VEDA MEKTUBU

Sevgili Kardeşim Willi,

ne yazık ki bu mektubu sen okuyamayacaksın, çünkü çok erkenden bir ölümle bizi bırakıp gittin. Senin gidişinle hayatımdaki güzel ve iyi insanlardan biri daha eksildi. 40 yıla varan bir dostluğun ardından seninle vedalaşmak çok zor oldu. Ölmeden önce seni son bir defa daha görmeyi ve kucaklayabilmeyi çok isterdim. Ne yazık ki, olmadı. Bana sadece senin yakılmasını istediğin bedeninden arta kalan küllerin Hollanda’da sulara bırakılmasına tanık olmak kısmet oldu.

Hem güzel hem hüzünlü bir veda töreni oldu. Yakınların, dostların, arkadaşlarınla küçük bir vapurla bir nehirden geçip göle açıldık. Sağlığında arzu ettiğin gibi, güneşli ve masmavi bir günde, mavi sularında kuğuların yüzdüğü, beyaz yelkenlilerin dolaştığı, havada martıların uçuştuğu bir gölde sana veda ettik.

Denizi ne çok sevdiğini, bir başka arkadaşınla birlikte sahip olduğun küçük kotrayı nasıl keyifle kullandığını, denize açılabilmek için tatilleri dört gözle beklediğini bildiğim için, kendimi teselli ettim. Sonra hep konuştuğumuz ama bir türlü gerçekleştirmediğimiz Türkiye’de “Mavi Yolculuk “ yapma isteğimiz aklıma geldi, tekrar içim hüzün doldu. Keşke gerçekleştirebilseydik, kim bilir ne kadar çok sevinecek ne kadar çok mutlu olacaktın…

Sevgili Kardeşim,

aynı yıllarda, fakat farklı ülkelerde doğmuş, farklı kültürlerde yetişmiştik. Ancak dünya görüşlerimiz, yaşam felsefemiz birbirine çok yakındı. İkimizde dünyanın daha güzel ve adil olabileceğine, barış içinde birlikte yaşanabileceğine inanıyorduk. İdealimiz için mücadele etmek gerektiğini biliyorduk. İkimiz de öğretmenler sendikasında görev aldık. Sen Sosyal Demokrat Parti’de ben Yeşiller Partisi’nde çalıştık. Yollarımızı kesiştiren de sendika çalışmamız oldu. İkimizinde üye olduğu Eğitim Ve Bilim Sendikası’nın, iş yeri temsilcileri için düzenlediği bir seminerde yollarımız kesişti. Daha ilk anda birbirimizde anlaşmış birbirimizle olan frekans ve kimya uyuşmuştu. Bunun sonucunda o tanışma bir arkadaşlığa, ardından senin çabanla bir özel bir dostluğa dönüştü.

Senin insancıl ve dayanışmacı yanın, hayata bakışın, yaşam anlayışın seni benim için hep özel kıldı. Sadece benimle değil az sayıda olsa, seçtiğin başka insanlarla da dostluklar oluşturduğunu gördüm. Bir eğitimci olarak öğrencilerine en iyisini vermeye çalıştın. Gözün yükseklerde olmadı, istersen mesleki kariyer yapabilirdin, ama sen son görev olarak bir ilkokula müdürü olmayı tercih ettin. Emekli olduktan sonra da eğitimle olan görevini bırakmadın, meslek için eğitim kurslarında öğretmenlere müdürlere birikimini aktarmaya, ışık saçma ya dünyayı daha yaşanır kılmaya çalıştın ve bunun için elinden gelenden daha fazlasını yaptın.

Sevgili Kardeşim,

senin gibi çok değerli bir insanla karşılaşmak, dostluğunu tatmak benim için büyük bir şans oldu. Bana Almanya’yı sevdiren Almanya’yı Yurt kılan güzel insanlardan biri oldun. Bu dostluğun benden çok senin eserin olduğunu biliyorum. Ben vefasızlık edip uzun zaman seni arayıp sormasam bile ,sen beni hep aradın sordun. Bir dost bir kardeş gibi benim sorunlarımla, mesleki ve yazarlık hayatımla ilgilendin. Aradan aylar geçse de tekrar görüştüğümüzde kaldığımız yerden, aynen sıcaklıkta aynı güzellikte ilişkimizin sürmesi ne kadar harikaydı.

Gerçek bir dost olarak senin benim için yaptığın güzellikler, jestler saymakla bitmez. İlk kitabım “Gurbeti İkilemi / Dilemma der Fremde” yayınlandığında en az benim kadar sevinmiştin. Hemen akabinde o zamanlar yaşadığın ve çalıştığın Düren’ de benim İçin okuma akşamı düzenlediğini, o akşam benim kadar heyecanlandığını anımsıyorum. Aachen’da bir lisede çalışırken Fakir Baykurt ile beni okula okuma için davet edişini , güzel bir okuma söyleşi için elinden geleni yaptığını ardından eve yemeğe davet edişini, Fakir Baykurt’un bundan ne kadar hoşlandığını da dün gibi anımsıyorum. En güçlü desteği kardeşim Hüseyin’i ve eşini Marmara depreminde kaybettiğimde senden gördüm, yaşadım. Felaketi öğrendiğinde gösterdiğin dayanışma, hiç tereddüt etmeden yaptığın maddi yardım bana çok destek oldu.

Sene de iki kez mutlaka gerçekleşen ailece buluşmamızı, mutlaka bir tür kültür sanat etkinliği ile birleştirmeniz de senin arkadaşlığımıza kattığın bir başka güzellik oldu. Yemek öncesi veya sonrasında ya bir doğa yürüyüşü ya bir müze ziyareti ya da sergi ziyareti buluşmalarımızın bir parçası oldu. En son buluşmamızda Çin Restaurant’ında birlikte yemek yemiş, sonra Essen’deki Folk Wang Müzesindekin karma sergiye gitmiştik.

Unutamadığım bir başka güzel anı da, birlikte yaptığımız Türkiye’ye tatili idi. İstanbul’a uçmuştuk. İstanbul bugüne kadar gördüğün dünya şehirlerinden farklıydı trafik sana bir keşmekeş gibi geliyordu Kiraladığımız arabayı önce benim kullanmamı istedin, bir süre sonra, buradaki trafiğin kaos gibi görünse de kuralları olduğunu öğrendiğini ve artık arabayı kendini kullanabileceğini söyledin. İstanbul’da ve Ayvalık’ta birlikte geçirdiğimiz güzel günler unutulmaz tatil anları arasında yer aldı.

Sen tanıdığım az sayıdaki gerçek bir “dünya insanı”ydın. Gezmeyi, seyahat etmeyi farklı ülkeleri, kültürleri ve insanlar tanımayı seviyordun. Eşin Petra ile birlikte dünyanın birçok yerlerine gittiniz. O gezilerde çektiğin güzel fotoğrafları buluştuğumuz zamanlarda dia gösterisi yaparak bizimle paylaştın.

Sevgili Kardeşim,

hayat önüme, yaşantımı etkileyen gönlümde derin izler bırakan birkaç güzel insan çıkardı. O insanlardan biri de sen oldun. Seninle daha uzun zamanlar birlikte olabilmeyi, daha uzun sohbetler, geziler yapabilmeyi çok isterdim. Senin kaybettikten sonra senin taşıdığın değer ve önemi daha iyi anlıyorum. Geride bıraktığın boşluk çok büyük!

Sana minnettarım ve seni hep sevgiyle, özlemle anacağım. Huzur içinde uyu. Duisburg, Ekim 2022

Mevlüt Asar

Kültürlerarası Etkileşimde Edebiyatın Rolü -Söyleşi

Bir kültürü tanımanın ve benimsemenin yalnızca o kültürün dilini öğrenmekle ve şehirlerini gezmekle gerçekleşmesi olanaksızdır. İnsanın kendinden farklı olanı tanıyabilmesi için farklı perspektiflerden bakabilmesi gerekir. Edebi yapıtlar bu bağlamda büyük ölçüde önemli bir rol oynamaktalardır. Çünkü biz sadece bir edebi eseri değil, o eserin ait olduğu toplumun dili kültürü, tarihi ve toplumsal, ahlaki değerlerini hakkında da bilgi ediniriz. Örneğin 19. Yüzyılda Fransız eserlerinin Osmanlıcaya çevrilmesi ile iki kültürün etkileşimi sağlanmış ve Osmanlı topraklarında Fransız kültürünün tanınmasına yol açılmıştır. Zira okuyucular özellikle roman gibi edebi türlerde „dünyaya karakterlerin gözünden bakar, onlarla empati kurar ve yansıttıkları kültürün bir parçası olurlar’’.

Başka bir örnek vermek gerekirse, Türkiye’den Almanya’ya göç eden yazarlar 1960’li yıllarında Türk edebiyat aracılığıyla Almanlarla bir iletişime girerek yaşadıklarını anlatmak ve böylece de anlaşılmak istemişlerdir. Almanların, Türk kültürünü tanımaları, Türklerin yaşadıkları sorunları kavramaları ve önyargılarından kurtulmaları hedeflenmiştir bir bakıma. Günümüzde de edebiyat hala, kültürlerarası bir diyaloğun gerçekleştirilebilmesini sağlayan önemli bir köprüdür…

**

Neden farklı kültürlere karşı önyargılıyız?

Önyargılar, küçük yaşlarda aile içinde öğrenilmekle başlar ve zamanla kişinin kendi tecrübeleriyle kalıplaşır. Yetişkinlik çağına gelindiğinde ise önyargılı insanlarla olan ilişkiler, anne, baba, öğretmen ya da arkadaşlar, baskı altında otoriter bir çevre içinde yaşanan hayat, benzeyen ve benzemeyen arasında kalan “farklı olma” unsuru, çoğu zaman medya ve sosyal ortamlar önyargının gelişmesinde önemli bir rol alır. Önyargıların pekişmesini sağlayan da insanların önyargılarına uygun gelen bilgileri ayırarak algılaması, ters gelen bilgileri ise algılamaması ya da görmek istedikleri gibi algılamasıdır.

Bir kültürü en iyi şekilde nasıl tanıyıp benimseyebiliriz?

Kültür, toplumların kendilerine özgü olan ve gelecek nesillere aktardıkları maddi veya manevi her şeydir. İnsan açısından ise kültür, tarih içerisinde yaratılan bir anlam ve önem sistemidir. Bu bağlamda bir kültürü en iyi tanıma yolu, o kültürün dilini öğrenmek ve o kültürde en azından bir süre o kültürde yaşamakla olur. Bunu yapamıyorsak en iyi yol o ülkenin edebiyatından yapıtlar okumak, sinemasından filmler izlemek en kolay yoldur. “Benimse” ikici bir aşamadır, kültürü yeterince tanıdıkça ister istemez hoşumuza giden, hayatımıza katkı sunan yönlerini, normlarını benimseriz.

Edebiyatın gerçekten kültürleri yansıtabilme gibi bir yetisi var midir?

Elbette vardır. Ulusal ve kültürel kimliklerin oluşmasında edebiyat eserlerinin katkısı büyüktür. Goethe okumamış bir Alman, Shakespeare okumamış bir İngiliz, Baltaca okumamış bir Fransız ya da Dostoyevski okumamış bir Rus düşünemeyiz. Bir toplumun ortak bir kültürünün oluşabilmesi, o toplumun bir ulus devlet olabilmesi için de için klasik ve kanon gerekir. Dolayısıyla edebiyat bir kültürün yabancılar tarafından tanınmasında da önemli bir rolü vardır.

Bir kültürü, o kültüre ait olan edebi yapıtlarını okuyarak anlayabilir miyiz?

Yukarıda da belirttiğim gibi. Edebiyat bu konuda önemli bir kaynaktır. Dil, edebiyat eserleri ait olduğu milletin kültürünü yansıtarak hem o toplumun bireyleri arasında hem de diğer toplumların bireyleri arasında kültürlerinin tanınmasını, kabul görmesini, yaygınlaşmasını sağlar.

,,Her kitap yeni bir dünyaya açılan penceredir’’ sözüne katılıyor musunuz?

Her kitap dünyaya açılan bir pencere olmasa bile başka hayatlara, başka insanlara açılan bir pencere hatta onlara uzanan bir köprüdür. O köprüden geçerek başka hayatlara konuk oluruz.

Edebiyat Kültürlerarası bir köprü oluşturur mu?

Yazılı ve sözlü edebiyat hem yazıldığı dildeki kültürün bir yansıması hem de o kültürün bir parçasıdır, dolayısıyla farklı kültürden ve konumdan insanlar arsında bir “kültür-köprüsü” oluşturur. Kitap bizi bu köprüden geçmeye bir davettir.

Kitap ile insanı buluşturmak bu bağlamda sizce niçin önemlidir?

Kitap, günümüzdeki tüm teknik ve medyasal gelişmelere karşın hala önemli bir kültür ve eğitim aracıdır. Batı’daki aydınlanma esas olarak kitap aracılığı ile gerçekleşmiştir. Gutenberg’in baskı makinesini bulması, kültür ve eğitimde bir devrim yaratmış, aydınlanmanın önünü açmıştır. Bu nedenle özellikle “aydınlanma”sını tamamlamamış ülkelerde insanın kitapla buluşturulması çok önemlidir.

Edebiyatın, Kültürlerarası etkileşime olan katkısını nasıl görüyorsunuz?

Edebiyat aslında hem biçim hem de içerik olarak insanlığın ortak değeridir. Sözlü edebiyatın egemen olduğu dönemlerde bile, gezginler, tüccarlar aracılığı ile farklı kültürlere taşınmış, kültürler arası iletişime katkıda bulunmuştur. Yazılı edebiyata geçilmesi bu işi daha kolaylaştırmıştır. Ancak burada çevirmenlerin katkısını ve önemini unutmamak lazım, Çevirmenler olmasaydı edebiyat, Kültürlerarası iletişime fazla katkıda bulunamazdı. Çevirmenler sayesinde bir “dünya edebiyatı” ortaya çıkmıştır.

Kültürlerarasılık bağlamında edebiyatın önemi/etkisi/amacı sizce nedir?

Yukarıda da söylediğim gibi, edebiyat kültürel bir üründür. Bu bağlamda Kültürlerarası alışverişe ve Kültürlerarası eğitime katkısı, etkisi olan önemli bir “araçtır”.

Edebiyat farklı kültürlere mensup bireyler ya da gruplar arasında bir etkileşim sağlayabilmiş midir veya sağlayabiliyor mudur?

Edebiyatın bir “kültür -nesnesi” olarak, farklı kültürlere sahip / ait insan ve gruplar arasında olumlu bir etkileşime gerçekten katkıda bulunabilmesi için bazı ön koşulların yerine gelmesi gerekir. İlk koşul insanlara neyi nasıl okuması gerektiğinin öğretilmesi…

Edebiyat, bireye kendisine yabancı / öteki gelen ile iletişime girebilmesi sağlıyor mudur? Nasıl sağlıyordur?

Dediğimiz gibi edebiyat bizi başka insanların hayatına, başka kültürlere davet ve konuk eder. Farklı ulus ya da etnik kimliklerce üretilen/ yazılan edebiyat bize o insanların dünyasını, kültürünü anlamamıza, ön yargılarımızı düzeltmeye yardımcı olur. Özünde insanın temel arzuları ve duyguları dünyanın her yerinde aynıdır. Bu bağlamda hangi dilde ya da kültürde ortaya çıkmış olurlarsa olsunlar edebiyat eserlerinin kahramanları ya da kişileri ile özdeşleşemesek bile empati kurabiliriz. İşte bu empati aracılığı ile bir tür sesiz iletişim oluşur.

Edebiyat sayesinde bize yabancı gelene karşı olan önyargılarımızdan arınabilir miyiz?

Buna yukarıda da değindik. Eğer iyi, eğitimli bir edebiyat okuru isek, önyargılardan arınmasak bile onları yumuşatabiliriz. Aksi takdirde edebiyat tam aksine ön yargıların pekişmesine de neden olabilir.

Almanya’da yaşan Türk yazarlar eserlerinde Türk kültürünü / göç sorununu doğru yansıtabilmişler midir?

Bu soruya tüm yazarlar açısından “evet” yanıtı vermek mümkün değil. Soruya yanıt vermek içim Almanya’daki Türk Göç Yazının tarihsel gelişimine, değişimine bakmak gerekir. Bunu dikkate aldığımızda farklı dönemlerde, farklı edebiyat anlayışlarının ve ürünlerinin öne çıktığını görüyoruz. Ayrıca bu konuda belirleyici olan, yazarların amacı, neyi niçin yazdığı.

Edebiyat sayesinde insanın bakış açısı değişebilir mi? Nasıl değişir?

“Bir kitap okudum hayatım değişti.” diye bir söylem vardır. Bu biraz abartılı gibi gelse de doğru zamanda ve uygun koşullarda okunan bir kitap insanın hayata ya da olaylara bakış açısın değiştirebilir. Ancak dediğim gibi “okur”un buna hazır olması gerekir. Kitapta verilen mesaj ya da anlatılan olaylar, kendisi ile özdeşleştiğimiz kahramanların tutum ve davranışları bizim kendi bakış açımızı, paradigmamızı değiştirmemize neden olabilir.

II. Bölüm

Almanya’da ne gibi zorluklar yaşadınız (ırkçılık, kültür şoku gibi)? Eğer yaşadıysanız bu zorlukları edebiyat ile dile getirme ihtiyacı duydunuz mu? Neden ihtiyaç duydunuz?

Almanya’yı gelmeden önce, Almanya hakkında Türkiye’de okuduğum edebi ( Brecht, Grass…) ve araştırma, tarih vb. kitaplarından biraz ön bilgim vardı. Ancak Almanca bilmiyordum ve Türkiye’nin başkenti Ankara’da okumuş , yaşamış biri olarak “kültür şoku” yaşamam söz konusu olmadı. Tek sorun dil, sorunu idi. Almancayı öğrendikten sonra o da ortadan kalktı. Şahsen ben kendim, beni etkileyecek bir ırkçılık sorunu yaşamadım. Ancak başka insanlara karşı yapılmış ırkçı davranışlara tanık oldum.

Almanca ’ya çevrilen eserlerinizle Almanlara sesinizi mi duyurmak ve onlarla bir iletişime mi girmek istediniz? Neden? Örnegin ,,Gurbet İkilemi /Dilemma der Fremde’’ şiir kitabınız ile neyi amaçladınız? Neden Almancaya çevrildi (Almanların bizleri tanıyıp anlamalarını mi istediniz)?

Edebi eserler yazan ve yazdıklarını yayınlayan her insan toplumsal ve ahlaki bir sorumluluk taşır. Ayrıca bana göre edebiyatın sadece sanatsal değil toplumsal-kültürel bir işlevi de vardır. Bu bağlamda ben yazdıklarımla, özlemini çektiğim daha insani, daha güzel bir dünyanın mümkün olabileceğini okurlara sezdirmeye, göstermeye çalıştım. Şiir ve öykülerimde bu “özlem”e / “hayal”e engel olan ırkçılık, ayrımcılık, eşitsizlik gibi toplumsal, siyasi sorunlara değindim. Bu nedenle okur olarak hedefim sadece Türkler değil aynı zamanda Almanlar hatta tüm insanlara ulaşmaktı. Bu nedenle yazdıklarımın Almancaya çevrilmesi için özel bir çaba gösterdim, Almanlar ile temsilcisi olduğum Türkiyelilerin arasında bir köprü kurmaya çalıştım, diyebilirim.

Eserlerinizi Alman edebiyatının birer parçası olarak görüyor musunuz?

Bir eserin hangi ulusal edebiyata ait olduğunu belirleyen temel ölçü, o eserin hangi dilde yazılmış olduğudur. Buna ikinci bir ölçü daha eklemek gerekirse o da yazan kişinin “kültürel kimliği” dir – etnik kökeni değil –. Bu bağlamda ben kendimi ne tam Türk Edebiyatının ne de Alman Edebiyatının içinde görüyorum. Belki ortalarda bir yerdeyim. Bunu için şimdilik “Türk-Alman Yazar / Şair” (Türkisch-Deutscher Dichter) denebilir.

Eserlerinizde (örneğin makaleniz; ‘’Almanya’daki Türklerin sosyal-kültürel konumu’’), göç, göçmenlik, birlikte yaşam, toplumsal uyum gibi temaları ele almışsınız. Neden bu temaları seçtiniz? Kimlere hitap etmeye çalışıyorsunuz?

Benim öğretmen / eğitimci ve sendikacı kimliğim, emekli olununcaya kadar ön planda oldu. Yani mesleğimle ilgili çalışmalarım daha yoğun oldu. Bu alanda çeşitli dergi ve gazetelerde yayınlanan birçok makaleler yazdım. Bu makalelerin çoğu Almanca olarak da yayınlandı. Amacım Almanya’da eğitim ve kültür alanındaki sorunların çözümüne katkıda bulunmaktı.

Kendinizi bir Türk yazarı mi yoksa bir Alman yazarı olarak mi tanımlarsınız?

Bu soruyu bir önceki soru kapsamında yanıt verdim, sanıyorum.

Eserleriniz ile insanların bakış açılarını / tutumlarını değiştirebildiğinize inanıyor musunuz?

Yanıtlanması zor bir soru. Bir yazar olarak, bu soruya ancak okurlardan, basın-yayın organlarından aldığı geri-bildirim ve tepkileri düşünerek tahmini bir yanıt verebilirim. Kitaplarım, yazdıklarım hakkında özellikle Alman okurlarımdan, basın-yayın organlarından olumlu tepkiler, değerlendirmeler aldım Yazdıklarımın bir kısımı okul kitaplarına girdi, akademik çalışmalarda kullanıldı. Ayrıca bir yazar ve eğitimci olarak, yaşadığım toplumda, çalıştığım kurumlarda saygı ve kabul gördüm. Buradan yola çıkarak, belki insanların bakış açılarını ya da tutumlarını değiştirdim diyemem, ancak onların kendi bakış açılarını, tutumlarını sorgulanmasına, yeniden gözden geçirilmesine katkıda bulunmuş olabileceğimi düşünüyorum.

Okullarda hangi Türk romanlarının, şiirlerinin veya öykülerinin okunmasını ve tanıtılmasını isterdiniz?

Sanıyorum Alman okullarını ve Türkçe derslerini kastediyorsun. Bence Almanya’da, Türkçe derslerinde öncelikle Almanya’da yaşamış ve yaşayan yazarların yapıtları okutmalı. Öğrenciler, kendi yaşadığı ülkede/toplumda ortaya çıkmış yapıtlarla daha kolay ilişki ve empati kurabilir. 60 yıl için önemli bir “Türkçe Edebiyat” birikimi, kitaplığı oluştu. Bu oluşum içerisinde hem pedagojik hem göçmen kültürü hem de kültürlerarası eğitim açısından yeterince roman, öykü ve şiir var. İsim vermek gerekirse, “klasik” sayılabilecek yazarlarla işe başlanabilir. Aras Ören, Günay Dal, Yüksel Pazarkaya, Fakir Baykurt, Habib Bektaş… Bu konudaki en önemli sorun, öğretmenlerin ve öğrencilerin bu kitapları tanıması ve onlara ulaşabilmesi. Bunun için kütüphanelere, Türkçe öğretmeni yetiştiren kurumlara önemli bir görev düşüyor.

Almanların Türk kültürünü, zihniyetini ve kültürel zenginliğini okuyup tanıyabilecekleri bir kitap önerebilir misiniz?

Bu konuda ilk aklıma gelen kitaplar:Yüksel Pazarkaya’nın hazırladığı “Rosen im Frost” (Unionsverlag) ve Hülya Adak ile Erika Gellassen’ın yayınladığı “Hundert Jahre Türkei” (Unionsverlag).

Peki Türklerin kesinlikle okumalarının gerektiğini düşündüğünüz bir kitap var mi (Almanca veya Türkçe)?

Bu konuda da Almanca öğrendikten sonra okuduğum ilk kitaplardan biri olan, Peter Glotz ve W. R. Langenbucher’in yayına hazırladığı “Versäumte Lektionen – Ein Lesebuch” (Büchergilde-Gutenberg) adlı antolojiyi önerebilirim.

Mart 2022, Duisburg

Interview für eine Schülerzeitung (*)

GB: Könnten sie uns Ihre Lebensgeschichte erzählen, damit wir Sie besser kennen lernen?

Ich wurde 1951 in einem Dorf in der Provinz Konya geboren. Um Geld zu verdienen, musste mein Vater nach dem Militärdienst in „Gurbet“, in die Fremde, gehen, weil sich die Großfamilie nicht von der Landwirtschaft ernähren konnte. Als er weg ging, war ich zwei Jahre alt. Meine Mutter musste den ganzen Tag schwer arbeiten. Daher wurde ich mehr von meinen beiden Omas betreut. Als ich sechs wurde, zogen wir, meine Mutter, ich, meine Schwester, zu meinem Vater nach Ankara. Das war der erste Bruch in meiner Biographie. Die Jahre im Dorf hinterließen in mir tiefe Spuren, die mein Ich prägten und sich in meinen literarischen Texten widerspiegeln.
Obwohl wir in einem armen Viertel wohnten, war in Ankara alles neu für mich. Das war ein echter Kulturschock. Ich wurde als “Dorfjunge” angepöbelt und schikaniert. Es dauerte einige Jahre, bis ich mich an das Stadtleben, an die städtische Kultur anpassen und mit der neuen Umwelt vertraut machen konnte.
Ich war durstig nach Wissen. Deshalb bin ich gerne zur Schule gegangen. Nach der Mittelschule (Ortaokul) besuchte ich das Gymnasium (Lise). Da habe ich die Literatur entdeckt und wurde eine Leseratte. In dieser Zeit versuchte ich neben Liebesgedichten und Liebesbriefen auch literarische Texte zu schreiben. Einige wurden in der Schülerzeitung veröffentlicht. Aber die meistens blieben in der Schublade versteckt.
Nach dem Abschluss des Gymnasiums im Jahr 1968 fing ich mit dem Studium an der Fakultät für Politische Wissenschaft an. Ich fand mich inmitten der damaligen Studentenbewegung. Wir kämpften für mehr Demokratie, mehr soziale Gerechtigkeit, kurzum für eine bessere Welt. Durch einen Militärputsch wurde unser Kampf niedergeschlagen. Ich und viele andere Kommilitonen wurden verhaftet und vor ein Militärgericht gestellt und ins Gefängnis gesteckt. Da hatte ich viel Zeit zu lesen und zu schreiben. Meine ersten ernsthaften literarischen Texte sind dort entstanden.
Trotz dieser schwierigen Zeit habe ich 1974 mein Studium als Diplom Betriebswirt beendet. Aber wie viele andere Kolleginnen und Kollegen auch bekam ich wegen unseren politischen Tätigkeiten eine Art “Einstellungsverbot”. Inzwischen war ich mit meiner Freundin von der Uni verlobt, und 1975 wir heirateten wir. Mit meiner Frau wollte ich nach Europa gehen und in Frankreich promovieren. Aber mir wurde kein Reisepass ausgestellt, und ich wurde zum Militärdienst einberufen. Nach der Militärschule versetzte man mich als Ersatzoffizier auf den türkischen Teil von Zypern, wo zwischen Türken und Griechen Kriegszustand herrschte.
Nach Beendigung meines Militärdienstes durfte ich 1977 einen Reisepass bekommen. Ich und meine Frau beschlossen nach Deutschland zu fahren, um ihre inzwischen dort lebenden Eltern zu besuchen und Europa zu sehen. Wegen einiger Umstände wurde aber unsere Rückkehr in die Türkei verhindert. Meine Frau wurde schwanger und wir bekamen ein Kind. Und so blieb ich in Deutschland, in Köln, und wurde selbst ein “Almanci”.
Deutschland war mein zweites “Gurbet” (Fremde) und der zweite Bruch in meiner Biographie. Ich konnte kein Wort Deutsch und hatte weder eine Aufenthalts- noch Arbeitserlaubnis. Das war so zu sagen die „Stunde null” für mich. Ich meldete mich an der Uni Köln an und lernte die Sprache. Meine Absicht war, zu promovieren. Wegen finanzieller Schwierigkeiten musste ich diese Absicht aufgeben und einen Job suchen. So bekam ich eine Stelle als „Muttersprachenlehrer“ für türkische Vorbereitungsklassen in Duisburg.
Nun bin ich seit fast 25 Jahren hier. Ich habe zwei Kinder, die hier geboren sind, ich habe hier ein Haus gebaut und im Garten einen Apfelbaum gepflanzt. Ich fahre jedes Jahr mindestens einmal in die Türkei. Dort sind meine Wurzeln, meine Verwandten, die Erinnerungen und Spuren meiner Kindheit bzw. meiner Jugend. Ich fühle mich weder dort noch hier fremd, aber auch nicht so ganz beheimatet. Daher gebe ich dem deutschen Dichter Christian Morgenstern recht. Er sagte nämlich: “Nicht da ist man daheim, wo man seinen Wohnsitz hat, sondern wo man verstanden wird.”

GB: Wie war Ihre erste Begegnung mit der deutschen Gesellschaft und Kultur?

Europa war für mich, wie für viele gebildete und intellektuelle Menschen in der Türkei, ein Vorbild von Fortschritt und Entwicklung. Mit dieser Vorstellung bin ich nach Deutschland gekommen. Dieses Bild stimmte mit dem realen Bild, mit der Wirklichkeit von Deutschland in vielen Punkten nicht überein. Das reale Bild war ganz anderes. Anderseits haben die direkte Begegnung mit der europäischen und deutschen Kultur und die Distanz zur türkischen Kultur mich dazu geführt, meine (türkische) Kultur kritisch betrachten zu können. Anders ausgedrückt: Ich musste mit vielen Widersprüchen fertig werden und mich mit meinen positiven und negativen Vorurteilen auseinandersetzen. Von diesem Zeitpunkt an wusste ich, dass ich zwei Heimaten hatte.
Bis ich 1980 in Duisburg eine Lehrerstelle bekam, war die Zeit in Deutschland eine der schwierigsten Abschnitte meines Lebens. Und – literarisch gesehen – war es auch ein unproduktiver Zeitraum, in dem das Schweigen herrschte. Erst nachdem ich die existenzielle Sicherheit für mich und für meine Familie geschaffen hatte, konnte ich wieder schreiben. Es hatte sich vieles in mir angestaut. Ich hatte Lust und großen Drang zu schreiben. Das hat mich viele schlaflose Nächte gekostet.

GB: Was war der Anlass, dass Sie Gedichte über die “Fremde” geschrieben haben?

Als ich noch auf dem Gymnasium war, waren einige Verwandte von mir als “Gastarbeiter” nach Deutschland bzw. Belgien gegangen. Für viele Menschen war “Almanya Gurbeti” (die deutsche Fremde) eine neue Hoffnung bzw. Rettung. In der Geschichte der Türkei/Türken war es das erste Mal, dass Hunderttausende von Menschen als Arbeitskräfte über die Grenzen hinweg ins Ausland gingen. Es gab viele soziokulturelle Folgen für die alte und für die neue Heimat. Die Folgen, die ich von beiden Seiten aus beobachten konnte, waren nicht nur positiv. Es gab viele menschliche und gesellschaftliche Probleme. Ich hatte einen inneren Drang, dies schriftlich zu verarbeiten
Da ich zu der türkischen 68’er Generation gehörte, war – und bin – ich ein politisch denkender und sozial engagierter Mensch. Ich wollte den Menschen beistehen, die unter diesen Problemen litten, und mich mit den Menschen solidarisieren, die diese Probleme lösen bzw. etwas Positives daraus machen wollten. Vielleicht wollte für die Lösung dieser Probleme einen bescheidenen Beitrag leisten, indem ich über “Gurbet” schrieb. Meiner Meinung nach trägt jeder, der für die Öffentlichkeit schreibt, ein gewisses Maß an Verantwortung.

GB: Wie ist Ihr zweisprachiger Gedichtband „Gurbet İkilemi /Dilemma der Fremde“ entstanden?

Ich schreibe darüber, was mich bewegt, was mich ärgert, was mir Sorgen oder aber auch Freude und Hoffnung macht. Mein eigenes Leben und das Leben meiner Landsleute in der neuen “bitteren Heimat” (Aci Vatan Almanya) waren für mich eine fruchtbare Schreibquelle.”Gurbet Ikilemi”- “Dilemma der Fremde” ist mein erster Gedichtband. Er kam am Anfang 1986 heraus und beinhaltet die lyrischen und epischen Gedichte, die sich mit “Gurbet” (Fremde) und “Vatan” (Heimat) auseinandersetzen. Almanya war nicht mit dem traditionellen “Gurbet” zu vergleichen. Bis dahin bedeutete für die Türken “Gurbet”, für eine bestimmte Zeit nach Istanbul, Ankara oder Izmir zu gehen um Geld zu verdienen. Nun wanderten sie aber von einem Kontinent (Asien) zu einem anderen Kontinent (Europa); und damit zu einem fremden Land, zu einer fremden Kultur, zu einer fremden Sprache. Um darüber schreiben zu können, brauchte man eine neue Sprache, neue Metaphern und Symbolen. Mit meinen Gedichten wollte ich zwischen den “Fremden” (meine Landsleute) und den Einheimischen (die Deutschen) eine Brücke bauen und auf den beiden Seiten Verständnis und Toleranz fördern

GB: War es für Sie schwer, Ihre eigenen Gedichte ins Deutsche zu übertragen?

Trotz meiner Mühe auch für die deutschen Leser verständlich zu schreiben war die Übersetzung meiner Texte ins Deutsche nicht so einfach, weil die Sprache eigentlich mit Kultur zusammen hängt und die beiden Sprachen nicht miteinander verwandt sind. Das bedeutete, dass ich für viele Bilder, Redewendungen, Wörter meiner Texte keine gleichbedeutenden Synonyme in der deutschen Kultur bzw. Sprache fand. Darüber hinaus konnte ich den Rhythmus und Klang im türkischen Original nicht in Deutsch wiedergeben. Das heißt, meine Texte in Türkisch ließen sich nur sinngemäß übersetzen. Die deutschen Leser können also höchstens die “Kehrseite des Teppichs” sehen.

GB: Was können Sie uns, Schüler*innen mit türkischen Migrationshintergrund, raten?

Der Idealfall für Euch wäre es, wenn ihr euch in beiden Kulturen zu Hausen fühlen würdet. Ich weiß aber, dass das nicht so einfach ist. Dafür fehlen viele Voraussetzungen. Die Vorurteile auf beiden Seiten, die Unterschiede zwischen beiden Kulturen, Ausländerfeindlichkeit und Diskriminierung von der deutschen Seite erschweren den “nicht-deutschen Jugendlichen”, sich in beiden Kulturen zu Hause und geborgen zu fühlen. Trotz alledem kann man als Individuum einen Lösungsweg suchen und finden. Um diesen Weg zu finden, sollte man sich darüber Gedanken machen und einiges ganz klar sehen:
Das Leben bzw. Aufwachsen in zwei Kulturen bringt sicherlich Probleme mit sich, aber auch viele Möglichkeiten sich zu entfalten und ein neues “Ich”, eine neue Identität zu entwickeln, die unserer Zeit und unserer Welt entspricht. Die Menschen, die nur in einer Kultur, mit einer Sprache aufwachsen sind “ärmer” als die Menschen, die in kultureller Vielfalt und mit zwei oder mehr Sprachen aufwachsen. Die Türken sagen: „Her lisan bir insandir“, sinngemäß heißt das: Jede Sprache ist ein anderer Mensch. Ich möchte dies ein bisschen konkretisieren: Deutsche und türkische Kultur sind zwei große Kulturen. Deutsche und türkische Sprache gehören zu den viel gesprochenen Sprachen der Welt. Wenn man in beiden Kulturen und Sprachen zu Hause ist, dann hat man mehr Zukunftsperspektiven, mehr Chancen und Optionen als all die anderen, die nur “deutsch” oder nur “türkisch” sind. Das bedeutet für euch, dass ihr beide Sprachen beherrschen, euch in beiden Kultur auskennen und euch von ihnen das “Gute’ aneignen sollt. Ich wünsche mir als Vater und Lehrer, dass meine eigenen Kinder und meine Schüler und Schülerinnen überall auf der Welt sich zurechtfinden und sich nicht “fremd” fühlen.

Mai 2002
*) Durchgeführt von Gymnasiastin Gülbiye Bindal

“öykülü geceler sitesi” için söyleşi

Mevlüt Asar çok yönlü yazarlarımızdan. Kendisi adeta fahri bir Köy Enstitülü. 1978’den beridir kendisine mekan edindiği Almanya’da hem eğitimciliğini sürdürüyor hem yazarlığım. Bir yanda Fakir Bayburt’un ölümünden sonra üstlendiği Duisburg Edebiyat İşliği ‘nin yöneticiliği var, diğer yanda Eğitim ve Bilim Sendikası yönetim kurulu üyeliği.. Üç ayda bir yayınlanan edebiyat ağırlıklı “Kalem” adlı öğrenci dergisinin yayın yönetmeni. Türkçe öğretmenliği ve çevirmenliğinin yanı sıra göçmen çocuklarının eğitim ve öğretimi konusunda hizmet veren Regionale Arbeitsstelle (RAA) adlı kuruluşta kültürlerarası iletişim danışmanlığı yapıyor.

Yazmaya Almanya ‘ya gelmeden başladı, orada da sürdürdü. İlk şiir kitabı “Gurbet ikilemi” Türkçe ve Almanca oturak 1986’da çıktı. Kuzey Ren Vesfalya Türkiyeli Yazarlar Çalışma Grubu’nun “Kavşak” (1995) adlı ortak kitabına öykü ve şiirleri, Duisburg Fakir Baykurt Edebiyat İşliği’nin “Aydınlığa Akan Şiirler” (1997) ve “Dostluğa Akan Şiirler” (2004) adlı seçkilerine de şiirleri ile katıldı. Daha sonra yazdığı şiirler, öyküler kitap tanıtma yazıları, Alman Edebiyatı ‘ndan yaptığı çeviriler ile kültür ve eğitim konularına ilişkin makaleleri çeşitli ortak kitaplar, seçkiler, antoloji, dergi ve gazetelerde yayınlandı. Yabancı düşmanlığı ve ırkçılığına karşı hazırlanan “Uns reichts” (Artık Yeter) ile Irak savaşma karşı dünya çapında pek çok ülkede yürütülen “190 PoetsAgainst the War” (Savaşa Karşı 100 Şair) adlı projelere şiir ve öyküleri ile destek verdi. Alman Şiir Kitaplığı ile Duisburg Kültür ve Sanat Kulübü tarafından açılan şiir yarışmalarında Almanca şiirleri ile dereceler aldı.

Göçülen, gidilen toprak Amerika değildi. Türkiye’ye Amerika’dan çok daha y akın, Amerika ile kıyaslanırsa bir taş atımı uzaklıkta bir “gurbet”ti. Koşulları, göçmen yapışı, göçmene karşı tutum farklılığı olduğunu bildiğimiz bu ülkede hem eğitimciliğini hem yazarlığını sürdüren Sayın Asar’la sanattan eğitime. Fakir Baykurt’tan Edebiyat işliği’ne, kendi gurbet yaşamından “Belinda’ya Mektuplar”ına kadar çeşitli konulara değindik.

Siz Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesin! bitirdikten sonra Almanya ‘ya doktora eğitimi için gidiyorsunuz. Sonra yaşam nasıl farklılaşıyor Almanya’da?

MA.: Sevgili Özgün, yaşam rotasını kendimizin beliriediğimiz bir yolculuk değil. Belki de bize dayatılan seçenekleri kullanarak giriştiğimiz bir/macera bir ‘Odesa’. Benim Almanya’ya gelişim ve orayı ‘yurt’ edinişim de işte böyle rastlantılarla örülmüş bir öykü. Politik çalkantıların gündemi belirlediği, “ütopyalar”, silahlı çatışmalar, ölümler, tutuklanmalar, işkence ve hapisler ile tanışılan üniversite yılları; ardından Kıbrıs’ta savaşa yakın koşullarında yapılan yedek subaylık görevi, beni ve esimi ülkemizden bir süre için bile olsa uzaklaşmaya itti. Almanya aklımdan geçen bir ülke bile değildi. Dilini bilmediğim, kültürel bir yakınlık duymadığım bu ülkeye gelişimizin nedeni, eşimin babasının o yıllarda kültür ateşesi olmasıydı. Amaç bir süre kalıp dönmekti.

Ancak beklenmeyen acı bir olay ve Türkiye’deki 12 eylül 1980 de gerçekleşen askeri darbe, bizi Almanya’da kalmaya, orada bir yaşam kurmaya mahkum etti. Sıfırdan başlayarak Almanca öğrenmek, oturma ve çalışma izni peşinde koşmak, iş bulup ev kurmak ve aile geçindirmek için verilen savaşım, geri dönüşü beklerken yapmayı düşündüğüm doktora çalışmasını suya düşürdü. Sonradan işler Türkiye’de düzelir gibi olunca, burada kurulmuş bir yaşamı yıkıp geri dönerek orada yeniden bir hayat kurmayı göze alamadık. Ve şimdi Almanya çocuklarımızın doğup büyüdüğü, bir gün dönsek bile bağlarımızın süreceği bir ikinci ‘yurt’ oldu.

Kuzey Ren Vesfalya Türkiyeli Yazarlar Çalışma Grubu ve Fakir Baykurt’la tanışma ne zaman ve nasıl gerçekleşiyor?

M.A.: Fakir Baykurt’la ilk kez tanışmam ta 1971 de Mamak Askeri Cezaevi’nde oldu. Sonradan yollarımız tekrar 1980 de Almanya’da kesişti. Onu bir gün, geçici bir süre çalıştığım Başkonsolosluğundaki karşımda görünce çok şaşırdım, ” İçerideki Oğul”lar, şimdi de gitmeye zorlandıkları ‘dışarı’larda buluşuyorlardı. Kayın pederim Mevlüt Koca ile köy enstitülerine dayanan arkadaşlıkları aramızda hızlı ve sıcak bir ilişki kurulam6ına ortam sağladı. Bu arada öğretmenlik için yaptığım müracaatlara bir kaç kentten olumlu yanıt geldi. Ben tercihimi. Fakir Baykurt’un da yaşadığı bir endüstri ve işçi kenti olan Duisburg’dan yana yaptım. Böylece onunla aynı kente yaşamak, ortak çalışmalar yapmak ve ‘arkadaşlığımızı’ geliştirmek şansına sahip oldum.

Fakir Baykurt Köy Enstitülü Yazarlar konulu toplantımızda gündemimizde olan yazarlarımızdandı. Bizler onun Almanya’daki son dönemim pek bilmiyoruz. Bize biraz tanıdığınız Fakir Baykurt’u anlatır mısınız?

M.A.: Türkiye’den ve başka ülkelerden. Fakir Baykurt hakkında araştırma yapan, doktora tezi yazan genç insanlardan bazen mektuplar, e-mailler alıyorum. Onlar da bana genellikle Fakir Baykurt’un Almanya dönemine ilişkin sorular yöneltiyorlar. Fakir Baykurt gibi büyük bir yazarı bir söyleşinin dar sınırları içinde anlatmak çok zor. Bu konuda yazdığım bir iki yazıyı onlara gönderiyorum. Dünya edebiyat tarihi, siyasi veya ekonomik nedenlerle ülkelerini terk etmek zorunda kalan yazarların çektikleri sıkıntılarla düştükleri çıkmazla™ hatta yazarlıklarının tükenişlerine ilişkin dramatik örnekleri ile dolu. Fakir Baykurt’un Almanya dönemine ilişkin olarak da bu türden görüşler öne sürüldü. Ancak onu yakından izleyen birisi olarak bu görüşlerin gerçeği yansıtmadığım söyleyebilirim.

O kendinin de söylediği gibi, Almanya’ya bilerek, Türkiye’de köylerinden tanıdığı, romanlarım, öykülerim yazdığı Anadolu insanın Almanya’da içine atıldığı modem endüstri toplumundaki yaşamım gözlemeye ve yazmaya gelmişti. Üç tane roman, yüzlerce öykü yazarak bu amacım gerçekleştirdi. Almaya döneminde ürettikleri bence Türkiye’de ürettiklerinin hiç gerisinde değildir. Örneğin son romanı ‘yarım ekmek’ dış göç olgusunu edebi düzeyde işleyen en yetkin ve güçlü romanlardan birisidir. Bu türden görüşleri öne sürenler, ‘işçi göçü’ olayım küçümseyen, bu müthiş olayın önemini ve boyutlarını kavrayamayan ya da onun yazdıklarım okumamış olan kişilerdir.

Sizin yazarlığınıza doğrudan bir etkisi ya da kalkışı oldu mu?

MA.: Fakir Baykurt’la olan ilişkilerim, yazmaya olan tutkumu yeniden alevlendirdi. Yazdıklarımı okudukça “Bunlar mutlaka gün ışığına çıkmalı, yayınlanmalı! ” diyerek beni yazdıklarımı yayınlamaya teşvik etti. Benim gibi çevresine toplanan Halit Ünal, Ali Özgenç Çağlar, Molla Demirel, Ali Arslan, Kemal Yalçın, Metin Gür gibi arkadaşlara bir çalışma grubu oluşturmayı önerdi. Kuzey Ren Vesfalya Türkiyeli Yazarlar Çalışma Grubu işte böyle oluştu. Fakir Abinin ölümüne değin varlığım sürdüren bu grupla yaptığımız toplantılar, hafta sonu seminerleri, düzenlen&’kültür sanat gezileri’, Türkiye’nin önemli yazarları ile buluşmalar ve Sovyet Yazarlar birliği ile kurulan ilişkiler, karşılıklı yazar davetleri arkadaşların ufkunun genişlemesine, bilgilerinin artmasına, yazdıklarının düzeyinin yükselmesine katkıda bulundu. Arkadaşlar ardına kitaplar yayınlanmaya başladılar.

îzin verirsen şunu da eklemek isterim: Fakir Baykurt, beni sadece yazar olarak değil, bir eğitimci ve her şeyden önce ‘insan’ olarak etkilemiştir. Onun edebiyat alanındaki geniş bilgisine, etkileyici hitabet ve konuşma yetisine, ilişki kurmadaki ustalığına, gözlem gücüne, çalışma azmine ve disiplinine, büyük bir yazar olmasına karşın hiç kaybetmediği o alçak gönüllüğüne her zaman büyük hayranlık duydum.

Duisburg Fakir Baykurt Edebiyat işliği neler yapıyor? Türk-Alman edebiyat yaşamına ve iki toplumun ilişkisi üzerine etkîsi nasıl? Duisburg Belediyesi’nin de epey destekleyici bir rol aldığı görülüyor. Bu katkı nasıl sağlandı?

M.A.: Duisburg Edebiyat İşliği’ne gelince o da Fakir Baykurt’un bize bıraktığı armağanlardan biri. 1992 de Duisburg Halk Yüksek okulu bünyesinde edebiyat sohbetleri yapmak, Türkiyeli göçmenlere Türk edebiyatım tanıtmak ve sevdirmek amacıyla. Fakir Baykurt tarafından kuruldu. Benim Edebiyat Kahvesi ile asıl ilişkim, Fakir Ağbeyi yitirdikten sonra oldu. Arkadaşlar yönetimim üstlenmemi teklif edince, kabul ettim. Zamanım olmamasına karşın grup dağılsın istemediğim için kabul ettim. Arkadaşların ‘amatörlüğü’ aştığım saptayınca, çalışma yöntemimiz değişti, daha çok dışa açılmaya başladık. Adımızı da Fakir Baykurt Edebiyat İşiği olarak değiştirdik, iki haftada bir yaptığımız metin çalışmaları dışında Fakir Baykurt Edebiyat günlerin! organize ediyor, kendi grubumuzla ve konuk yazarlarla okuma ve söyleşiler, kitap günleri, şiir, müzik akşamları, ‘slam poetry’ gibi etkinlikler düzenliyoruz. Tabi bir de işlikten geçen metinlerden oluşan seçkileri kitap olarak yayınlıyoruz.

Duisburg Belediyesi ve kültür kurumlarıyla ilişkilerimize gelince, onlar tarafından ciddiye alınan bir kuruluşuz, proje ve programlarımız, olanaklar ölçüsünde maddi ve manevi destek buluyor. Alman edebiyat çevreleri ile ilişkilerimiz daha çok, ortak etkinlikler düzeyinde kalıyor. Türkçe ağırlıklı edebiyat yaptığımız için yazınsal alandaki çalışmalar çok sınırlı. Türkiyeli göçmenler ve yerli Almanlar arasında ‘köprü’ oluşturmak gibi bir misyonumuz da var. Bu bağlamda okumalarımızın ve çıkardığımız ortak kitapların iki dilde olmasına özen gösteriyoruz. Etkinliklerimize katılan insanların tepkileri genellikle olumlu. Bizi yüreklendirici ve motive edici şeyler söylüyorlar. Yerel basın yayın organları da büyük ilgi gösteriyor.”

Ancak buna rağmen her iki toplumda da ulaşabildiğimiz insan sayışı sınırlı denebilir. Aslında bir sanayi kenti olan Duisburg’da yaşayan Almanların ve özellikle de Türkiyeli göçmenlerin kültürel profilli oldukça düşük. Bir yerde kendi okuyucumuzu kendimiz yaratmak gibi bir sorunla karşı karşıyayız.

Yazar, sair Mevlut Asar ile eğitimci, yönetici, danışman, eleştirmen Mevlüt Asar arasında nasıl bir ilişki var? Bu farklı kimliklerin “zaman” dışında paylaşamadıkları, ulaşamadıkları başka konular var mı?

M.A.: Anlaşılan şimdi sıra kişi olarak Mevlüt Asar’a geldi. Aslında ben kendi hakkında konuşmaktan pek hoşlanmayan biriyim. Üstüne üstelik sorun oldukça ilginç ve ciddi bir soru. Bu açıklıkta şimdiye kadar ne başkası tarafından ne de kendi kendime sorulmamış bir soru. Biraz düşünmem gerekecek… Biliyorsun, “sanat ortak istemez” ya da ‘ortak tanımaz” diye bir söz vardır. Sanat, edebiyat yapan kişinin başka alanlarda çalışması, sanatta, edebiyatta yoğunlaşmasını engeller. Asıl mesleğimin eğitim, öğretim ve kültürle ilgili oluşu şüphesiz yazma ve yayınlama sürecim doğrudan etkiliyor. Bu etkileme “malzeme/konu’ yakalama açısından olumlu, fakat ‘üretme/yazama’ açısından olumsuz. Şu anda elimde birikmiş pek çok ‘malzeme’ var, fakat yazmak için zaman bulamakta zorlanıyorum. Zamanı, genellikle uykudan, tatillerden hatta insani ilişkilerimden çalmak zorunda kalıyorum. Yine de yeterli olmuyor.

Ayrıca ‘eğitimcilik’ ile ‘yazarlık’ ilk bakışta ‘uyuşabilir” iki alan gibi görünse de, yazma konusunda ‘sınırlayıcı’, ‘daraltıcı’ etkilerde buluna^biliyor. Bununla şunu kastediyorum:

Eğitimci, pedagog olarak belirli sosyal, ahlaki ve kültürel değer ölçülerine ve yargılara bağlı kalmak zorundasınız. Sizden genellikle ‘örnek insan’ olmanız beklenir. Oysa sanat ve edebiyat sınırsız bir özgürlük ister. Sansüre, sınırlamalara ya da hangi anlamda olursa olsun ‘bağlanmaya gelmez. Bu çelişkinin farkındayım, yazarken bilincimi ve bilinç altımı özgür bırakmaya çalışıyorum, ama bunu her zaman başardığımı söylemek zor. Yazdıklarım da bazen okuyucuya işaret parmağım sallayarak, ‘ders’ ya da ‘öğüt’ veren bir öğretmenin sesini sezdiğim oluyor. Ben bir şekilde farklı ‘kimlik’ ve “kişilik’lerle yaşamayı, değişik rolleri birlikte götürmeyi öğrendim ve buna alıştım. Ancak çevremin hatta ailemin buna alıştığım söylemek biraz zor.

Şiir ve öykülerinizde hep bir “özlem” var. Bu “özlem “in kaynağı yalnızca gurbetlik de değil. Yurda olduğu kadar sevgiye, barışa, gençliğe, yitik bir aşka dair de bir özlem. Arayış da denebilir mi bu duyguya? Nereden besleniyor bu özlem ve arayış ve eserleriniz! nasıl besliyor?

M.A.: Şiir ve öykülerimde geniş anlamda ‘özlem’ motifinin öne çıktığı doğrudur. Söylediğin gibi bu belki bir daha dönülemeyecek bir ülkeye olan özlemi içerdiği kadar, toplumsal planda dostluğa, barışa, sevgiye; bireysel planda ise gençliğe, yitik bir sevdaya ya da aşk’a olan özlemleri de içeriyor. Dünya’nın haline ve benim şu anda yaşadığım coğrafyaya bakılırsa bu özlemin nedenini anlamak pek zor değil. Bireysel düzeydeki özlemler ise oldukça masum ve insanı özlemler gibi görünüyor. Bence bu, bir ‘arayış’ değil karşılıkları bilenen bir özlem söz konuşu. Anacak, bir özlemin bitiği yerde bir başka özlem başlıyor. Belki bu bağlamda bir ‘arayış’ da söz konuşu, işte özyaşamsal, düşünsel ve sosyal kaynaklardan beslenen bu özlemler, tabii ki yazdıklarıma büyük ölçüde yansıyor. Benim aslında yapmak istediğim, bu özlemleri dile getirmekten çok, nasıl dindirilebileceğini sorgulamak ve söz konuşu olabilecek yanıtlar üzerinde okuyucu ile birlikte düşünebilmek!

Geçen yaz, bir dizi yay başlattınız: “Belinda’ya Mektuplar”. Tam dokuz tane yazdınız şimdiye dek. Fikir nasıl doğdu? Mektupları yazarken beklentiniz neydi? Nasıl tepki aldınız?

M.A.: Belinda, kurgusal bir sevgili, bir dost, bir kadın arkadaş. Ona yazılan mektuplar da adresi pek belli olmayan mektuplar. Aslında mektup türünü ya da tekniğin! kullanarak edebi metinler yazmak yeni bir şey değil. Post-modem’ öncesinde gerek dünya gerekse Türkiye yazınında bunun örneklerini bulmak mümkün. Ben o eski tekniği kullanarak beni, edebiyatseverleri hatta ve ‘çağdaş insanı’ ilgilendiren kavramları, düşünceleri, düşleri, özlemleri , sanal ortamda bile olsa tartışmak istedim. Çünkü gerçek yaşamda bunun ortamım bulmak ve yaratmak benim için mümkün olmadı. Arkadaşlıklara dostluklara ve bu türden sıcak, samimi sohbetlere düşman, bölük pörçük bir yaşantımız var. Fikir, yaşamın bu dayatmasından doğmuş olabilir.

Aldığım tepkilere gelince: Belinda’ya mektuplar adres taşımamasına karşılık, uzak^yakın çok ‘alıcı’ya ulaştı. Yanıtlar, övgüler tabi eleştiriler de aldı. Genellikle mektupların ilgiyle ve tat alınarak okunduğunu söyleyebilirim. ‘Belinda’ya ne oldu? . Yoksa artık mektuplar’ı bana göndermiyor musun? ‘ türden her gün gelen e-mailler de bunu doğrulayan işaretler.

“Belinda’ya Mektuplar’da pek çok konuya dair düşünce ve duygunuzu “kendinizden kaybetme pahasına” da olsa pek çok insanla paylaştınız. Orada da bir parça sözünü ettiğiniz bu “yazan kişinin yazdıkça kendinden yitirmesi” düşüncesin! açar mısınız? Yazdıkça eksilenlerin yeri nasıl doluyor?

Bu konudaki düşüncelerimi daha önce ” yazmak biraz da ölmektir” başlıklı bir deneme ile yayınlamıştım. Okuyanların bir kısmı anlamakta ya da bu görüşü kabullenmekte zorlandılar. Soru yöneltenler, eleştirenler oldu. ilk bakışta yazma, bir ‘paylaşma’, bir ‘çoğalma’ bir ‘ölümsüzleştirme’ eylemi olarak görünüyor. Bu belki “eser” ve okuyucu/alıcı açısından bakıldığında pek yanlış değil. Ancak objektifi yazara çevirdiğimiz de durum farklı, bence o yazdıkça ‘eksiliyor’ hatta kendinin /ruhunun özgün bir parçasını kitaplarda öldürüyor. Çünkü bize ait olan o ‘öykü’ / ‘şiir’ bir kitabın sayfalarında siyah mürekkepli harfler şekline dönüştüğünde artık bizim ‘ayrılmaz’ bir parçamız olmaktan çıkıyor. Yazar olarak, onun yerine yenilerim koymak zorundasınız. Yoksa giderek tükenmeye ve ölmeye mahkumsunuz. Edebiyat tarihi bunun dramatik örnekleri ile dolu. Bu konuda ilk aklıma gelen Ernst Hemingway.

Şu anda sözünü edebileceğiniz projeleriniz neler?

M.A.: Ah o yeni projeler! Kafamda yapmak istediğim kadar çok şey var ki! Eksik olan zaman, bazen günün 24 saat olmasına hayıflanıyorum. Gerçekleşmesi muhtemel projelerin başında çekmecemde duran üç dosyanın (şiir, öykü, makale/deneme) kitaplaşması. Bunun için arkadaşlara söz verdim. Umarım 2005 de sözümü yerine getirebilirim.

Çok teşekkür ederim Öykülü Geceler Adına.

M.A.: Beni Öykülü Geceler’in o ayışığı ve yıldızlı kubbesi altında konuk etme inceliğini gösterdiğiniz için ben size teşekkür ederim.

Mayıs 2003

2021 Enver Gökçe Toplumcu Gerçekçi Şiir Ödülü Konuşması

Sevgili Enver Gökçe Dostları, Sevgili Şiirseverler, Değerli Konuklar!

Sizleri, uzaklardan, Almanya’nın Duisburg Kentinden sevgiyle selamlıyor, şiir sıcağı ile kucaklıyorum. Hoş geldiniz, onur verdiniz! Eşimin sağlık sorunları nedeniyle ödül törenine katılamadığım için çok üzgünüm. Beni bağışlamanızı dilerim.

Ta gençliğimde, duruşlarıyla, yazdıklarıyla ve insanlıklarıyla beni derinden etkileyen, dünyaya bakışımı biçimlendiren değerli şair ve yazarlardan biri olan Enver Gökçe’nin adını taşıyan bu ödül, benim için büyük bir onurdur. Beni bu değerli ödüle layık gören seçici kurul üyelerine, ödül fikrine öncülük eden sevgili Yalçın Duman’a içtenlikle teşekkür ediyor; ödülün yaşama geçirilmesinde emeği geçen ve yakınlarda yitirdiğimiz İbram Erdem’i de şükran ve saygıyla anıyorum.

Bir kısmı bugün aranızda olan değerli şair ve araştırmacılar tarafından şiirimizin yüz akı, örnek insan Enver Gökçe’nin yaşamı, mücadelesi ve şiiri için neredeyse her şey söylenmiş, yazılmıştır. Ben bunları tekrarlamak yerine, Enver Gökçe’nin benim için taşıdığı değeri ve önemi kısaca anlatmaya çalışacağım:

  • Enver Gökçe, dokuz yaşında ailesi ile köyden Ankara’ya göç etmiş, benim ailem de 1956’da ben altı yaşımda iken Ankara’ya göç etti.
  • O, daha üniversiteye başlamadan solcu olmuş ben de
  • O, kendi döneminin gençlik hareketine katılmış ben de
  • O, tutuklanmış, işkence görmüş, hapislerde yatmış, onun kadar ağır ve uzun olmasa da bende tutuklandım, işkence gördüm ve hapis yattım.
  • O, ilk ciddi şiirlerini yazmaya hapishane de başlamış, ben de
  • O, hapis sonrası zorunlu sürgünler yaşamış, ben silah altına alınıp Kıbrıs’a gönderildim.
  • O, işsizlikten, çaresizlikten köyüne dönmüş, bana Almanya yolu görünmüş.
  • O, yaşamı boyunca, toplumcu, siyasi, edebi mücadelesini sürdürmüş, dernek kurmuş, dergi çıkarmış, toplumcu gerçekçi şiirler yazmış, ben de
  • O, Fransızcadan şiir çevirileri yapmış ben Almancadan.

Yaşantımızdaki bu benzerliklerin benim yazın ve şiir çalışmalarıma yansımasından daha doğal ve diyalektik bir durum söz konusu olamazdı. Bu bağlamda ödül gerekçesinde de dile getirildiği gibi şiirlerimde kullandığım imgelerin Enver Gökçe’nin şiirine yönelik, benzerlikler olması çok şaşırtıcı değildir. Bu benim Enver Göçe ile örtüşen dünya görüşümün, sanat anlayışımın bir sonucu olduğu kadar, bilinçli bir tercihin sonucudur.

Benim dilini, kültürünü, insanını tanımadığım bir ülke olan Almanya’da 1978’de her şeye sıfırdan başlayarak yeni bir hayat kurmak, tahsilini yapmadığım öğretmenlik mesleğini hakkını vererek, en iyi şekilde harcadığım emek, Türkiyeli göçmen öğrencilerin eğitim sorunları için verdiğim sendikal mücadele, bana edebiyat çalışmaları için pek fazla zaman bırakmadı. Emekli oluncaya değin çok yazan ve yayımlayan biri olamadım. Bu nedenle kendimi “şair” ya da “yazar” olarak tanıtmaktan biraz sakınır, çekinirim. Ben kendimi daha çok bir “kültür ve edebiyat insanı” olarak görürüm. Bu bağlamda, ödülün son şiir kitabım “Gün Gelir” yanında, toplumcu gerçekçi sanat anlayışımın ve Almanya’daki kültürel, edebi çalışmalarımın dikkate alınarak verilmiş olması benim ödülle olan bağımı duygusal olarak da pekiştirmiştir.

Enver Gökçe Toplumcu Gerçekçi Şiir Ödülü benim, 2016 yılında, Almanya’nın Duisburg Kenti tarafından verilen “Fakir Baykurt Kültür Ödülü”le birlikte aldığım ikinci değerli ödüldür. İlki 65, ikincisi 70 yaşımda bana layık görülen bu ödüller benim için gençliğimden beri yürüdüğüm yolun, sürdürdüğüm mücadelenin, verdiğim emeklerin, yazdığım öykü ve şiirlerin bir anlamı ve değeri olduğunu gösteren, onaylayan çok değerli kanıtlardır.

Enver Gökçe ödülü, bana aynı zamanda günümüz dünyasında Enver Gökçe’nin adını yaşatmanın, genç şair ve eylemciler onun şiiri ile tanıştırmanın ve şiir anlayışını daha ileriye taşımanın ne derece önemli olduğunu, bir kez daha anımsatmıştır. Bunun için elimden gelen gayreti göstereceğimden emin olabilirsiniz.

Edebiyata çağlar buyunca farklı anlamlar, amaçlar ve işlevler yüklenmiştir. Kimi zaman öğretici yanı, kimi zaman edebi yanı, kimi zaman siyasi yanı öne çıkmıştır. Ancak kalıcı olan edebiyat, haktan, haktan, iyiden, güzelden, kardeşlik ve barıştan yana olan, toplumcu gerçekçi edebiyat olmuştur. Bu bağlamda Enver Gökçe adı ve şiirleri sizlerin katkılarıyla yaşamayı, belleklerde ve gönüllerde kalmayı sürdürecektir.

Bu duygu ve düşüncelerle, Enver Gökçe’nin değerli anısı ve mücadelesi önünde saygıyla eğiliyor, onun adına düzenlenmiş bu ödülü layık gören seçi kurul üyelerine, törene katılan tüm değerli konuklara gönülden teşekkür ediyorum.

Dostlukla, umutla ve şiirler kamanız dileğiyle saygılar, sevgiler, selamlar…

Duisburg, 18 Kasım 2021, Mevlüt Asar

Türkische Männer und Deutsche Frauen (*)

Der Duisburger Dichter und Lehrer Mevlüt Âsar verweist auf den Kulturschock, den die ersten angekommenen Männer aus der Türkei erlebten: »Frauen in Nachkriegsdeutschland hatten andere Erfahrungen hinter sich. Sie hatten die Stunde Null erlebt. Sie beteiligten sich an dem Wiederaufbau des Landes, oft als Witwen oder als junge Frauen. 1968 brachte die Befreiung der Liebe. Die Männer, die in den 196oer-Jahren hierherkamen dagegen, sie stammten oft aus ländlichen Gebieten – aus Dörfern, in denen Frauen bedeckt in der Öffentlichkeit zu sehen waren. Nicht selten haben junge türkische Männer Körperteile des weiblichen Geschlechts erst in Deutschland gesehen.«

Laut Âsar endeten interkulturelle Romanzen, die anfangs entstanden, meistens schmerzlich. »Ich rede nicht von jüngeren Generationen, die hier aufgewachsen und mit der deutschen Kultur vertraut sind. Da gibt es nur dann Probleme, wenn die Familien sich in die Verbindung einmischen. Frühere Liebesbeziehungen fingen leidenschaftlich an – so leidenschaftlich, dass die Literatur sich damit auseinandersetzte. Doch später führten die unterschiedlichen sozialen und kulturellen Hintergründe und das ungleiche Verständnis von Liebe zu Problemen, wenn nicht zu Tragödien. Es gibt eine schöne deutsche Redewendung, die nicht nur für Ehen gilt: >Liebe macht blind. Wer aber verheiratet ist, kann plötzlich wieder sehen!<« In seinem Gedicht »Rita« aus dem Jahr 1986 schreibt Mevlüt Âsar über eine unerfüllte Liebe dreier Männer.

Rita

Rita arbeitet in der Bar an der Ecke

Ihre Augen sprechen Italienisch

Ihr Busen Griechisch

Ihre Hüften Türkisch

Ihre Lippen sprechen Deutsch

Sandro, Dimitris und ich

Wir drei Männer vom Mittelmeer

Alle sind in Kellnerin Rita

– Sie ist honigblond –

Bis über beide Ohren verliebt

Rita schenkt Schnaps aus

Flirtet mit jedem von uns zugleich

Uns gibt sie unechtes Lachen

Aber Hans einen wahren Kuss

Draußen regnet es Bindfäden

In uns weht ein warmer Südwind

In unseren Herzen sprudeln Sirtakis

Und Rita wünscht sich einen Tango

Es ist zwölf Uhr nachts

Meine Frau wartet jetzt sicher am Fenster

(Aus “Dilemma der Fremde”, Ortadogu Verlag, 1986 Oberhausen)

Nicht nur südländische Männer waren von Asars Frauenfiguren angetan: »Vor mehreren Jahren schrieb ich eine Kurzgeschichte über einen One-Night-Stand zwischen einer Amnesty-International-Aktivistin namens Helga und einem türkischen Gewerkschafter, der in Deutschland Asyl beantragt hatte. Als die Geschichte veröffentlicht wurde, kontaktierte mich die Duisburger Redaktion der Westdeutschen Allgemeinen Zeitung. Nach dem Interview fragte mich der Journalist, wer Helga in Wirklichkeit sei. Natürlich war sie, wie Rita, eine fiktive Figur. Und es war gut, dass das ein One-Night-Stand war, sonst wäre alles viel komplizierter gewesen.«

*) aus „Deutsch-Landlieder / Almanya Türküleri”, Nedim Hazar, Rotbuch Verlag, 2021

Edebiyatta Kendini ve Haddini Bilmek

Daha önce de yazdım sanıyorum, ben “kendini” ve “haddini” bilmenin bir erdem olduğuna inanan insanlardanım. Övünmek, kendini olmadığı, hak etmediği yerlerde görmek bana yabancı olan şeylerdir. Tanıyanlar bilir, övülmekten, teveccühten bile sıkılır, utanırım. Kendini ve haddini bilen bir insan mütevazi bir insandır, yaptıkları, yazdıkları ile övünmez, başkalarının ya da arkadaşlarının başarılarını kıskanmaz, aksine olardan sevinç ve gurur duyar.

Bu bağlamda ben kendimi her zaman, sınırlı sayıda okuru, takipçisi olan sıradan bir yazar, ortalama bir kültür-sanat insanı gördüm. Bilgim, aklım, görgüm ve dilim yettiğince iyi şeyler yapmaya, yazmaya çalıştım. Bunda ne derece başarılı olduğumu, benden geriye bir iz kalıp kalmayacağını zaman gösterecek.

Kendisine yazar, şair sıfatını yakıştıran ya da okurlar tarafından bu sıfat ile payelendirlen herkes böyle midir? Elbette değil! Türkiye’de, Almanya’da ünlü ünsüz birçok şair ve yazar tanıdım. Kimi “büyük” yazar ve şairleri tanıyınca hayalkırıklığına uğradım, kim ünsüz yazar ve şairin ise bilindiğinden, göründüğünden çok daha değerli olduğunu öğrendim.

Kimi beğenilen, sevilen şairler, ünlü yazlar ile kimi “seçkinci” eleştirmenler, okurlar, edebiyatın sadece belli bir grubun tekelinde olduğunu düşünür. Edebiyat arenasında sadece kendilerinin at koşturabileceğine, kendi sözlerinin geçerli olduğuna, kimin yaşamaya, kimin ölüme mahkum olduğuna kedilerinin karar vereceğine inanırlar. Yeni kalemlere, yeni seslere gözlerini, kulaklarını tıkarlar.

Ben, sevgili Fakir Baykurt’un, kendinden önceki değerli insanların ona el vermesi kanat germesinin bir karşılığı olarak, el verdiği, kanat gerdiği bir insanım. Fakir Hocam, içinde bir nebze de olsa yetenek ve birikim olan, kadın erkek herkesi önce okumaya sonra yazmaya teşvik etti. Onların öykülerinin, şiirlerinin, kitaplarının yayınlanmasından hiç gocunmadı, aksine kıvanç duydu. Onun bize bıraktığı Duisburg Fakir Baykurt Edebiyat İşliği ve Kahvesi’ni yönetirken onun gösterdiği yoldan gittim. Yetenekli, tutkulu arkadaşları yazmaya ve yazdıklarını okura ulaştırmaya teşvik ettim, destekledim. İçlerinde ben den daha çok kitap yayınlayanlar, beni sollayıp geçenler oldu , ben de hiç gocunmadım, onlarla birlikte sevindim.

Buna karşılık yakın sayılacak ilişkim olan kimi yazar şair arkadaşların, bana ya da benim gibi “kendini” ve “haddini” bilen, mütevazi yazarlara şairlere “yokmuş” gibi davranmaları karşında, zaman oldu kırıldım, zaman oldu şikayetlendim. Ancak artık bunu yapmıyorum, sadece, ben de mümkün olduğunca onlardan ve yazdıklarından uzak duruyorum. Ama hiçbir zaman onlara “yokmuş” gibi davranmıyor, gösterdikleri başarılar, kazandıkları ödüller için onlar ve edebiyatımız adına seviniyorum.

Ayvalık, 22 Ağustos 2021

Mevlüt Asar

Ayvalık’ın Sorunları

Ayvalık

Türkiye nin sorunları gibi Ayvalık ın sorunları da hiç bitmiyor. Ve sorun yine Türkiye nin sorunlarında olduğu gibi çok katmanlı. Sorunlar bağlamında öne çıkan en yakıcı soru: Ayvalık’ı Ayvalık yapan değerlerin nasıl korunacağı. Bunun başında ise tarihi mimari doku ile doğal yapının ve zenginliğin nasıl korunacağı, geliyor. İkinci soru ise ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmelerin dayattığı “değişim” ve “dönüşüm”e nasıl karşı durulacağı. Yani Ayvalık’ta geleceğine ilişkin vizyonun ne olması gerektiği.

Son günlerde şehir merkezindeki , “Tosçular Çarşısı”na ve Migros’a komşu en son “halk kahvesi”nin de yabancı menşeli bir “Caffe House”e yenik düşmesi üzerine AKP ilçe başkanı Ali Gür’ün “itirazı” ve değerli dostum Ali Akdamar’ın bu itiraza verdiği yanıtla başlayan tartışma “Ayvalık Sorunu”nu yeniden gündeme getirdi. Tartışmaya katılanlar iki kutba ayrıldı. “Yenileşme”den yana olanlar, “yenileşe”meye (dışarıdan müdahale’ye) karşı olanlar. Akp ilçe başkanı, dışarıdan gelenlerin yön verdiiği gelişmeyi “ayvalık’ka müdahele” olarak yorumluyor ve müdahalelere “Yerli Ayvalıklılar”ın karşı olduğunu söylüyor.

Tartışmanın bir tarafı gibi görünen “Yerli Ayvalıklılar” kavramının bizzat kendisi tartışmaya açık, gerçekle örtüşmeyen bir kavram. Çünkü aslında Ayvalık’ın yerlisi yok. Ayvalık etnik olarak “mübadele” ile gelenler, Boşnak iskanı ile buraya yerleştirilenler ve sonradan buraya göç edene / ettirilen bir nüfustan oluşturuyor.

Bu üç farklı grup birbirini, hemşeri olarak değil, “parsadan pay kapmaya çalışan rakipler” olarak görüyor. Kendilerini “yerli olarak” tanımlayan “mübadiller”in, Ayvalık’ın bir turizm merkezi olmaya, değer kazanmaya başladığı son yıllara kadar Ayvalık’ı çok sevdiklerini ya da sahiplendiklerini söylemek çok zor. Şayet öyle olsaydı bugün Eski-Ayvalık bir harabeye dönmüş olmazdı…

“Yerli Ayvalıklar”ın çoğu ile Bir Zamanların Amerikası’ndaki “altına hücüm” devrini anımsatan bir hızla, İstanbul, İzmir, Bursa’dan Ayvalıka hücüm eden sermaye sahibi “Yeni Ayvalıklılar” ise her şeye “rant” ve “kazanç” açısından bakıyorlar. Az emek ve yatırım ile ne kazanır, ne kadar kazanırlarsa onu kar sayıyorlar.

Buna karşılık, ta 50’li yıllardan beri Ayvalık’a özel bir ilgi duyan, seven ve emekli olduktan sonra buraya yerleşen, göç eden okumuş-yazmış, aydın, sanatçı kesimi ise daha farklı bir Ayvalık vizyonuna sahip. Bir de buna her tatil sezonunda sayıları yüzbinleri bulan ve tek derdi rakı-balık-deniz-güneş ve eğlence olan yazlıkçıları / tatilcilerin “Ayvalık Düşü” kanayan yaralara tuz biber ekiyor.

Bu içinden çıkılmaz durumun ortaya çıkardığı sonuç ise: keşmekeş, vurdum duymazlık, sahipsizlik ve her gün biraz daha içinden çıkılmaz hale gelen yaşamsal sorunlar: Çevre kirliliği, gürültü kirliliği, trafik felaketi, betonlaşma, çirkinleşme ve giderek yok olma…

Haziran 2021

Mevlüt Asar

İnsan ve Özgürlük Tutkusu

İnsanın doğarken birlikte getirdiği duygulardan biri de hiç şüphesiz özgürlük duygusu ve tutkusu. Buradaki özgürlük kavramını, bağımsızlık, düşünme, seçme ve karar verme hakkını da içerecek şekilde kullanıyorum. Eğer bu duygu olmasaydı sanıyorum insan çok sıradan bir varlık olarak kalacaktı.

İnsanın, insanlaşmasını sağlayan iki ana duygu merak ve bu özgürlük tutkusudur. Özgürlük tutkusu ve sosyalleşme ihtiyacı hem birbirini dengeleyen / aynı zamanda birbiri ile çatışan iki duygu. İkisi arasında oluşan gerilim ve çatışma insanın kendini biçimlendirmesinin de temelini oluşturuyor.

Özgürlüğün önemi daha çok hem birey hem toplum için özgürlüğün olmadığı ve ortadan kaldırıldığı zaman ve coğrafyalarda kendini gösteriyor. Baskı ve terör ortamında, faşist sistemlerde zorlama bir biçimde toplumsal ve insani gelişmenin önü kesiliyor, yaratıcılık, demokrasi ve barış ortamı kalkıyor.

Özgürlüğün en büyük düşmanı korkudur. İnsanı ve toplumu özgürlüğe kavuşturmanın ilk koşulu “korku” duygusunun azaltılması ve sıfırlaması ile mümkün. Korkuyu azaltmak için ise insana “umut” vermek gerekiyor. Umut ne kadar çoğalırsa, korku o da o denli azalıyor.

Bugün sadece Türkiye’de değil, tüm Dünya’da yapılması gereken özgürlüğün ne denli önemli olduğunu, özgürlük olmadan ne adalet ne de demokrasi olmadığını, olamayacağını, özgürlük için de korkuyu yenmek ve gerekirse bedel ödemek gerektiğini insanlığa hem anlatmak hem de buna ikna etmek gerekiyor.

Burada en büyük sorun, insanların mülkiyetçi ve tüketimci tavrının yol açtığı “engelleri” sorgulatmak ve gerekirse bazı şeyleri kaybetmek riskini göze almak cesaretini güçlendirebilmek. Bu nasıl yapılabilir bilmiyorum. Ancak itaatkar olmayan, direnen, kadın erkek, örnek insanların sayısının toplumda artmasının bunu teşvik edeceğini düşünüyorum.

Temmuz 2021

Mevlüt Asar

Yaşlanma ve Değişen Duygular

Hadi yaşlandıkça demeyelim, ama yaş ilerledikçe insan hem fiziki, hem ruhsal hem de duygusal olarak değişiyor. Uzmanlar bunu hormonal, kimyasal değişikliklere yoruyorlar. Değişim /değişiklik sadece bunlarla kalsa iyi. Düşünceler, bakış açısı, tutkular, alışkanlıklar da değişiyor. İnsan kendini tanımakta bile zorlanıyor. Ve “neydim ne oldum” sorusu yerini “ne olacağım”a bırakmaya başlıyor…

Bu değişimden etkilenen sadece biz olmuyoruz, birlikte yaşadığımız insanlar, eşimiz, çocuklarımız, arkadaşlarımızda etkileniyorlar. Bizi tanımakta ve anlamakta zorlanıyorlar. Eski baba, eş, arkadaş gidiyor, onu yerini huysuz, hırçın, mutsuz hatta hoşgörüsüz bir “yaşlı adam” alıyor…

Özellikle 40 – 45 yıl birlikte olduğunuz, hayatınızın en değerli yıllarını birlikte geçirdiğiniz, hayatın zor ve güzel yanlarını birlikte aştığınız, mutlu, acı anları, zaferleri yenilgileri birlikte tattığınız kadınla, eşinizle, sevdiğinizle aranızda başlayan “sorunlar” zaten tadı tuzu azalmış olan yaşamı ikinize de dar edebiliyor.

Bunu üstesinden gelmek için kendinizi anlatmaya, onun sizi bu “değişmiş haliniz”le kabul etmesi gerektiğine inandırma çabalarınız işe yaramıyor. Bu yeni ve acı gerçeği bir türlü kabullenmiyor, sizi 40 yıl önceki halinizle görmek istiyorlar…

Ancak ben bu konuda ümidimi kaybetmiş değilim. Bu gerçeği anlatacak, onun beni anlamasını sağlayacak yeni sözler bulacağıma inanıyorum. Bu konuda diğer şairler, yazarlardan yardım alabileceğimi düşünüyorum. Onlardan birin şu söyledikleri, kulağıma oldukça iyi geldi:

“Seninle aramıza bir köprü kurmak isterim, harcı sevgi v e güvenle karılmış, yalnız iki kişilik bir köprü. Geri kalan ömrümü senin birlikte yürümeye hazırım. Seninle bir gülmek, ama yeri gelince hüzünlenmek ve ağlamak isterim. Arada bir de ciddi ciddi tartışmayı, hayat ve dünya üstüne felsefe yapmayı da. Her an olmasa bile, yeri ve zamanı gelince teninin sıcaklığını duymak, san şefkatle koynuna sokulmak ve öpmek isterim. Gençlik günlerinde olduğu gibi hareketli ve erotik olmasa bile… “

Ayvalık, Haziran 2021

Mevlüt Asar

%d blogcu bunu beğendi: