Sır (*)

Her şey Serkan’ın askere gitmesiyle başlamıştı. Giderken, “Selma ve Aylin sana emanet!” diyerek, karısını ve kızını en yakın arkadaşı Fuat’a emanet etmişti. Çocukluk arkadaşıydılar, birlikte büyümüşler, aynı okullara gitmişlerdi. Serkan, üniversiteyi bitirince lise yıllarından beri arkadaşlık ettiği Selma ile evlenmişti. Fuat ise bekar olarak biraz daha hayatın tadını çıkarmak istiyordu.

Fuat, Serkan’a verdiği sözü tutmaya özen gösterdi, Selma’yı sık sık telefonla aradı. Hafta sonlarını onlara ayırmaya ça-lıştı. Kimi kez cumartesi günleri birlikte alışverişe çıkıyorlar, pazar günleri ise hava durumuna göre ya gezmeye ya da sine-maya gidiyorlardı. Aylin, amcası olarak bildiği Fuat’la iyi anla-şıyor, yanından, yöresinden ayrılmak istemiyordu. Bu birliktelik, Selma ile Fuat’ın aralarındaki samimiyeti de artırmıştı. Görenler onların mutlu bir aile olduğunu düşünüyor, gülümseyerek bakıyorlardı.

Serkan, temel eğitimini bitirdikten sonra Ankara’daki bir birlikte göreve başladı. Hafta sonları ara sıra kaçamak yapıp İstanbul’a geliyor, karısı ve kızıyla hasret gideriyor, Fuat’ la görüşüyordu. Bir gün Selma’yı telefonla arayarak, Güneydoğu’da çatışmaların sürdüğü bölgede konuşlanmış bir birliğin alarm ve gözetleme sistemlerini monte etmekle görevlendirildiğini, ertesi günü yola çıkacağını söyledi. Görev yerine ulaştıktan sonra da tekrar arayıp iyi olduğunu haber vermişti.

Bu konuşmadan sonra iki hafta boyunca Serkan’dan hiç haber gelmedi. Bir sabah kapı çalındı, Selma kapıyı açtığında karşısındaki subayı görünce şaşırdı. Subay kendisini tanıtıp Serkan’ın bir çatışmada yaralandığını ve Ankara’daki Gülhane Askeri Tıp Akademisi hastanesine kaldırıldığını, isterlerse ziyarete gitmesine yardımcı olacağını söyledi. Selma, korkmuş, şok olmuş ne diyeceğini, ne yapacağını şaşırmıştı. Subay sakinleştirmeye çalıştı. Selma, bir süre sonra kendini toparlayarak, ”Ne olmuş, lütfen bana anlatın!” dedi. Subay, Serkan’ın da içinde olduğu askeri aracın, arazide mayına çarptığını, araç şoförünün şehit olduğunu, iki koruma ile birlikte Serkan’ın yaralı olarak kurtulduğunu söyledi.

Selma, Fuat’ı iş yerinden arayıp durumu anlattı. Gelen su-bayın yardımı ile, ertesi günü için Ankara’ya kalkan ilk uçakta yer ayırttılar. Ankara’ya inince bir taksiye binip hastahaneye geldiler. Hemen Serkan’ı görmek istediler, fakat bölüm sorumlusu doktor binbaşı onları kendi odasına aldı. ”Asteğmen kasığından ve sağ omuzundan yaralanmış, hayati bir tehlike söz konusu değil.” diyerek, onları sakinleştirdi. Ardından, “Ancak hassas bir ameliyat geçirdi, bir süre daha ihtimamlı bir tedaviye ihtiyacı var.” diye ekledi. Sonra onları Serkan’ın yattığı odaya kadar götürdü, hastayı yormamaları ve çok konuşturmamaları için uyararak yanlarından ayrıldı.

Selma ve Fuat, Serkan’ın yüzünde göreceklerini sandıkları, ölümden dönmüş olmanın sevincinden bir iz bile göremediler. Bedbin, dalgın ve suskundu. Selma’nın sevecen ve şefkatli ilgisi, Fuat’ın gösterdiği kardeş yakınlığı durumu değiştirmedi. Pansuman için gelen hemşirenin ziyareti sona erdirmeleri ricası üzerine, Serkan’ı öpüp “Geçmiş olsun,” diyerek kalktılar. Ser-kan, onların yeniden ziyaret etme isteklerine karşı çıktı. Onlar ısrar edince de kesin ve hırçın bir dille tekrar gelmelerine gerek olmadığını, Selma’nın bir arkadaşına bıraktıkları Aylin’in üzül-memesi için İstanbul’a dönmelerinin daha iyi olacağını söyledi. Fuat ve Selma şaşırmıştı, gitmeden önce tekrar doktoru ile görüştüler. Doktor, Serkan’ın olayın şokunu atlamadığını, psikolojik yardımla düzeleceğini söyleyerek, Selma’yı yatıştırmaya çalıştı.

Selma uçakta kendini tutamayıp ağlamaya başlayınca, Fuat ellerini tutup, başını okşayarak sakinleştirmeye çalıştı. Fuat, ilk kez Selma’ya karşı içinde bir tür acımayla karışık, şefkat ve sevgi dalgası oluştuğunu fark etti. İstanbul’a döndükten sonra Selma, Serkan’ı her gün telefonla aradı, ona moral vermeye çalıştı, ama onun ketum ve karamsar halinin hiç değişmediğini fark edip üzüldü. Üzüntüsünü paylaştığı Fuat kendisi teselli et-meye, moral vermeye çalıştı. Hafta sonunda Selma’yı ve Aylin’i alarak, biraz olsun kederleri dağılsın diye gezmeye ve yemeğe götürdü. Selma’nın üzüntüsü dağılır gibi olsa da geçmiyor, bu Aylin’e de yansıyordu. Ne yapsa etse onları neşelendiremiyordu.

Aradan iki hafta geçtikten sonra Serkan, bir sabah Selma’ ya telefon edip, tedavisinin bittiğini ve iki gün sonra taburcu olacağını söyledi. Selma’nın ısrarına rağmen, “uçağa atlar gelirim,” diyerek, Ankara’ya gelmesini istemedi. Fuat’ın onu hava alanından alma teklifini de geri çevirdi. Serkan söylediği gibi

ikinci günün akşamı geldi. Eski neşeli halinden hiç eser yoktu. Karşılarında donuk, suskun bambaşka bir insan vardı. Fuat, ailece başbaşa kalmalarının daha iyi olabileceğini düşündü ve “Benim yapmam gereken işler var,” diyerek kalktı.

Ertesi gün telefon ettiğinde ise Selma, ağlamaklı sesle Serkan’ın yatağını ayırdığını söyledi. Fuat, dert etmemesini, sakin olmasını söyleyerek telefonu kapattı. Selma’ nın, duyduğu bu yakınlık ve güven, Fuat’ı hem sevindiriyor hem de huzursuz ediyordu. Serkan, en yakın, en sevdiği arkadaşıydı. Onların yeniden eski mutluluklarına kavuşması için her şeyi yapmaya hazırdı. Öğleden sonra Serkan ‘ı aradı ve akşama bir yerde buluşup sohbet etmeyi teklif etti. Serkan önce olumsuzlandı, fakat Fuat’ın ısrarına dayanamayarak teklifi kabul etti.

Fuat, bekârken arada bir gittikleri, Kumkapı’daki meyhane-bistro karışımı lokantaya geldiğinde, Serkan’ı cam kenarındaki masalardan birinde oturuyor görünce sevindi. Tokalaşıp bir birlerine sarıldılar. Bir süre havadan sudan kısa cümlelerle konuştular, içkilerini yudumladılar. Fuat, oluşan sessizliği dost bir sesle bozdu ve Serkan’ın gözlerinin içine bakarak, “Sen benim en yakınımsın, kardeşimden de yakınsın. Ama artık seni tanıyamıyorum, sanki eski sen değilsin. Mutsuz, suskun, ketum bir adam olup çıktın. Evet, ölümlerden döndün, kötü şeyler yaşadın. Ama artık hepsi bitti. Hayat devam ediyor. Sağlığına kavuştun. Seni seven dünya güzeli karın, tatlılar tatlısı kızın var. Daha ne istiyorsun? Nedir derdin?” diyerek bir çırpıda içindekileri döktü.

Serkan, gözlerini ondan kaçırıp denize doğru çevirdi. Elindeki bardaktaki viski sodayı bir yudumda dipledi. Ardından sigara yaktı. Bir şeyler söylemek için devindi. Sonra vazgeçti. Sustu. Fuat, garsona işaret edip içkilerini yenilemesini söyledi. Belki ikinci kadehten sonra açılır, konuşur diye düşünmüştü. Yanılmıştı. Serkan, heykel gibi gözleri denizde belirsiz bir noktaya takılı sustu kaldı. Serkan’ın yüzüne dikkatle bakınca gözlerinin dolduğunu fark etti. Ağlasa keşke diye düşünürken, Serkan birden ayağa kalktı. “Beni rahat bırak. Konuşacak bir şey yok!”’ diyerek, hızla kapıya yürüdü. Fuat donup kaldı. Ardından koşmadı, oturup sarhoş oluncaya kadar içti..

Ertesi gün kuşluk vakti telefon sesiyle uyandı. Arayan Selma idi. Ağlayarak, Serkan’ın evi terk ettiğini söyledi. Fuat, hemen geleceğini söyleyip kalktı. Selma bitkin, perişan bir haldeydi. Ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüştü. Fuat’ı görünce tekrar ağlamaya başladı. Fuat, Selma’ya sarıldı ve sakinleştirmek için güven veren bir sesle “Her şey düzelecek, yıkma kendini!” dedi. Selma’nın göz yaşlarını silerken, alnından hafifçe öptü. Selma, göğsünde bir kuş gibi titriyor, hıçkırıklarını bastırmaya çalışıyordu. Fuat ona şefkat ve sevgisini belli etmek istercesine biraz daha sıkı sarıldı. Selma da ona iyice sokuldu. Bir süre öyle kaldılar. Selma’ya sımsıkı sarılmışken içindeki duygunun şefkat ve sevgiden de öteye geçmekte olduğunu sezince endişeye kapıldı. Selma’yı bırakıp uzaklaşmak istedi. Selma bırakmadı, başını kaldırıp Fuat’ın gözlerinin ta içine “Beni bırakma,” der gibi uzun uzun baktı ve sonra uykudaymış gibi dalgın dudağından öptü.

Fuat şaşırmıştı, nasıl bir tepki göstermesi gerektiğini düşünürken, Selma onu elinden tutup salondaki geniş koltuğa götürüp oturmasını istedi. Kendisi de yanına oturup sakin ve şef-kat bekleyen bir tavırla Fuat’ın göğsüne yaslandı. Fuat Selma’yı kendine çekti. Bir süre öylece sarılmış durdular, sanki birbirlerinin kokusunu içlerine çekip, kalp atışlarını dinlediler. Sonra bir-birlerini okşamaya, yanaklarına, dudaklarına öpücükler kondur-maya başladılar. Sevişmeleri giderek daha şehvetli bir hal alınca, Fuat “Lütfen dur! Sonra pişman olacaksın!”diyerek, Selma’ yı durdurmaya çalıştı. Selma dudaklarını Fuat’ın dudaklarına yapıştırarak onu susturdu. Sonra doğrulup bluzunu çıkarıp Fuat’ ı kendine çekti. Ok yaydan çıkmıştı. Selma birden kasılıp sarsılarak bedeninin ulaştığı o sarhoş edici gerilimden kurtuldu. Kalp atışları, nefes alış verişi giderek sakinleşti. Fuat’ın kabaran duyguları geri çekildi, durumun nereye varacağını düşünmeye başladı. Başını kaldırıp soran bakışlarla Selma’ya baktı. Selma “bir şey sorma” der gibi gözlerini kapattı.

Fuat ayağa kalktı, üstüne başına çeki düzen verdi. Bir şey söylemeden kapıyı çekip çıktı. Bir kaç gün Selma’yı arayıp sormadı. Selma’nın cep telefonuna gönderdiği mesajları yanıtlamadı. Ancak çok huzursuzdu. Her şeye rağmen Selma’yı böyle ortada bırakmayı bir tür korkaklık ve acımasızlık olarak görüyor, vicdanı ve kalbi onu rahat bırakmıyordu. Bir gece rüyasında Selma’yı intihar etmiş, Aylin’i yanında ağlar görünce ter içinde bağırarak uyandı. Sabahı zor etti, saat sekiz olunca telefonu alıp Selma’nın numarasını çevirdi. Ahize de Selma’nın sesini alınca, bir an ne diyeceğim düşündü, sonra dudaklarından “Seni sevi-yorum” tümcesi döküldü. Tekrar sustu. Şaşıran Selma, ne söyleyeceğini bilemedi. Ardından, “Seni çok özledik” diyebildi. Fuat rahatladı. “Size gelmek istiyorum,” dedi. Selma, sevincini belli eder bir tonda “Bekliyoruz,” deyince telefonu kapatıp banyoya yürüdü.

Selma kapıyı açıp Fuat’ı karşısında görünce biran duraksadı, sonra birbirlerine sıkıca sarıldılar. Aylin henüz uyuyordu. İçlerinde biriken arzuya karşı koymayıp yatak odasına yöneldiler. Odada Serkan’ı hatırlatacak bir iz kalmamıştı. Soyundular ve birbirlerini öperek yatağa uzandılar. Sevişmeleri boyunca “seni seviyorum“ ve “seni özledim” birbirine karıştı. Bastırıl-maya çalışılan inilti ve çığlıklar yerini derin nefes alış verişlere bıraktı. Aylin’in yatak odasına gelmesi ile uyandılar. Aylin yatağa tırmanıp ikisinin arasına girdi. Fuat ve Selma’nın aksine gayet rahattı. Onların birlikte yatakta oluşuna hiç şaşırmamıştı sanki. İkisinin de yanaklarına birer öpücük kondurdu.

Bir süre sonra, Selma, “Benim karnım acıktı, güzel bir kahvaltıya ne dersiniz?” diyerek kalkıp duşa girdi. Duştan sonra her zaman yaptığı gibi günlük gazeteyi alırken posta kutusuna da baktı. Posta kutusundan üzerinde yabancı pullar olan bir başka zarf çıktı. Mutfağa geldi, bir sandalye çekip oturdu. Mektubu merakla açtı, Serkan’ın düzenli ve yumuşak el yazısını hemen tanıdı, merak ve heyecanla okumaya başladı:

Sevgili Selma,

Seni kafanda bir çok sorular ve kanayan bir yürek ile bırakıp gittiğimi biliyorum. Ama başka çarem yoktu. Şimdi yazacaklarımı okuyunca bana hak vereceğine inanıyorum.

Ben, mayın patlamasının vücudumda yol açtığı tahribat nedeniyle cinsel organımı kaybettim ve bunu sana söyleyemedim. Doğuda yaşayıp gördüklerim ve erkekliğimi yitirmemden sonra benim eski Serkan olarak kalıp seni mutlu etmem artık olanaksızdı. Sana kocalık yapamamak, aynı yatağı paylaşıp seninle sevişememek, düşüncesi bana onur kırıcı ve dayanılmaz geldi. Seni kendini en çok kadın hissettiğin yıllarda adeta dul bırakmak, Aylin’e bir kardeş yapma arzunu yerine getirememek duygusuyla baş edemeyeceğimi anladım.

Sana gerçeği ve içine düştüğüm çıkmazı anlatsaydım, eminim beni sevdiğin için bunların hiç önemli olmadığım söyleyip mutlaka beni kalmaya ikna etmeye çalışacaktın. Böyle bir özverinin bana yükleyeceği minnet duygusu ile daha çok ezilecek, hem kendimi hem seni mutsuz edecektim. Böyle mutsuz bir birlikteliği ne sana ne de kızıma reva göremezdim, çünkü ben de sizi çok seviyordum. Bu durumda tek çözüm, kaybolup sizin mutlu yaşamanıza bir açık kapı bırakmaktı.

Fuat’ın siz i sahipleneceğini, seni ve kızımı benim kadar sevebileceğini iyice fark ettikten sonra çok sevmene rağmen se-ni, bir tanecik kızımı ve güzel yurdumu terk etmeye karar verdim. Şimdi ben, zarftan da anlayacağın gibi çok uzaklarda bir ülkede yaşıyorum. Bu kadar uzaklara kaçmamın iki nedeni var. Birincisi beni aramaya kalkmanızı engellemekti, İkincisi de, güzel yurdumuzu iç savaşın eşiğine getiren, binlerce gencecik in-sanın ölmesine, sakat kalmasına göz yuman, Kürtlerle aramızda bir ‘kan davası’ yaratarak çıkar sağlayanların yalanlarını duymayacağım bir yerlere gitmek isteğiydi. Ayrıca aradaki uzak-lığın çok olmasının benim geçmişe sünger çekmemi, yeni bir hayata başlamamı kolaylaştıracağını düşündüm.

Selma, beni anlamanı ve bağışlamanı diliyorum. Tek istediğim, senin ve kızımın mutlu olmasıydı. Bana göre Fuat, size bu mutluluğu verebilecek insandır. Ona olan kardeşlik duygum ve güvenim de sonsuz. Bu mektubu ona da oku! Kendini suçluluk ve ihanet duygularının girdabına kaptırmasın. Mutlu olabilmenizin şartı, geçmişin izlerinden, bağlarından bir de feodal ahlakın katı değerlerinden kurtulmaya, özgürleşmeye bağlı olduğunu unutmayın…

Üçünüzü de son kez sevgiyle ve hasretle kucaklıyorum. Elveda geçmişte kalan güzelliklere; karıma, kızıma, arkadaşıma, yurduma…”

Selma, mektubu masaya bırakıp gözünde biriken yaşlara, boğazında düğümlenen hıçkırıklara yol verdi. Onun hıçkıra hıçkıra ağladığını duyan Aylin ile Fuat koşarak mutfağa geldiler. Selma boynuna sarılan Aylin’i göğsüne bastırırken, “Ne oldu, neyin var?” diyen Fuat’a gözleriyle masada duran mektubu işaret etti…

Duisburg, Aralık 2006

*) Mevlüt Asar, “Aşkın Halleri” Neziher Yayınları, Eylül 2016

masallara inanmak

Orta yaş çizgisine yaklaşmış olmasına rağmen hâlâ erkeklerin başını döndürecek kadar güzeldi. Kadın olmanın onurundan ödün vermeden yaşamaya kararlı bir kadının yaşadığı, zorlukların belki de tümünü yaşamıştı. Birçok erkek tanımıştı: aydın, yarı aydın, düzeyli, düzeysiz, maskeli maskesiz Hepisinin kadına bakışı aynıydı: Kadın erkek için yaratılmıştı. Onun cinsel açlığını doyurmak, olgunlaşmamış kişiliğine ve aşamadığı komplekslere derman olmak için vardı. O elde edilinceye, yatağa atılıncaya kadar, sevilmeye, aşık olunmaya değerdi. Sonra, kullanılmış bir mendil gibi bir kenara atılabilirdi.

Bu yüzden erkeklere kuşkuyla bakar olmuş, onlara karşı bedeninin ve kalbinin çevresine görünmez bir korunma duvarı örmüştü. Ama nihayet o da bir kadındı! İltifatlar almak, beğenildiğini görmek, sevildiğini bilmek istiyordu. Bu istekleri bastırarak yaşamak onu bunaltıyordu. Tüm olumsuz deneyimlerine karşın erkek düşmanı bir kadın, bir feminist olmamıştı. Zaman zaman yeni hayal kırıklıkları pahasına da olsa, erkeklere şans tanımaktan yanaydı…

O akşam, iki bayan arkadaşı ile birlikte çıkmışlar, arada bir takıldıkları bu mekana gelmişlerdi. İki arkadaşa rağmen kendini yalnız hissediyordu. Bir süre sonra tanıdığı bir doktor ve yanında bir erkek arkadaşı içeriye girdiler ve karşılarında bir masaya oturdular. Doktorla uzaktan selamlaşıp karşılıklı gülümsediler. Masadaki arkadaşları her zaman olduğu gibi havadan sudan konuşuyorlardı. Onlara katılmakta hep zorlanıyordu. Çalan hüzünlü müzik, içtiği kırmızı şarap “kalabalıktaki yalnızlık” duygusunu arttırmıştı.

Bir ara doktorun olduğu masaya tekrar baktığında yanındaki yakışıklı adamın dikkatle kendisine baktığını fark etti. Adam şarap kadehini kaldırarak onu zarif bir şekilde selamladı. O da gayri ihtiyari önündeki kadehi kaldırarak karşılık verdi. Huzursuzlanıp “korunma duvarı”nın arkasına çekilmeye hazırlanırken, esmer bir kadın “Buyurun, bunlar sizin için,” diyerek, bir demet kırmızı gül uzattı. “Kimden?” diye sormadan, karşı masaya baktı. Yakışıklı adam, boynunu bükmüş çiçekleri kabul etmesini istiyordu. Ne kadar uzun zaman olmuştu, bir erkekten çiçek almayalı. Başıyla adama teşekkür etti. Adam kadehini kaldırdı, o da kadehini kaldırıp kadehinde kalan şarabı bir yudum içti ve duygularını özgür bırakmaya karar verdi. Belki de bu gece hayatına yeni bir sayfa açabilirdi.

Adam sanki bunu hissetmiş gibi elinde şarap kadehi, kadının oturduğu masaya geldi ve kibarca, “Beni kırmayıp gülleri kabul ettiğiniz için size teşekkür ederim. Rahatsız etmezsem oturabilir miyim?” diye sordu. Kadın, “Tabii, niçin olmasın? Buyurun lütfen,” diyerek yer açtı. Ardından ”Güller için çok teşekkür ederim,” diyerek kadehini kaldırdı: “Tanışmamıza!” Adam, “Çok mutlu oldum!” dedi. Arkadaşlarıyla tanışırken, o adamı inceledi: Esmerliği, yakışıklı yüz hatları, zevk sahibi olduğunu gösteren giyimiyle eski siyah beyaz filmlerdeki artistlere benziyordu. Konuşurken yaptığı jestler, mimikler bu havayı pekiştiriyordu…

Tanışma seremonisi bittikten sonra, “Sizi ilk kez görüyorum. Galiba buradan değilsiniz!” dedi. Adam, kısa cümlelerle ve espriler katarak yaşamını özetledi: Orta Anadolu’nun bir ilinde dünyaya gelmiş. Sonra kitaplara olan merakından matbaacı olmuş ve önüne çıkan fırsatları değerlendirerek, çok satan bir ulusal gazetede baskı işlerinden sorumlu müdür olmuş. Teknik gelişmeleri izleyebilmek için sık sık Avrupa’ya geliyor, kurslara, seminerlere katılıyormuş. Bu kez yolu İtalya’ya düşmüş. Hafta sonundan yararlanarak Almanya’daki doktor arkadaşını ziyarete gelmiş. Almanya’yı değil, ama İtalya’yı sevmiş. İnsan Avrupa’da yaşayacaksa İtalya’da yaşamalıymış… Sözünü bitirince, şarap kadehini tekrara kaldırdı: “Sizi tanımanın mutluluğu ve şerefine!”

Kadın “korunma duvarı”nın yıkıldığını, adamın çekim alanına girdiğini fark etti. Çalan müziğin yüksekliği nedeniyle onu duyamadığını söyleyerek adama daha çok yanaştı. Aralarındaki sohbet giderek koyulaştı. Adamın iltifatları ve davranışlarıyla kendini herzamankinden daha çok kadın hissetmeye başlamıştı. Adam, elini tutup “Dans etmek ister misiniz?” diye sordu.

Kadın sevinerek, “Elbette” diye yanıtladı. Dans edilen alana yürüdüler. Adam zarif bir hareketle kadının elini tutup kendine çekti. Keman ve gitar eşliğinde çalınan şarkının ritmine uyarak dans etmeye başladılar.

Müzik bittiğinde, kadının kalbi küt küt atıyor, başı hafiften dönüyordu. Adam elini bırakmadan masaya kadar getirdi, sandalyesini çekip oturmasına yardım etti. Ardından elini dudaklarına götürerek teşekkür etti.

Kadın, “Çok uzun zamandır böyle dans etmemiştim,” dedi, “neredeyse dans etmeyi unutmuşum. Umarım sizi güç durumda bırakmadım?’’

“Kesinlikle hayır,” dedi adam, “Daha önce hiç dans etmediğiniz biriyle dans etmek kolay değildir, ama siz çok güzel dans ediyorsunuz.”

Kadın güldü: “Teşekkür ederim.”

Adam kadının gözlerinin içine baktı: “Çok güzel olduğunuzu biliyor musunuz? Hele gülünce?”

Adamın avucundaki elinden ta kalbine varan bir sıcaklık yayıldı. Daha önce tanıdığı erkeklerde olmayan bir tür soyluluk vardı onda. İçindeki kilitli odaların kapısı açılmaya başlamıştı.

Kendini kontrol etmeyi bıraktı. Adamla olan derin sohbeti daha samimi bir şekilde, göz göze yanak yanağa sürdürdü…

Orkestra insanın kanını coşturan bir parça çalmaya başlayınca adam, “Tekrar dans edelim mi?” dedi. Kadın hemen kalktı. Kendini kuş gibi hafif hissediyordu, bedenini adamın kollarına istekle bıraktı. Yorgun düşünceye kadar dans ettiler. Masaya döndüklerinde kadının arkadaşları gitmişti. Birbirlerine iyice sokuldular. Garsonun bardaklarına döktüğü kırmızı şaraptan birer yudum aldılar. Bu kez kadın adamın elini tutup “Teşekkür ederim,” dedi, bana hep anımsayacağım çok hoş ve güzel bir gece yaşattınız.“ Adam, “Ben sizin anılarınızda kalmak istemiyorum!” diyerek karşılık verdi: “Sizin gönlünüzde bir yerim olsun istiyorum. Ama o yeri bir gece de kazanamayacağımı biliyorum. Bana bir şans tanıyın, sadece bu geceyle kalmasın, lütfen.” Kadın, gözleri adamın parmağındaki şövalye yüzüğüne takılmıştı, kendi kendine konuşur gibi yanıtladı: “Gerçek sevgi ve aşk öleli çok oldu. Kim bilir belki bir şövalye onu tekrar yaşama döndürür…” Sonra kadehini kaldırdı: “Şövalyelerin şerefine!” Adam karşılık verdi:

“Gururlu ve soylu kadınlara!“

Şarapları bittiğinde müşteri olarak sadece kendilerinin kaldıklarını fark ettiler. Adam garsona işaret etti. Yüklüce bir bahşişle hesabı ödedikten sonra garsonun kulağına bir şey söyledi. Nefis bir tango çalmaya başladı. Adam, kadının kulağına eğildi: “Bu gecenin son dansı olsun, lütfeder misiniz?” Dans ederken birbirine sımsıkı yapışmış vücutları aynı hareketleri yapıyor, yanakları birbirine değiyor, tenlerinin kokusu birbirine karışıyordu. “Paris’te Son Tango filmini görmüşsünüzdür mutlaka,” dedi adam, “Ama bu bizim son tangomuz olmasın lütfen! Ben kalbinizde bir yer istiyorum, beni kırmayın!”

Tango bittiğinde bir süre birbirlerine sımsıkı sarılmış olarak durdular. Kadın, garsonun tuttuğu mantosunu giyerken kendisini bir masal kahramanı gibi hissetti. Kendi kendine, “Belki de yanlışımız masallara inanmamak!” dedi. Kendisini mutlu, umutlu ve özgür hissediyordu. Adamın koluna girdi, birlikte çıktılar. Dışarıda onları pırıl pırıl yıldızlarla dolu lacivert bir gökyüzü karşıladı. Kadının içi ürperdi, koluna girdiği adama iyice sokuldu…

Mevlüt Asar

“Aynadaki Kelebek” (s. 83 – 87) Neziher Yayınları, Ekim 2014

aşkın dirilişi


Bild/ Resim: Der Kuss – Gustav Klimt
Şair, Aşk'ı etkin söz dağarcığından sileli yıllar olmuştu. Kurumaya yüz tutmuş, edilgen sözcükler arasında onun bir gün yeniden yeşereceğini, yazdığı metinlerin baş sözcüğü olabileceğini hiç düşünmemişti. İlk kez o kadınla karşılaştığında Aşk‘ın atıldığı eskimiş sözcükler yığını arasında hafifçe devindiğini, nefes alıp vermeye başladığını belki de sezinlemiş, ama önemsememişti.
Bir süre sonra o kadınla tekrar görüşüp yüz yüze konuştuklarında Aşk'ın canlanıp beynindeki aktif sözcükler arasına girdiğini, kendi kendine sorduğu “âşık mı oluyorum?” sorusuyla anlamıştı. Unuttuğunu sandığı o üç harfli sözcük bilinç altından bilincine çıkmıştı. Aşk sözcüğü ile yeniden karşılaşmak onu hem heyecanlandırıyor hem de korkutuyordu.
O kadınla bir başka gün buluşup baş başa kaldıklarında korktuğunun başına geldiğini, öldü sandığı Aşk'ın yeniden dirildiğini hiç bir şüpheye yer kalmayacak şekilde anladı. Evet, Aşk yeniden yaşama dönmüş, unutulmuş sözcükler mezarlığına geri gömülemeyecek kadar canlanıp güçlenmişti. O telaffuz etmekten kaçındıkça, aşk bir yolunu bulup tümcelerin içine, satır aralarına giriveriyordu.
Aşk’ın yaşayan söz dağarcığına taşınmasıyla birlikte, diğer sözcüklere yeni bir koku yeni bir renk geldiğini şaşırarak algıladı.Ürettiği tümceler daha canlı daha yaşam dolu daha tutkuluydu. Aşk’a direnmekten vazgeçti, çünkü Aşk'tan kaçış yoktu.O kadını düşündükçe duyguları ve dili Aşk’ın karşı konulmaz gücüne teslim oldular. Duygularına, diline koyduğu sansürü kaldırdı. Ve Aşk beynindeki, dilindeki tüm sözcüklerin başına geçti.
Kadınla üçüncü kez buluştuklarında, aşk tüm zorbalığı ele alıp “Beni yaşayacaksın, beni yazacaksın” diyerek kendisinden kurtuluş olmadığını kesin olarak ilan etmişti bile. Artık,Aşk’ı yeniden yaşamaktan, yeniden yazmaktan başka çaresi yoktu. Aşkın, onu boş bir sözcük olmaktan kurtarması, yeni bir anlam, yeni bir içerik kazandırması için gece gündüz bilincini baskı altına almaya başladı. Evet, âşık olmak onu korkutuyordu,fakat yeniden âşık olabildiğini görmek ve Aşkı yeniden yaşamak onu için için mutlu ediyordu. Aşk’ın geçmişteki tüm bağlamlarından kopmuş, yeni ve boş bir sayfa olarak önünde durması şairi ayrıca kışkırtıyordu. Yaşamdaki tek kutsal gerçeklik olan Aşk’ı yepyeni öz ve biçimle yazabilmesi, edebi yeteneğini ortaya koyabilmesi için bu belki de son bir şansıydı. Bu şansı kaçırmamak gerektiğini düşündü. Yazacağı, mutlaka yeni, farklı bir Aşk olmalıydı.
Ancak şair, bir süre sonra Aşkı yazamayacağını üzülerek ve büyük bir hayal kırıklığıyla anladı. Aşk, kendini yazdırmıyordu. Yaşadığı Aşk'ın yolu, yönü belirgin değildi. Her şey a-çıktı, Aşk'ın nasıl gelişeceğini, nasıl sonuçlanacağını bilmesi hatta sezinlemesi bile olanaksızdı. Bunları belirleyecek olan yalnızca Aşk’ın kendisiydi. Yani şair Aşk'ı değil, Aşk şaire kendini yazdıracaktı. Bu acı gerçeği görmek şairi korkuttu, ancak başka hiçbir seçeneği yoktu. Kendini ve kalemini Aşk’a teslim etti…

Mevlüt Asar
(Aşkın Halleri, Neziher Yayınları, İlk basım: Eylül 2016)
%d blogcu bunu beğendi: