabansı duygularla yüreği çalkalanıyordu. Geçmiş, şimdi ve gelecek karışmıştı birbirine. Ayrımında değildi nerede olduğunun. Hangi dolunaydı bu? Hangi yıldızlardı şu eldeğimi yakınlıkta duran? Nereden seyrediyordu gökyüzünü? Tutuk evinin demir parmaklıklı penceresinden mi? Yoksa yaşlı Akdeniz’ in dost kıyılarından mı? Ya şu yanında oturmuş, insanın içine o-ya gibi işleyen türküler söyleyen kız! Nasıl olmuş da yan yana gelebilmişlerdi?

Ciğerlerine derin derin çektiği yosun kokusuyla kendine geldi. Denizden esen serin rüzgârın yüzünü okşamasıyla demir parmaklıklar ardında olmadığının ayrımına vardı. Evet, özgürdü. Her şeyden önce karşıdaki deniz özgürlüğünün kanıtıydı. Birden yüreği kabardı, kalktı oturduğu yerden. Koşup yakamozun ışıklarını kıyıya taşıyan köpüklü dalgalara atmak istedi kendini. Durumu sezinleyen kız kalktı, yanına geldi. Elini omuzuna

koydu. Genç adam vücuduna geçen akımla irkildi. Bir an yaşadığı elektrik işkencelerini anımsadı. Başını çevirdi, kızın gülümseyen ve güven veren bakışları ile sakinleşti.

Ne kadar endişelenmişti bu kız için. “Ya bu işkencecilerin eline o da düşerse?” korkusu ne denli kemirmişti içini. İşte şimdi yan yanaydılar. Solukları birbirine karışıyordu. Kızın bir kuğu boynu gibi duran boynundan öpmeyi arzuladı. Sarılıp teninin sıcaklığını duymak, kokusunu doyasıya içine çekmek istedi. Sonra utandı, kendinden. Kızın elini omuzundan hafifçe çekip uzaklaştı. Nasıl düşünebilirdi, böyle bedensel, cinsel bir güdüye teslim olmayı? Kimi mahpusta kimi işkencede olan arkadaşlarla verilmiş sözler, içilen antlar belleğinde mühür gibi kazılı dururken, olacak şey miydi, şimdi sevdalanmak? Sigarasını yeniledi. Dalgalara takıldı bakışları. Yeniden yakın geçmişe sürüklendi belleği. Nasıl da hızlı gelişmişti her şey? Nasıl da savrulmuşlardı dörtbir yöne. Nasıl silinip gitmişti önlerinde yürüdükleri kalabalıklar… Arkadaşlarının kendini çağırmasıyla sıyrıldı geçmişten. Boşalmış bardağına şarap doldurup kızın yanına oturdu. Arkadaşları, ortak türkülerinden birini söylemeye başlayınca o tekrar yakın anılara döndü.

Gece çoktan yarılanmıştı. Hep birlikte kalktılar. Motelin terasından sahile indiler. Karşıdaki Kalesinin silüeti ayışığında bir masal şatosunu anımsatıyordu. Genç adam, başının hafiften döndüğünü fark etti. Ayakları ince yumuşak ve hâlâ sıcak olan kumlara gömüldükçe ayaklarından kasıklarına doğru ılık bir haz yükseliyordu. Gidip gelen dalgalar sevişmelerdeki devinimleri, dalga sesleri ise sevişirken çıkarılan sesleri, solumaları çağrıştırıyordu. İçinde kabaran duygular ağır bastı. Kızın yumuşak ve sıcak ellerini aradı karanlık boşlukta; elleri birleşti.

Türküler söyleyerek yürüdüler kıyı boyunca. Toroslar’dan esen rüzgâr söyledikleri türkülerdeki hüznü alıp götürüyordu açık denize. Oysa kafasındaki hesaplaşma bütün yoğunluğuyla sürüyordu. Kan güllerinin çiçek verdiği, her gün ağıtların yakıldığı bu ortamda aşka yer yoktu, olamazdı. Bu yaptığı küçük burjuva duyarlılığı, bireycilik, hatta devrime ihanet değil de neydi?

Ah! Bu Akdeniz değil miydi suçlu olan? Bu, “hayır” dedirtmeyen, insanı baştan çıkaran deniz! Kızın elini bırakıp hızla, şuh ve deneyimli bir yosma gibi uzanan denize koşup kendini sulara attı. Kız ardından koşup geldi. “Delisin, sen!” diye hay-kırdı, sonra yarmaz bir çocuk gibi, kolundan yakalayıp sudan çıkardı. Arkadaşlarına yetişmek için daha hızlı yürüsün diye elinden tutup çekti…

Genç adam bir yandan yürüyor bir yandan düşünüyordu. Bu son geceleriydi işte. Yarın, ceza evlerine özgürlüğün, düşüncenin, umudun hapsedildiği, karanlık dehlizlerinde insanların işkence çarmıhına gerildiği, sokaklarında yarınların katle-dildiği o büyük kente döneceklerdi. Yüreğini yakan, beynini kemiren bu ‘sevdayı’ yanında taşıyıp götürmek istemiyordu. Mut-laka bir sonuca bağlanmalıydı bu gece…

Elini kızın elinden çekip tekrar uzaklaştı gruptan. Yalnız-lığın karar vermesini kolaylaştıracağını düşünüyordu. Motele döndü. Kaldığı bungalovun önündeki şezlonga attı kendini. Kız, arada bir o yana dönüp bakmakla yetindi. Karanlıkta yanıp sönen sigara ateşini seçebiliyordu. Tüm arkadaşları odalarına çekilirken, bir o gitmedi. Gelip genç adamın yanına oturdu.

Bir süre hiç konuşmadılar, dalgaların sesini dinlediler. Kız usulca genç adamın elini tuttu ve her şeyin farkında olduğunu gösteren bir tavırla okşadı. Sonra yumuşacık sordu, “Çok mu zor karar vermek?” Genç adamın tüm bedenine yeniden bir ateş yayıldı. Kıza doğru sokuldu, uzun uzun kızın gözlerine baktı. Gözleriyle anlatmak istediğini söze dökmeye karar verdi.

Yeni konuşmaya başlayan bir çocuğun ilk cümlesini söylemesi gibi yavaş yavaş “seni seviyorum” dedi. Sonra gözlerini kapatıp başını, bir süre önce deniz kıyısında öpmek istediği kuğu boynuna gömdü. Kızın eli saçlarını okşarken,yüreğini ezen o taş gibi şeyin eridiğini fark etti. Boğazındaki düğüm birden çözüldü. Tutamadığı göz yaşları yanaklarından bıyıklarına doğru süzülürken, kızın dudaklarını dudaklarında hissetti.

Mayıs 1978

*) Mevlüt Asar, “Aşkın Halleri”, Neziher Yayınları, Eylül 2016

masallara inanmak

Orta yaş çizgisine yaklaşmış olmasına rağmen hâlâ erkeklerin başını döndürecek kadar güzeldi. Kadın olmanın onurundan ödün vermeden yaşamaya kararlı bir kadının yaşadığı, zorlukların belki de tümünü yaşamıştı. Birçok erkek tanımıştı: aydın, yarı aydın, düzeyli, düzeysiz, maskeli maskesiz Hepisinin kadına bakışı aynıydı: Kadın erkek için yaratılmıştı. Onun cinsel açlığını doyurmak, olgunlaşmamış kişiliğine ve aşamadığı komplekslere derman olmak için vardı. O elde edilinceye, yatağa atılıncaya kadar, sevilmeye, aşık olunmaya değerdi. Sonra, kullanılmış bir mendil gibi bir kenara atılabilirdi.

Bu yüzden erkeklere kuşkuyla bakar olmuş, onlara karşı bedeninin ve kalbinin çevresine görünmez bir korunma duvarı örmüştü. Ama nihayet o da bir kadındı! İltifatlar almak, beğenildiğini görmek, sevildiğini bilmek istiyordu. Bu istekleri bastırarak yaşamak onu bunaltıyordu. Tüm olumsuz deneyimlerine karşın erkek düşmanı bir kadın, bir feminist olmamıştı. Zaman zaman yeni hayal kırıklıkları pahasına da olsa, erkeklere şans tanımaktan yanaydı…

O akşam, iki bayan arkadaşı ile birlikte çıkmışlar, arada bir takıldıkları bu mekana gelmişlerdi. İki arkadaşa rağmen kendini yalnız hissediyordu. Bir süre sonra tanıdığı bir doktor ve yanında bir erkek arkadaşı içeriye girdiler ve karşılarında bir masaya oturdular. Doktorla uzaktan selamlaşıp karşılıklı gülümsediler. Masadaki arkadaşları her zaman olduğu gibi havadan sudan konuşuyorlardı. Onlara katılmakta hep zorlanıyordu. Çalan hüzünlü müzik, içtiği kırmızı şarap “kalabalıktaki yalnızlık” duygusunu arttırmıştı.

Bir ara doktorun olduğu masaya tekrar baktığında yanındaki yakışıklı adamın dikkatle kendisine baktığını fark etti. Adam şarap kadehini kaldırarak onu zarif bir şekilde selamladı. O da gayri ihtiyari önündeki kadehi kaldırarak karşılık verdi. Huzursuzlanıp “korunma duvarı”nın arkasına çekilmeye hazırlanırken, esmer bir kadın “Buyurun, bunlar sizin için,” diyerek, bir demet kırmızı gül uzattı. “Kimden?” diye sormadan, karşı masaya baktı. Yakışıklı adam, boynunu bükmüş çiçekleri kabul etmesini istiyordu. Ne kadar uzun zaman olmuştu, bir erkekten çiçek almayalı. Başıyla adama teşekkür etti. Adam kadehini kaldırdı, o da kadehini kaldırıp kadehinde kalan şarabı bir yudum içti ve duygularını özgür bırakmaya karar verdi. Belki de bu gece hayatına yeni bir sayfa açabilirdi.

Adam sanki bunu hissetmiş gibi elinde şarap kadehi, kadının oturduğu masaya geldi ve kibarca, “Beni kırmayıp gülleri kabul ettiğiniz için size teşekkür ederim. Rahatsız etmezsem oturabilir miyim?” diye sordu. Kadın, “Tabii, niçin olmasın? Buyurun lütfen,” diyerek yer açtı. Ardından ”Güller için çok teşekkür ederim,” diyerek kadehini kaldırdı: “Tanışmamıza!” Adam, “Çok mutlu oldum!” dedi. Arkadaşlarıyla tanışırken, o adamı inceledi: Esmerliği, yakışıklı yüz hatları, zevk sahibi olduğunu gösteren giyimiyle eski siyah beyaz filmlerdeki artistlere benziyordu. Konuşurken yaptığı jestler, mimikler bu havayı pekiştiriyordu…

Tanışma seremonisi bittikten sonra, “Sizi ilk kez görüyorum. Galiba buradan değilsiniz!” dedi. Adam, kısa cümlelerle ve espriler katarak yaşamını özetledi: Orta Anadolu’nun bir ilinde dünyaya gelmiş. Sonra kitaplara olan merakından matbaacı olmuş ve önüne çıkan fırsatları değerlendirerek, çok satan bir ulusal gazetede baskı işlerinden sorumlu müdür olmuş. Teknik gelişmeleri izleyebilmek için sık sık Avrupa’ya geliyor, kurslara, seminerlere katılıyormuş. Bu kez yolu İtalya’ya düşmüş. Hafta sonundan yararlanarak Almanya’daki doktor arkadaşını ziyarete gelmiş. Almanya’yı değil, ama İtalya’yı sevmiş. İnsan Avrupa’da yaşayacaksa İtalya’da yaşamalıymış… Sözünü bitirince, şarap kadehini tekrara kaldırdı: “Sizi tanımanın mutluluğu ve şerefine!”

Kadın “korunma duvarı”nın yıkıldığını, adamın çekim alanına girdiğini fark etti. Çalan müziğin yüksekliği nedeniyle onu duyamadığını söyleyerek adama daha çok yanaştı. Aralarındaki sohbet giderek koyulaştı. Adamın iltifatları ve davranışlarıyla kendini herzamankinden daha çok kadın hissetmeye başlamıştı. Adam, elini tutup “Dans etmek ister misiniz?” diye sordu.

Kadın sevinerek, “Elbette” diye yanıtladı. Dans edilen alana yürüdüler. Adam zarif bir hareketle kadının elini tutup kendine çekti. Keman ve gitar eşliğinde çalınan şarkının ritmine uyarak dans etmeye başladılar.

Müzik bittiğinde, kadının kalbi küt küt atıyor, başı hafiften dönüyordu. Adam elini bırakmadan masaya kadar getirdi, sandalyesini çekip oturmasına yardım etti. Ardından elini dudaklarına götürerek teşekkür etti.

Kadın, “Çok uzun zamandır böyle dans etmemiştim,” dedi, “neredeyse dans etmeyi unutmuşum. Umarım sizi güç durumda bırakmadım?’’

“Kesinlikle hayır,” dedi adam, “Daha önce hiç dans etmediğiniz biriyle dans etmek kolay değildir, ama siz çok güzel dans ediyorsunuz.”

Kadın güldü: “Teşekkür ederim.”

Adam kadının gözlerinin içine baktı: “Çok güzel olduğunuzu biliyor musunuz? Hele gülünce?”

Adamın avucundaki elinden ta kalbine varan bir sıcaklık yayıldı. Daha önce tanıdığı erkeklerde olmayan bir tür soyluluk vardı onda. İçindeki kilitli odaların kapısı açılmaya başlamıştı.

Kendini kontrol etmeyi bıraktı. Adamla olan derin sohbeti daha samimi bir şekilde, göz göze yanak yanağa sürdürdü…

Orkestra insanın kanını coşturan bir parça çalmaya başlayınca adam, “Tekrar dans edelim mi?” dedi. Kadın hemen kalktı. Kendini kuş gibi hafif hissediyordu, bedenini adamın kollarına istekle bıraktı. Yorgun düşünceye kadar dans ettiler. Masaya döndüklerinde kadının arkadaşları gitmişti. Birbirlerine iyice sokuldular. Garsonun bardaklarına döktüğü kırmızı şaraptan birer yudum aldılar. Bu kez kadın adamın elini tutup “Teşekkür ederim,” dedi, bana hep anımsayacağım çok hoş ve güzel bir gece yaşattınız.“ Adam, “Ben sizin anılarınızda kalmak istemiyorum!” diyerek karşılık verdi: “Sizin gönlünüzde bir yerim olsun istiyorum. Ama o yeri bir gece de kazanamayacağımı biliyorum. Bana bir şans tanıyın, sadece bu geceyle kalmasın, lütfen.” Kadın, gözleri adamın parmağındaki şövalye yüzüğüne takılmıştı, kendi kendine konuşur gibi yanıtladı: “Gerçek sevgi ve aşk öleli çok oldu. Kim bilir belki bir şövalye onu tekrar yaşama döndürür…” Sonra kadehini kaldırdı: “Şövalyelerin şerefine!” Adam karşılık verdi:

“Gururlu ve soylu kadınlara!“

Şarapları bittiğinde müşteri olarak sadece kendilerinin kaldıklarını fark ettiler. Adam garsona işaret etti. Yüklüce bir bahşişle hesabı ödedikten sonra garsonun kulağına bir şey söyledi. Nefis bir tango çalmaya başladı. Adam, kadının kulağına eğildi: “Bu gecenin son dansı olsun, lütfeder misiniz?” Dans ederken birbirine sımsıkı yapışmış vücutları aynı hareketleri yapıyor, yanakları birbirine değiyor, tenlerinin kokusu birbirine karışıyordu. “Paris’te Son Tango filmini görmüşsünüzdür mutlaka,” dedi adam, “Ama bu bizim son tangomuz olmasın lütfen! Ben kalbinizde bir yer istiyorum, beni kırmayın!”

Tango bittiğinde bir süre birbirlerine sımsıkı sarılmış olarak durdular. Kadın, garsonun tuttuğu mantosunu giyerken kendisini bir masal kahramanı gibi hissetti. Kendi kendine, “Belki de yanlışımız masallara inanmamak!” dedi. Kendisini mutlu, umutlu ve özgür hissediyordu. Adamın koluna girdi, birlikte çıktılar. Dışarıda onları pırıl pırıl yıldızlarla dolu lacivert bir gökyüzü karşıladı. Kadının içi ürperdi, koluna girdiği adama iyice sokuldu…

Mevlüt Asar

“Aynadaki Kelebek” (s. 83 – 87) Neziher Yayınları, Ekim 2014

Mimar ve Yargıç

Werner Wollenberger

Ünlü mimar, bu dünyadaki zamanını tamlayıp öbür dünyaya göç ettiğinde – adet olduğu üzere ve adalet gereği- dünyada yaptıklarının hesabını vermek üzere başyargıcın huzuruna çıktı. Duruşma, ünlü mimarın görkemli yapılarının belirgin olarak göründüğü bir bulutun üstünde yapılıyordu.

“Sanıyorum, cennette gitmek istiyorsunuz değil mi?” diye, yumuşak bir tonda sordu Başyargıç.

“Elbette”, diye yanıtladı ünlü mimar.

“Öyleyse”, dedi Başyargıç, “niçin cennete gitmeyi hak ettiğinizi açıklayın lütfen!”

Ünlü mimar duraksadı. Sonra biraz mahcup bir tavırla: “İnsanın kendini övmesi biraz zor…” dedi.

“Kendinizi zorlamayın”, dedi Başyargıç, “nihayetinde söz konusu olan bundan sonraki geleceğiniz !”

Bir ölü için ne kadar mümkünse, ünlü mimarın benzi de o kadar daha soldu. Sonra, “Ben mimardım…” dedi.

“Nasıl bir mimar?”diye sorarak bilmek istedi Başyargıç.

“Biraz ayıp kaçacak ama, ben ünlü bir mimardım…”

Yargıç mimarın tavrından pek hoşlanmamış bir şekilde başını salladı. “Bu bizi ilgilendirmiyor”, dedi “biz sizin modern bir mimar olup olmadığınız bilmek istiyoruz!”

“Elbette…” , diye gururla yanıtladı mimar.

Gök yüzünün derin sessizliğinde etkisini yitiren yanıt, gümüş yüzlü bir meleği güldürürken, Yargıcın babacan yüzü gölgelendi. “Burada çok az modern mimar var…” diye mırıldandı.

“Le Corbusier (**) burada mı?” diye sordu mimar umut dolu.

“Burada soruları ben sorarım!”diye çıkıştı yargıç, “Neler inşa ettiniz bakalım?”

“Örneğin insanlar için konutlar inşa ettim!”

“Toplu konutlar da mı?” diye sordu yargıç.

“Tabii”, diye yanıtladı mimar, “hatta genellikle toplu konutlar yaptım. Düzinelerce toplu konut!”

Başyargıç, yakındaki bulutlardan birine dönerek seslendi: “Ses kayıtlarını dinleyelim!”

Birden kulakları sağır edecek türden, şikayet eden, kızan, bağıran bir ses curcunası yükseldi ve bir süre sonra kesildi.

“Bu inşa ettiğiniz konutlarda oturan insanların size ettiği beddualardan sadece kısa bir bölümdü. Tüm kayıt, tam 4768 saat, 52 dakika ve 19 saniye uzunluğunda. Beddualar, ince duvarlar, dar koridorlar, küçük mutfaklar ve yüksek kiralarla ilgili.”

Ünlü mimar başını öne eğdi, biri kaç kez iç geçirdi ve duyulur duyulmaz bir sesle: “Başka şeyler de inşa ettim!”dedi.

“Biliyoruz”, diyerek onayladı Başyargıç, “örneğin bir alış veriş merkezi.”

“O, amacına en uygun yapı ödülünü kazandı”, diye ekledi ünlü mimar.

“Resimler gösterilsin!” diye emretti Başyargıç. Bembeyaz bir bulutun üstünde projeksiyondan yansıyan görüntüler belirdi. Resimler ev kadınlarının çıplak ayaklarını gösteriyordu. Dolaşmaktan şişmiş, yaralanmış, parmakları ve kenarları su toplamış milyonlarca ayak. Kalabalıkta annelerini kaybetmiş çocukların ağlaşmaları ve kapalı park yerinin labirentinde yönünü şaşırmış araç sürücülerinin küfürleri görüntülere eşlik ediyordu. Ayrıca, bir şeyleri taşımaya çalışan yaşlı insanların oflayıp puflamaları da net bir şekilde duyuluyordu.

“Alış veriş merkezini bir yana bırakalım istersen!” dedi Başyargıç, “Başka ne inşa ettiniz?”

“Bir tiyatro binası!”

“Çekimi gösterin!” dedi Başyargıç. Her yanından arka cephesi gibi görünen devasa bir beton yapı göründü. Beton duvarların ardından, cılız alkışlar ve bir oyuncunun bağırmaktan kısılmış sesi duyuluyordu. Titrek alkışlar, tüm soğuk ve itici görünümüne karşın modern tiyatro binasına girmeye cesaret etmiş yedi seyirciye, kısılmış ses ise salonun bozuk akustiğiyle giriştiği umarsız kavgadan yenik düşen bir oyuncuya aitti.

Oldukça alçak bir sesle, “Bir de kilise inşa etmiştim!” dedi Mimar.

Keşke söylemeseydi, çünkü bunu duyar duymaz, yüzü kıpkırmızı kesilen Başyargıç kükredi: “Atı aşağıya bunu!” Duruşmanın görüldüğü bulut birden yarıldı ve Ünlü Mimar aşağıya düştü, düştü, düştü. Sonsuz düşüşü cehennemde son buldu. Ve cehennem mimarın kendi yaptığı üç odalı bir meskenden yapılmıştı.

Almancadan çeviren: Mevlüt Asar

*) Öykünün orjinal adı: “Der Architekt und sein Richter”

**) Charles-Edouard Jeanneret (1887 -1965) İsviçre asıllı Fransız mimar. Modernizme ve uluslararası tarza yaptığı katkılar ile tanındı. Kalabalık şehirlerde yaşayan insanlar için daha iyi yaşama koşulları amaçlayan tasarımları ile öne çıktı. Avrupa’da, Hindistan’da ve Rusya’da oldukça mühim binalar inşaa etti. Daha sonra eleştirmenler tarafından mimarlık biçimi ruhsuz monolitler (yekpare dikmeler) ve kendini beğenmiş olarak eleştirildi.

Werner Wollenberger (1927-1982) İsviçreli yazar ve tiyatro rejisörü. Basel’de Germanistik öğrenimi gördü. 1947 ‘den itibaren “Kabarett Kikeriki” adlı dergiye metinler yazdı, rejisörlük yaptı. 1950 de “Federal Kabere” yazar topluluğuna katıldı. Daha sonra Zürih Tiyatrosu’nun sanat danışmanılığına getirildi. Tiyatro oyunları, film senaryoları, eleştirileri yazan, çeviriler yapan Wollenberger, aynı zamanda iki gazetede şef redaktör olarak çalıştı.

aşkın dirilişi


Bild/ Resim: Der Kuss – Gustav Klimt
Şair, Aşk'ı etkin söz dağarcığından sileli yıllar olmuştu. Kurumaya yüz tutmuş, edilgen sözcükler arasında onun bir gün yeniden yeşereceğini, yazdığı metinlerin baş sözcüğü olabileceğini hiç düşünmemişti. İlk kez o kadınla karşılaştığında Aşk‘ın atıldığı eskimiş sözcükler yığını arasında hafifçe devindiğini, nefes alıp vermeye başladığını belki de sezinlemiş, ama önemsememişti.
Bir süre sonra o kadınla tekrar görüşüp yüz yüze konuştuklarında Aşk'ın canlanıp beynindeki aktif sözcükler arasına girdiğini, kendi kendine sorduğu “âşık mı oluyorum?” sorusuyla anlamıştı. Unuttuğunu sandığı o üç harfli sözcük bilinç altından bilincine çıkmıştı. Aşk sözcüğü ile yeniden karşılaşmak onu hem heyecanlandırıyor hem de korkutuyordu.
O kadınla bir başka gün buluşup baş başa kaldıklarında korktuğunun başına geldiğini, öldü sandığı Aşk'ın yeniden dirildiğini hiç bir şüpheye yer kalmayacak şekilde anladı. Evet, Aşk yeniden yaşama dönmüş, unutulmuş sözcükler mezarlığına geri gömülemeyecek kadar canlanıp güçlenmişti. O telaffuz etmekten kaçındıkça, aşk bir yolunu bulup tümcelerin içine, satır aralarına giriveriyordu.
Aşk’ın yaşayan söz dağarcığına taşınmasıyla birlikte, diğer sözcüklere yeni bir koku yeni bir renk geldiğini şaşırarak algıladı.Ürettiği tümceler daha canlı daha yaşam dolu daha tutkuluydu. Aşk’a direnmekten vazgeçti, çünkü Aşk'tan kaçış yoktu.O kadını düşündükçe duyguları ve dili Aşk’ın karşı konulmaz gücüne teslim oldular. Duygularına, diline koyduğu sansürü kaldırdı. Ve Aşk beynindeki, dilindeki tüm sözcüklerin başına geçti.
Kadınla üçüncü kez buluştuklarında, aşk tüm zorbalığı ele alıp “Beni yaşayacaksın, beni yazacaksın” diyerek kendisinden kurtuluş olmadığını kesin olarak ilan etmişti bile. Artık,Aşk’ı yeniden yaşamaktan, yeniden yazmaktan başka çaresi yoktu. Aşkın, onu boş bir sözcük olmaktan kurtarması, yeni bir anlam, yeni bir içerik kazandırması için gece gündüz bilincini baskı altına almaya başladı. Evet, âşık olmak onu korkutuyordu,fakat yeniden âşık olabildiğini görmek ve Aşkı yeniden yaşamak onu için için mutlu ediyordu. Aşk’ın geçmişteki tüm bağlamlarından kopmuş, yeni ve boş bir sayfa olarak önünde durması şairi ayrıca kışkırtıyordu. Yaşamdaki tek kutsal gerçeklik olan Aşk’ı yepyeni öz ve biçimle yazabilmesi, edebi yeteneğini ortaya koyabilmesi için bu belki de son bir şansıydı. Bu şansı kaçırmamak gerektiğini düşündü. Yazacağı, mutlaka yeni, farklı bir Aşk olmalıydı.
Ancak şair, bir süre sonra Aşkı yazamayacağını üzülerek ve büyük bir hayal kırıklığıyla anladı. Aşk, kendini yazdırmıyordu. Yaşadığı Aşk'ın yolu, yönü belirgin değildi. Her şey a-çıktı, Aşk'ın nasıl gelişeceğini, nasıl sonuçlanacağını bilmesi hatta sezinlemesi bile olanaksızdı. Bunları belirleyecek olan yalnızca Aşk’ın kendisiydi. Yani şair Aşk'ı değil, Aşk şaire kendini yazdıracaktı. Bu acı gerçeği görmek şairi korkuttu, ancak başka hiçbir seçeneği yoktu. Kendini ve kalemini Aşk’a teslim etti…

Mevlüt Asar
(Aşkın Halleri, Neziher Yayınları, İlk basım: Eylül 2016)

deniz beni çağırıyor

Acıtıldım, yaralandım, kanadım. Denizin mavisi soldu, güneşin sarısı karardı, baharın müjdecisi bademlerin çiçekleri döküldü. Göz yaşına dönüşmedi acılarım. Elvermedi onurum, gözlerime dolan yaşları denizin tuzlu suyuna akıtmaya.
Acımasız sözlerindi beni vuran, dünyamı karartan. Ellerim ellerinde gözlerin gözlerimde nasıl da acımasız dökülüvermişti, keskin bir hançerle kazınmış gibi sözlerin: "Seni seviyorum, sensiz yapamam! O'nu da seviyorum, gelip geçici. Yaşamak istiyorum yine de onu. Bırak gideyim, yine döneceğim sana..."
Soğuyuverdi ellerimdeki ellerin, mumu sönüverdi gözlerimdeki gözlerinin. Sönen sevgiydi, aşktı...Neden, demiştim,neden? Onun sana verdiği benim veremediğim ne? Bırakmıştın ellerimi, kaçırmıştın gözlerini. "Bilmiyorum demiştin, zaman geçip gidiyor; yaşamadıklarımı yaşamak, tükenmediğimi, kurumadığımı hâlâ arzulandığımı görmek, tenimde yaşamak istiyorum."
Yaşamak ha! Benim ölümüm pahasına bir aşkı yaşamak, arzularını doyurmak. Kurumadığını, hâlâ erkek olduğunu kendine ve o genç kadına kanıtlayabilmek. Sonra tekrar bana, ömür boyu sana sadık kalmaya, seni ömür boyu sevmeye söz vermiş kadına geri dönmek. Bundan daha erkekçe bir kuruntu olamazdı kesin. Kabullensem, "Haydi git, sonra dönersin..." desem" bile, döndüğün kadının artık ben olmayacağımı, olamayacağımı nasıl düşünemiyordun? 
Aynı şeyi ben sana söylesem, aynı hançeri ben sana saplasaydım; "Evet, seni seviyorum, ama giderek yaşlanıyorum, güzellik elden gidiyor, başka erkekler tarafından hâlâ sevildiğimi, arzulandığımı görmek, yaşamak istiyorum!" deseydim… Ne yapardın? Ne ederdin? "Tamam git, isteyince geri dönersin" der miydin? Kafandan, yüreğinden, cinsel organından söküp atamadığın o erkeklik egon buna izin verir miydi? Onurun buna dayanır mıydı. Elbette "hayır!!"
"Benim ondan neyim eksik?" sorusunu sormadan edememiştim. Titrek, ağlamaklı, kendi kendine sorulmuş bir soruydu bu. Yanıt vermemiştin. Daha fazla vurmak istememiştin belki de. Oysa sorumun yanıtını kendim de biliyordum. Bende bulamadığın çok şey vardı o kadında. Gençti güzeldi, teninden cinsellik akıyordu. Her an her yerde senin olmaya seninle sevişmeye hazırdı.
Ben de öyleydim bir zamanlar ilk sevdiğim erkek tarafından suyu sıkılıp posası kalmış bir taze portakal gibi kaynar sulara atıldığım güne kadar. Gençtim, güzeldim, albeniliydim. Erkekleri peşimden koşturtuyordum. Sarı uzun saçlarım, biçimli vücudum, dolgun göğüs ve kalçalarımla erkeklere "ah" çektiren bir kızdım. Ama ben kendimi masal kitaplarından çıkıp gelecek o prense saklıyordum ve o bir gün çıkıp geldi.Atının terkisine beni atıp götürdü...
Gerisini biliyorsun. Bahçemdeki tüm çiçekler koklandı, koparıldı. Öz sularım, balım, tenim sömürüldü. Erken boy veren sevgi ağacı kurudu, yaprakları döküldü. Aç gözlü prens, kendine harem kurmaya kalktı. Beni de haremine sıradan bir cariye yapmaya kalktı. Başkaldırdım, kadınlığımın onurunu onun çamurlu çizmelerine çiğnetmedim. Sarayının kapısını yüzüne çarpıp özgürlüğe koştum. Yaralanan kadınlığımı sabırla onardım. Erkeklerden, veba mikrobundan kaçar gibi kaçtım. Zaman zaman şahlanan, hoyratlaşan arzularımı dizginlemeyi öğrendim. Kendimi doğaya attım. Kaçtım büyük kentlerden, kalabalıklardan. Buraya, Ege kıyısındaki bu yeşil kente sığındım. Dertlerimi denize döktüm. Denizle seviştim, kumsalla yattım. Bu deniz, bu güneş, bu rüzgâr bana yeniden hayat verdi. Yeşerdim yeniden kadın oldum...
Ve o deniz bir gün seni bana getirdi. Yıllar sonra ilk kez elim bir erkeğin eline, dudaklarım bir erkeğin dudağına dokundu. Titredim, terledim, bastırılmış korkularla sarsıldım. Kaçmak istedim, beni bırakmadın. Sevdiğine, sevginin yalansızlığına, sonsuzluğuna beni ikna ettin. Etrafı taş duvarlarla çevrili yüreğime bir güneş ışığı gibi sızdın. Buzları erittin. Sana inandım, yüreğimin kapılarını sonu kadar açtım, sevgin dolsun diye. Sevmeyi yeniden öğrendim. Tenimi, bedenimi, yeniden sağalttığım kadınlığımı sana sundum...
Anlaşılan sana yetmedim, yetemedim. Gözünü gönlünü doyuramadım, açlığını gideremedim. Şimdi o genç kadına gitmek için benden izin istiyorsun. Yaşlanmanı, hayatın geçiciliğini hazırlandığın ihanet seferine gerekçe yapıyorsun. Haydi git güle güle...Perde kapansın, oyun bitsin. Deniz beni çağırıyor. Duisburg, Kasım 2004

© Mevlüt Asar (Aşkın Halleri, Neziher Yayınları, 1. Basım: Eylül 2016)
%d blogcu bunu beğendi: