Almanya ve Biz Anadolulu Göçmenler

Bild: Citypalais Duisburg, Joachim Schumacher

Almanya’da pazar günlerinin olmazsa olmazı pazar
gezisi ve dışarıda yapılan kahve-pasta keyfidir. Havanın
soğuk, yağmurlu, karlı olması bile bu ritüeli engelleyemez.
Bugün ben de her ne kadar gerçek bir Alman olmasam da,
Alman pasaportu taşıyan bir yurttaş olarak, görevimi
yaptım.

Önce bir yeşil alanda yürüyüş, ardından bir komşu
kentin merkezindeki güzel bir mekânda kahve içtim.
Kahvemi içerken çevremdekilere bakıp düşüncelere
daldım: Dünyada doğal felaketler, savaşlar, ekonomik ve
siyasi nedenlerle binlerce yıldır bir ülkeden ülkeye, kıtadan
kıtaya göç etmeyi sürdürüyor. Tabii bu durum kişisel ve
toplumsal bir yığın sorunları, çatışmaları hatta felaketleri de
birlikte getiriyor. Fakat, bir şekilde göç etmek istediği “masal
ülkesi”ne ulaşmayı başaranlar, pek zorlanmadan doğaya ve
iklime uyum sağlıyor. Ekvatorlu bir siyahi Norveç’te dört
mevsim yaşayabiliyor. Ancak iş toplumsal yaşama “uyum”
sağlamaya gelince, işler sarpa sarıyor.

Biz Anadolu’dan gelenlerin Almanya’ya göçü çoktan
yarım asrı aştı. Son iki kuşağın büyük çoğunluğu burada
doğdu, burada büyüdü ve büyük bir ihtimal burada
yaşlanacak, burada ölecek. Yine de bu memleketin sosyal
yaşamına, ahlaki normlarına, kültürüne, insani ilişkilerine,
özgürlüklerine uymakta zorlanacaklar ve oluşturdukları
“paralel” bir dünyada, kendi kurallara göre yaşayacaklar,
burayı hâlâ “gurbet” olarak algılayarak, başarısızlıklarının,
mutsuzluklarının suçunu Almanya’ya ve Almanlara
yüklemeyi sürdürecekler.

Duisburg, Mayıs 2017

İstanbul güzellemesi -1

Fotoğraf: Zehra Olgun

“Bir uzak masaldın sen çocukluk günlerimde. Akardın bir mavi su gibi rüyalarıma ışıklı minareler arasından”

Ey büyülü Kent! Gönlümün payitahtı İstanbul!

Sen, adını duyduğumdan beni kendine çeken ve kulaklarımdan hiç eksilmeyen büyülü şarkısın. Ta çocukluğumda gördüğüm Yeşilçam filmlerine kulis olan siyah beyaz manzaralarını fantastik renklere boyayarak belleğime nakış nakış işledim.

Biraz büyüdüğümde birçok yaşıtım gibi benim de gönlümü ele geçirmeye çalıştın. Sana her gelişimde merakımı kamçılamak, içimdeki oyun oynama içgüdüsünü tahrik etmek için bir fırsat olarak kullandığını; en baştan çıkarıcı en mahrem güzelliklerim bana uçundan kıyısından gösterip sonra yeniden gizlediğinin farkındayım. Kalbimi sana teslim edersem, karşılığında bana neler sunacağını bana sezdirmek istediğini biliyorum.

Senin kadınsı bir kent olduğunu epey sonra fark ettim. Dişil bir içgüdüyle bana kendini tamamen göstermekten ve teslim olmaktan bilinçli bir şekilde sakındığını anladım. Nazlanmadan, niyazlanmadan, kolayca kendini sunan kadın çabuk unutulur giderdi, ne kadar albenili ne kadar güzel olsa da! İşte bu yüzden koynunda sakladığın gizlerini, yabancıya mahrem yerlerini keşfetmem için beni kışkırtıyor, ben sana yakınlaştığımı sanırken yeni bir maskeyle karşıma çıkarak beni zorlayıp şaşırtıyorsun! Ve ben senden yorulmuş ve hayal kırklığına uğramış olarak senden kaçmak isterken, birden en güzel bir çehreyle bana gülümsüyor, beni yeni bir oyuna davet ediyorsun! Ve toy bir delikanlı yine sana kanıyor, sana tekrar tutkuyla koşuyorum.

Kim bilir belki de kalbimi ta o gece çalmıştın benden… Daha 16 yaşımdaydım. Yaz tatilinde Ankara’dan sana kaçıp gelmiştim. Senin aşkınla tutuştuğum bir yaz gecesini sokaklarında geçirmiş, sonra sabaha karşı deniz kıyısında bir bankta, Ankara otobüsünün zamanın gelmesini beklerken uyuya kalmıştım. Uyandığımda babamın bana liseye başladığımda armağan ettiği, Nacar marka saat kolumda yoktu. Senin usta hırsızlarından biri bana fark ettirmeden saatimi çalarken, mutlaka sen de kalbimi çalmış olmalısın benden. Seni – istesem de – kalbimden silip alamayışım, senden kopamayışım, her defasında eski bir sevgili gibi sana özlemle koşup gelişim belki de bu yüzden.

(İstanbul, 22 Mart 2008)

© Mevlüt Asar

İslam, İktidar ve Özeleştiri *

İslamcı akımlar, zulme ve zorbalığa karşı ilkeli, hakkaniyetli ve örnek bir duruşu gösterdiklerinde, ezilenlerin özlemi, umudu oldular. Ne zaman ki, iktidara ve iktidarda kalmaya odaklandılar, işte o zaman zulmün öznesi ve yüklemi oldular!” 1

İslam’ın ortaya çıkışıyla birlikte dinin temel ilkelerinden çok siyasi hedefleri öne çıktı. Muhalifleri bugün olduğu gibi, İslam hâkimiyetini yıkmaya çalışanlar olarak algılandı, hak ve özgürlükler bir tehlike olarak görmeye başlandı.

Günümüzde iktidarda olan İslamcı Siyasetler de, iktidara okadar odaklanıyorlar ki, muhalefete düşme olasılığınıkabullenemiyorlar. Onların en zayıf ve de en tehlikeli yanı işte bu iktidarı kaybetme korkusudur. Oysa dinler tarihine bakıldığında, zahiri zafer kazanımları yerine ilkeli, ahlaki duruşların yüceltildiği görülür.

Toplumunu ikna edip inancı yayamadığı için üzülen elçilerini, Allah: “Adil ve hakkaniyetle davrandın, görevini yaptın!” diyerek teselli eder ve “Senin için doğru yol, hak ve adalet üzere olmadır, zalimlerle ortaklık yapmaman, zalimleşmemendir, iktidar kriterin değildir!” der.

Peki, iktidar yerine adaletten ayrılmamayı öğütleyen bir dinin üyeleri niçin bu kadar iktidara odaklanmış durumdalar? Çünkü dini bir ideoloji haline getirerek siyasete girerseniz, kaybetme fikrini kabullenmeniz zordur. Bunun için de hâkimiyete odaklanmayan tüm İslami cemaatleri de küçümser ve dışlarlar. Toplumu tektipleştirici, ve tekfirci bir anlayış egemen olur. Şu anda bu, dini bir söylem ile yapılmıyor sanılabilir, ama “küresel operasyon, dış güçler, vatan hainleri” kelimeleri artık bunu ifade ediyor.

İslamcılar, Hristiyanlıkta olduğunun aksine, tarihsel ve düşünsel olarak hatalarını kabul etmeme eğiliminde oldukları için özeleştiri yapmaya kesinlikle yanaşmıyorlar. Çünkü öz eleştiriyi bir zafiyet, bir tür “günah çıkarma”, dolayısıyla hâkimiyeti sarsacak bir tavır olarak görüyorlar. Özeleştiriye açık beyinlerden hiç hazzedilmiyor, özeleştiri yapanlar hemen dışlanıyor ve “karşı tarafın adamı” olmakla itham edilebiliyor…

Duisburg, Kasım 2016

Mevlüt Asar

1) Ömer Faruk Gergerlioğlu

*) İki Ülke – İki Lisan – Bir İnsan, Kibele Yayınları, İst. Mart 2018

Anadolu Kültürü

Beşikler vermişim Nuh’a / Salıncaklar, hamaklar, / Havva Ana’n dünkü çocuk sayılır, / Anadoluyum ben, / Tanıyor musun ? (Ahmed Arif)

Ayvalık Kültür Sanat Günleri’nin bence en ilginç ve önemli etkinliklerden biri 24 Ağustos’ta, Sanat Fabrikası’nda Türkolog ve kültür tarihçisi Ali Canip Olgunlu ile yapılan söyleşi idi. Maalesef, Başkan Rahmi Gençer’in de üzülerek dile getirdiği gibi bu önemli etkinliğine katılım çok düşüktü…

Ali Canip Beyin, Anadolu kültürüne bakış açısı, sonradan kendisine de söylediğim gibi benimki ile bire bir örtüşüyordu: “Anadolu Kültürü, her gelenin getirdiği ile burada bulduğunu sentezleyerek oluşturduğu bir kültürler bileşimidir. O bir mozaik değil, bir ‘hamur’dur. On iki bin yıllık bu hamuru oluşturan her kavim bizim ‘atalarımız’dır. Bu hamur, uygarlık bağlamında hem Doğulu hem de Batılıdır…”

Cumhuriyetten önce başlayan ve hala süren “kültürel kimlik” arayış ve tartışmalarına, nokta koyacak nitelikteki bu bakış açısı/ görüş, Halikarnas Balıkçısı, İsmet Zeki Eyüboğlu, Azra Erat gibi entellektüelin içinde yer aldığı, “Anadolu Hümanizmacıları” olarak da adlandırılan grup tarafından 1940’lı yıllarda oldukça ciddi bir şekilde dillendirdi. Ancak Hitler Faşizmi’nin etkisiyle Türkiye’de yükselen ırkçı-milliyetçi dalga karşısında seslerini duyuramadılar…

Bu görüşü, tezi bir “demokrasi” ve “kültür” krizi/kavgası” yaşadığımız bu günlerde tekrar duymak, doğrusu beni çok heyecanlandırdı ve duygullandırdı. Heyecanımı dile getirmek için kendisine, “Denizini Yitiren Martı” dan “kimlik” başlıklı şiirimi okudum:

Avcumdaki çizgiler / Asya’dan Avrupa’ya / uzun bir yolun izdüşümü / yüreğimin bir yanı / Homeros’a akar / bir yanı biçare / Yunus’a çıkar /

Kâbemi yedi tepeli / bir şehre kurmuşum /ortasından çağlar akar / bir kulağımda / hazin ezanlar / bir kulağımda / yanık çan sesleri / tenim Akdeniz sıcağı / bir elimde güvercin / bir elimde zeytin dalı …

Ayvalık, 26 Ağustos 2017

Mevlüt Asar

Paylaşmak mı, vermek mi? *

(…)

Paylaşmak eyleminin arka planında sosyal, ahlaki hatta ideolojik bir yüklenme olduğu muhakkak. Uzlaşmaz iki kutup gibi duran İslam ve Marksizm farklı amaçlarla da olsa ‘paylaşmak’tan yana. Paylaşabilen insan daha sosyal daha ahlaklı bir insandır. Buna bir itirazım yok.

Ancak, konuya yazar-okur ilişkisi bağlamında duruma bakarsak, söz konusu olan bir paylaşma değil belki de bir alışveriştir. Aslında yazar kendinden vererek eksilir, eksilenin yerine yenileri doldurmak, “ Yaratmak” zorundadır. Okuyucunun ise – alabildiği oranda- ruhsal dünyası zenginleşir, yaşama ilişkin bilgisi artar. Demek ki burada bir veren (eksilen) bir de alan (çoğalan) söz konusudur. Ve insan paylaşabildiğince değil ‘karşılık beklemeden’ verebildiğince daha çok ‘insan’dır.

Bu bağlamda iki tür insan vardır: (daha çok) veren insanlar ve (daha çok) alan insanlar. Ve insanlık tarihine baktığımız-da adı ölümsüzleşen tüm “büyük” adamlar/kadınlar, bir inanç, bir düş, bir sevda veya bir tutku uğruna bir ömür veren, yaşadıkları dönemin günahlarının ‘bedelini’ yaşamlarıyla ödeyen in-sanlardır. Hatta klasik dünya edebiyatının o unutamadığımız kahramanları da bir şeyleri ‘paylaşan’ insan tiplerinden çok koşulsuz, hiç bir karşılık beklemeden kendilerinden veren kişiler değil midirler?

Peki, sevgi ve aşk için “paylaşmak” hangi anlamı taşır, sevgi ve aşk paylaşılabilir mi? Onu paylaşanları çoğaltır mı? Sevgi ya da aşk iki taraflıysa bence evet. O zaman sevgi azalmaz, tersine karşılıklı olarak çoğalır. Çoğalan sevgi taşar sel olur, nehir olur denizlere, okyanuslara karışır, yağmur olur insan-lığın yüreğini sular. Ancak “tek taraflı” yani “karşılıksız” ise seveni tüketir, Mecnun eder, çöllere düşürür, Kerem gibi yakar.

Gerçek büyük adamlar/kadınlar ve büyük sanatçılar sadece bir tek insan, örneğin sevdiği için veya ‘büyük insanlık” için yahut da edebiyat için, sanat için, bilim için yanmayı göze alabilen insanlar arasından çıkmıştır. İşte onlardan biri, büyük şair bak nasıl haykırmış:

”… Ben yanmasam / sen yanmasan / biz yanmasak,/ nasıl /çıkar / karan- / lıklar /aydın-/lığa… (N. Hikmet)

Mevlüt Asar

*) “Aşkın Halleri & Belinda’ya Mektuplar”, Neziher Yayınları, Eylül 2016

Yalnızlık *

fotoğraf: mevlüt asar

Sevgili Belinda,
Uzun zamandır sana yazmak istediğim halde yazamadım.
Doğruyu söylemek gerekirse, sen gerçekten var mısın, yok musun; yoksa sadece düşümde yarattığım mısın, bilmiyorum. Bu sabah içimden bir ses bana, aslında bu soruların yanıtının hiç de önemli olmadığını ve senin uzaklarda da olsa bir
yerlerde mutlaka yaşadığını, mektuplarımın bir şekilde eline ulaşacağını
kulağıma fısıldayarak, beni sana yazmaya ikna etti.

Yazacağım mektupları okuyup okumamak ya da yanıt verip vermemek tamamen sana bağlı. Yani, sen kabul etsen de etmesen de, ben seni kendime bir sırdaş, bir yoldaş, bir dost hatta bir ”sevgili’ olarak seçtim. Şimdi, “İyi de neden ben?” dediğini duyar gibiyim. Çünkü seni ben, el değmemiş bir beyaz kağıt, yazılmamış bir öykü, okunmamış bir kitap gibi; merak, paylaşma, sevilme, sevme ve sevdiğini dile getirme yetisini yitirmemiş, sözün, yazının değerini bilen olarak düşlüyorum. Çünkü sana bir şeyleri gizlemek zorunda kalmadan içimi dökebileceğimi, seninle sırlarımı, umutlarımı, sevincimi, öfkemi, kırgınlık ve hüznümü paylaşabileceğimi sanıyorum. Çünkü -her şeyden önemlisi beni eksiklerim, yanlışlarım, çelişkilerimle, yani olduğum gibi
kabulleneceğine, bana karşı dürüst kalacağına, bana yazacaklarının, içten ve yürekten olacağına bütün kalbimle inanıyorum.

“Bana yazmanın amacı ne?Benden ne bekliyorsun?” dersen, bunu ben de açık seçik bilmiyorum. Amacımı, yosun tutmaya başlamış gölün durgun suyuna bir taş atmak olarak da algılayabilirsin. İnsanlık tarihinde kazanım olarak bilinen her şeyin yıkıldığı, insani değerlerin tepe takla edildiği, sanatın ve edebiyatın post modern rüzgârların peşine takılarak, insandan uzaklaştığı; insanın insanlığından çıkarılmaya çalışıldığı günümüz dünyasında neredeyse hepimiz tek başımıza kaldık.
Ortasına itildiğimiz bu yalnızlığı, içine düştüğümüz bu suskunluğu, güvensizliği, umutsuzluğu… yazışarak da olsa kırabilir miyiz?
Bırakalım diyaloglar kurmayı, hiç değilse monologlarla karşımızdakilere ya da yanımızdakilere ”İşte ben varım ve yaşıyorum!’ diyebilir miyiz?
Bu soruya yüreğim ‘evet’ diyor. Çoktan unuttuğumuz yüreğimizin sesini dinlemeyi yeniden öğrenmek gerekiyor. Bu girişim, bu mektup da bunun bir sonucu.

Uzakların hüznü, yalnızlığın sessizliği ile…

Mevlüt Asar

*) “Aşkın Halleri & Belinda’ya Mektuplar” adlı kitaptan alınmıştır, Neziher Yayınları, Eylül 2016

Yüreğimizin Sesi

Sevgili Belinda,

sana ilk mektubumda yüreğimizin sesini dinlemeyi unuttuğumuzu yazmıştım. Bu konuyu biraz daha açmak istiyorum. Çünkü, yüreğinin sesini dinlemek, bir başka söylemle “yüreğiyle düşünmek,” özellikle sanat ve edebiyatla uğraşanlar için çok önemli. Bir düşünürün de dediği gibi “tüm büyük düşünceler yürekte doğar”. Büyük işlere imza atan bu “yürek”, göğsümüzde çarpıp duran ve bize hayat veren yumruk büyüklüğündeki o “güzel” organımız değil şüphesiz.

Nedir öyle ise yüreği ile düşünmek? Yüreği ile düşünmek, duyguları, önsezileri, bilinçaltını öne çıkararak düşünmektir. Bir başka deyişle buna usumuzun sınırlayıcı, uyumcu deneti-minden kurtulup özgürce düşünebilmek de diyebiliriz. İşte bunu başaramadan yeni düşünceler, yeni sanat yapıtları üretebilmek neredeyse olanaksız.

Belinda, usumuz bizi mantıklı, rasyonel olmaya, sıra dışı, cüretkar düşüncelerden, eylemlerden uzak durmaya çağırır, “uyumlu” bir insan olmaya davet eder. Oysa yüreğimiz ve bilinçaltımız isyankârdır, maceracıdır ve cüretkârdır. O / onlar, hep sınırları, kalıpları, putları yıkmak ister. O dağin ardını görmek isteyen meraklı bir çocuk, yaşadığı küçük göle sığmayıp okyanusa açılmak isteyen küçük kara balık, önüne çekilen setleri, barajları yıkmaya çalışan bir çağlayandır. Doğal ve toplumsal dayatmaların biçimlendirdiği bilincimiz ise, bizi hep rasyonel düşünmeye, doğaya ve topluma uyum sağlamaya davet eder. Bu “müdahale” biyolojik yaşamımızı sürdürmek için belki de zorunludur. Ancak müdahale hiçbir zaman “yaşam”la sınırlı kalmaz, sanatsal, edebi yaratıcılığımıza da yönelir. Resim yaparken fırçamıza şiir, öykü, roman yazarken kalemimize müdahale eder. Saçmaladığımızı, çocuklaştığımızı, işi abarttığımızı kulağımıza fısıldar durur. Eleştirmenlerin, “ustalar”ın bizi beğenmeyeceklerini, bizimle dalga geçeceklerini söyleyerek, “sınırların” ve “standartlar”ın dışına çıkmamızı engellemeye çalışır.

Ve sonuçta, Belinda, Hayyam’ın dizeleri bir gerçekliğin belgesi olarak yüzyıllar ötesinden yankılanır durur: “Öldük, dünyayı şaşkın bırakıp gittik; / Yüzlerce incimiz kaldı delinmedik. / Sersemliği yüzünden bilgisizlerin / Renk renk düşünceler, kaldı söylenmedik.”

Seni yüreğimle kucaklıyorum.

Mevlüt Asar

“Aşkın Halleri & Belinda’ya Mektuplar” Mektup II

hatırlamak direnmektir

“Yaşamı geriye bakarak anlayabilir, fakat ancak ileriye bakarak yaşayabiliriz.” Søren Kierkegaard

Sokaklarda, caddelerde, alışveriş merkezlerinde yorgun, üzgün, kızgın, küskün, her şeyi unutmuş ya da unutmak için tüketen insanlar… Birbirine değmeyen boş, anlamsız, umutsuz ya da kızgın bakışlar… Bu durumu gördükçe, ey Sevgili insan, cesaretin nerede kaldı? Seni bu denli kim yordu? Gözlerindeki ışık nerede? Kim senin gönlünü kuruttu, gülüşünü soldurdu? diye yüksek sesle bağıra bağıra sormak geçiyor içimden.

Sadece sokaktaki insan mı? Okumuş yazmış, akıllı ve aydın (ben de dahil) birçok insan da, içinde bulunduğumuz durumdan etkilenerek, bedbinliğin, umutsuzluğun, çaresizliğin yarattığı küskünlük ve kızgın bir ruh hali sergiliyoruz. Bilimle, bilgiyle her şeyi açıklayabileceğimizi, topluma ve doğaya müdahale ederek, yönlendirebileceğimizi sanıyor, bu gerçekleşmeyince de karamsarlığa düşüyor, her şeye, herkese, özellikle de “halk”a kızıyor, küsüyoruz. Oysa bu ruh halinin ne kendimize ne de toplumsal gelişme ve barışa bir yararı var…

Marks’ın bile anlamakta, açıklamakta zorlandığı, farklı bir “toplum” ve “ülke”de yaşadığımızı, karşımızda “takiye”, “tevekkül”, “kadercilik”, “teslimiyet”, “şehitlik”… gibi aşılması, yıkılması çok zor “değerler” ve “inançlar”la ve bunları sürekli yeniden “üreten” bir devletle / sistemle karşıya olduğumuzu unutuyoruz.

Totaliter, faşist iktidarlar, insanları sürüleştirmek için ellerinden gelen her şeyi yapar, terör dahil her türlü olanağı kullanır. Hatırlayan, sanatı, edebiyatı seven insanlardan hiç hoşlanmaz. Onları etkisizleştirmek için korkunun ve güvensizlik duygusunun egemen olması sağlar. Sürüleştirmenin en kolay yolunun, insanları kendine, birlikte yaşadığı insanlara, içinde yaşadığı topluma ve ülkeye yabancılaştırmak, kişisel ve toplumsal belleğini karartmak olduğunu bilirler. Geçmişte güzel olan, iyi olan, sağaltıcı olan, insanca olan ne varsa silmeye çalışarak, yerine kendi kodladıkları “değerler”i yerleştirmeye çalışırlar.

İçinden geçtiğimiz bu sancılı, acılı dönemi aslında bir tür “kriz” dönemi olarak görmek gerekiyor. Her toplumsal kriz, doğum gibi sancılıdır, bu sancılar kimi zaman çok daha ağırdır, uzundur. Bu krizi bir “felaket” olarak görmek yerine, onu geleceği kurmak için bir şans olarak görmek belki de en akıllı yol. Aklımızı, yüreğimizi ve belleğimiz kullanarak, bu karanlık dönemi geçip ışığa ulaşabiliriz. Bunun için tünelin gerisinde bıraktığımız güzel şeyleri, güzel zamanları unutmamamız, belleğimizde sımsıkı saklamamız gerekiyor.

Belleğimiz sadece kendi deneyim ve birikimlerimizin değil, insanlığın birikimlerinin de saklandığı bir arşivdir. Anılar ise, zamanın yok edici gücüne karşı direnen granit taşlardır. Güzel anılar ise, kimsenin bizi kovamayacağı tek cennettir. Çocuklar ışığı yetişkinlerin gözlerinde ararlar. Bizde önce gerçeğin aramalı, onu gözlerinin içine bakarak, ışığın nerede olduğunu bulmaya çalışmalıyız. Unutarak, küserek,insandan, ülkeden kaçarak, kin ve nefret duyguları ile ruhumuzu zehirleyerek değil. Aksine unutmayarak, inadına hatırlayarak: Çocukluğumuzu, kentimizi, mahallemizi, komşularımızı, arkadaşlarımızı, sevgiyi, aşkı, romantizmi, özgürlüğü unutmayarak…

Bizden öncekilerden bize kalan, gençliğimizde ödün vermeden savunduğumuz değerleri, idealleri: haktan, doğrudan, güçsüzden, ezilenden yana olmayı, dayanışmayı saygıyı, hoşgörüyü, alçak gönüllülüğü, dik durmayı, onurlu unutmayarak…

Bahçelerden çaldığımız,elmanın, armudun, kaysının, cevizin tadını hatırlayarak. Gençliğimizde çocukluğumuzda yediğimiz hormonsuz, genleri ile oynanmamış domatesin, salatalığın, kavunun, karpuzun damağımızda kalan tadını yeniden hissederek…

Bunlar hayatın acı gerçeklerini perdelemek için söylenmiş tatlı sözler değil. Yaşama sevinci, umut ve geleceğe güven kendiliğinden var olan, bize karşılıksız sunulan şeyler değildir. Onları kaybetmemek için, günlük yaşamın telaşı ve yüzeyselliğinden sıyrılmalı, tüm zorluklara karşın onları belleğimizde ve kalbimizde saklamalıyız. Yitirmemek için, sanata, edebiyata ve yaralarımızın nerede olduğunu, acılarımızın nedeni bilen, yaralarımıza duyarlı bir empatiyle dokunarak, onları sağaltacak güzel insanlara, bilge kişilere, sanatçılara daha çok sarılmalıyız.

Duisburg, Aralık 2017

Mevlüt Asar

sanat ve “mutluğunun resmi”

“Mutluluğun Resmi” Kaynak:www.anatolianpuzzle.com/

Büyük usta Nâzım Hikmet’in dostu ressam Abidin Dino’ya yöneltiği ,”Sen mutluluğun resmini yapabilir misin?” sorusuna  YANKI  dergisinin son sayıdaki yazısında İmdat Ulusoy da değindi. Essen Kentindeki sergi sırasına F. Baykurt ‘un bu soruyu anımsatması üzerine Abidin Dino ”O, Nâzım’ın nazirelerinden, esprilerinden biriydi. Nâzım da bilirdi ki, mutluluğun resmine ne kağıt, ne boya, ne kalem yeter; ne de benim gücüm ve ömrüm yeter. Ama o dünya insanını mutlu görmek istiyordu…“demişti.

Sonradan Fakir Baykurt’la birlikte Paris’te kendisini ziyaret etme ve sohbet etme mutluluğunu ve onurunu tattığım rahmetli Abidin Dino’nun bu açıklaması yanında tabii ki akla başka seçenekler de geliyor; örneğin;Nazım mutlululuğun çok göreli, subjektif ve duygusal bir kavram olduğunu vurgulayarak, gerçek bir nesne gibi resminin yapılamayacağını ima etmiş olabilir. Ya da sanatın, resmin tek başına insanları mutlu edemeyeceğini dile getirmek istemiştir.

Hangi seçeneği doğru kabul edersek edelim, bence konu aslında “SANAT”ın veya dar anlamda “RESİM”in gücü ve işlevi ile ilgili. Bir sanat olarak “resim” nedir , neyin resmi yapılabilir ya da yapılamaz ? Resmin /sanatın bir etkileme gücü var mıdır?

Bu ve benzeri soruların yanıtları teorik veya bilimsel düzeyde şüphesiz çok tartışılmış ve farklı yanıtlar verilmiştir. Beni burada ilgilendiren daha çok sorunun ikinci kısmı, yani sanatın gücü. Daha somut bir ifadeyle; acaba sanat bir insanı gerçekten etkileyebilir, onu değiştirebilir mi? Genelleştirerek sorarsak; bir resim, bir müzik parçası, bir film, bir roman, bir öykü, bir şiir veya bir fotoğraf bizi ve dolayısıyla yaşantımızı değiştirebilir mi?

Bence bu soruları “evet”le yanıtlamak gerekiyor. Çünkü, sanatın “sihirli gücü”nden etkilenmeyecek bir insan düşünmek zor. Evet, sanat bizi/insanı etkiler hatta değiştirir. Belki çoğumuz bu değişimin bilinçli bir şekilde farkına varmayız. Ama etkilendiğimizi dile getiririz. “Bu resim beni çok etkiledi” veya “Bu müzik beni çok etkiliyor” deriz. Hatta “Bir roman okudum yaşantım değişti!” ya da “Bu film benim yaşantımı değiştirdi!” diyen insanlara da rastlarsanız hiç şaşmayın.

Peki, sanatçıların kendileri de sanatın bu “sihirli gücün” farkında mıdırlar? Belki, ama bu özellikle “büyük sanatçılar”ın çoğu için önem taşımaz. Sanatçının asıl amacı sanat yapıtıdır, yani yaratmaktır. O, algıladığı ve ya düşlediği bir gerçekliği, bir nesneyi, bir insanlık durumunu, bir melodiyi -kendisini de içine katarak- sanat yapıtına dönüştürür. Onun asıl kaygısı yarattığının “tek” ve “özgün” olmasıdır. Bu kaygıyı taşımayan ve gerçekliğe kendisinden katacak bir şeyi olmayan sanatçıların yapıtları ”sıradan” olmaktan kurtulamazlar. Bu tür sıradan yapıtların etkileme gücü sınırlı ve geçicidir, bir süre sonra unutulur giderler.

Bir edebi yapıtının etkileyici olabilmesi için en azından öz de ya da biçimde, okuyucuya ”yeni’ bir şeyler sunması, vermesi gerekir. ”Yeni”nin ne olduğunu/olabileceğini bilmek /sezmek için de o güne kadar yazılanları, en azından ‘klasik’ sayılan yapıtları tanımak, okumaktan başka çare yoktur.

Mevlüt Asar

(“Edebiyat Defteri” adlı dosyadan)

Ayvalıklı olmak…

Fotograf: m. asar, özçekim

Ayvalık’ta kendimi bu kadar “evimde” ve huzurlu hissetmemin nedeni sanıyorum burada – neredeyse herkesin – ya bizzat kendisinin veya ailesinin bir iki kuşak önce, gönüllü ya da zorunlu bir göç yaşamış olması. Kimimiz Karşı Kıyı’dan, kimimiz Anadolu’dan, kimimiz Bosna’dan, kimimiz de benim gibi Almanya’dan gelip Ayvalık’ı kendimize “yurt” edinmişiz.

Toprağından koparılarak başka diyarlara “göç”e zorlanan insanın çektiği zorluk ve acıyı, onu yaşamayanlar bilemezler. Onu yaşamayanların bilmeyeceği bir başka şey ise, çekilen zorlukların, acıların ve hasretlerin bizi daha duyarlı, daha insancıl daha hoşgörülü kılmasıdır. Çünkü biz toprağından, kökünden, çocukluğundan, gençliğinden, arkadaşlarından koparılmanın acısını, hasretlerin her türlüsünü iyi biliriz. İşte bu yüzdendir toprağa, denize, ormana düşkünlüğümüz. İşte bu yüzdendir bizim, kim olduğuna ne olduğuna nereden geldiğine bakmadan her insana saygı duymamız, kucaklamamız…

Mevlüt Asar

%d blogcu bunu beğendi: