belki ararsın

Ne kadar yorgun görünüyorum! Bu altı morarmış, mavisi donuklaşmış gözler benim mi? Dudaklarım sonbahar yaprakları gibi. Vücudumun o eski diriliği ve canlılığından eser yok. Ah, Yaşlanıyorum. Ve ben hâlâ yapayalnızım. Sığınabileceğim, beni seven, sevgilim diyebileceğim bir erkek yok. Bernhard’dan ayrılalı sahibi ölmüş bir köpek yavrusundan farkım kalmadı.

Oysa ne çok sevmiştim onu. Üniversite de tanışıp birbirimizi sevmiştik. O, okulu bitirip Köln’de iyi bir iş bulunca, öğrenimi bırakıp onun peşine takılarak Berlin’den Köln’e gelmiştim. Onu çılgınca seviyordum, istese onunla dünyanın öbür ucuna giderdim. O zaman başım bulutlardaydı. Sevgiyi, aşkı önemsemeyen, kadın erkek ilişkisini cinselliğe indirgeyen arkadaşları anlamıyor, onları küçümsüyordum. Onlar da beni fazla romantik ve tutucu buluyorlardı. Yoksa onlar mı haklıydı? Çıkmalıyım, birahaneye gecikirsem patron yine rezillenir….

İşte yine akşam oldu, müşteriler yavaş yavaş gelmeye, alıştıkları masalara veya bardaki taburelere yerleşmeye başladılar. İlk müşteriler genellikle yalnız gelen erkekler olur. Günün yorgunluğunu atmak isteyen, iş yeri sahipleri, avukatlar, sigortacılar, bankacılar; yaşlı, orta yaşlı, gözlüklü, gözlüksüz, kravatlı, kravatsız, şişman, zayıf, onlarca adam. Çoğu kendine yabancılaşmış, para canlısı züppe. İçkilerini yavaş yavaş yudumlarlar ya birbirleriyle ya da benimle çene çalarlar. Hoşlanmadığım halde gevezeliklerine katlanırım. Hep işlerinden güçlerinden, kazandıkları paradan veya yaptıkları, yapacakları tatillerden bahsederler. İçkiyi biraz fazla kaçıranlar yılışarak benimle flört etmeye, beni birlikte çıkmaya ikna etmeye çalışırlar…Yine de seviyorum işimi, insanlarla olmak hoşuma gidiyor. Böylece kendimi dinlemekten kurtuluyorum…

Tanıdık iki müşterinin arkasından, uzunca boylu, esmer güzeli gençten bir adam giriyor. Bara doğru gelip “Merhaba,” diyerek yüksek taburelerden birine oturuyor. Bu adamı daha önce gördüğümü sanmıyorum. Arada bir düşen yeni müşteriler ilgimi çeker. Bu yakışıklı adam, Akdeniz ülkelerinden birinden olmalı. Belki Yunan belki İtalyan, Türk de olabilir. Şimdiye değin birahaneye takılan yabancılardan farklı bir havası var. Gülümsüyorum, o da bana gülümseyerek, “Bir konyak lütfen!” diyor, “Duble olsun!” Isınmış kadehteki konyağı önüne bırakıyorum. “Teşekkür ederim, sağlığınıza!” diyerek büyükçe bir yudum alıyor.

Hareketleri, mimikleri canlı, sıcak etkileyici. Sanatçılarda görülen türden meraklı, rahat, öz güvenini yansıtan doğal bir havası var. Almancayı hafif aksanlı ama güzel konuşuyor.

“Güzel geçen bir günü noktalıyorum, siz de benden bir şey içmez miydiniz?”

Kibarlığından hoşlandığımı ele veren bir sesle, “Teşekkür ederim, ben içmeye izinli değilim,” diyorum.

“Galiba buraya ilk kez geliyorsunuz?”

Masum bir gülümsemeyle gözlerime bakarak, “Evet, sizin burada çalıştığınızı bilseydim, başka bir yere gitmez hep buraya gelirdim.”

Gülüyorum, “Neden?”

“Çünkü siz Köln’ün en güzel ve en hoş barmenisiniz!”diye iltifat ediyor.

Ardından, elini uzatarak, “Tanışalım, benim adım Murat, ya sizin ki?”

Uzattığı güçlü ama sevecen eli sıkıyorum, “Rita,” diyorum.

Adımı tekrarlıyor: “Rita…Rita… ne güzel bir isminiz var!”

Sonra cebinden küçük bir defter ve kalem çıkararak bir şeyler yazıyor. Merak edip soruyorum.

“O güzel adınızı akıl defterime yazıyorum.” diye yanıtlıyor.

“Şimdi de telefon numaramı isteyecekseniz, unutun!” diyorum.

Espriye keyifli keyifli gülüyor: “O kadar çabuk karar vermeyin!”

Murat, daha sözünü bitirmeden tanıdık eski bir müşteri araya girip içki istiyor. İçkisini uzatırken elimi tutup “Ne o? hoşlandın galiba o yabancı’dan bizi hiç görmüyorsun!” diyor. Elimi sertçe çekip “Evet, hoşlandım” diyorum, “bu gece onunla çıkacağım!” Bunlar işte böyledir. Kendi karılarının başkalarıyla kırıştırmalarına ses çıkarmazlar, ama ben bir yabancıyla flört edince ulusal namusun bekçisi kesilirler. Beni kızdırmak için, “İstediğinle, istediğin gibi yatabilirsin!” diyor. Bakışlarımdaki küçümseme onu susturmaya yetiyor. Murat olanın bitenin farkında, keyfi kaçmış, gergin. Adama öfkeyle dik dik bakıyor. Ses çıkarsa üstüne yürümeye hazır. Elini tutup “Ciddiye alma, boş ver!” diyorum. Gözlerindeki kıvılcımlar sönüyor, sakinleşiyor. Konyağını yeniliyorum. Kadehini kandırıp “Dostluğa ve sevgiye” diyor. Gülümsüyor ve kendi kendime, “O dediklerin çoktan antikacıya düştü… Dostluk, sevgi aşk öldü.” diyorum. Yine de içimde bir umut, bir gün yeniden sevmek, sevilmek.

Bu sırada, Bernard beni bırakıp gideli peşimi bırakmayan Florian kapıdan giriyor. Keyfim kaçıyor. Köln’de yayınlanan bir bulvar gazetesinde muhabir olarak çalışıyor. Ona ta baştan kanım ısınmadı. İlk andaki kıvılcım benim için çok önemli. İşte o kıvılcım çakmadı. Sırıtarak gelip Murat’ın yanındaki boş tabureye oturuyor. Her zamanki yılışıklığıyla “Bira ve bir duble Korn…“ diyor. Yüz vermeden istediklerini doldurup bir şey demeden önüne sürüyor ve tekrar Murat’a dönüyorum. O, cebinden çıkardığı küçük deftere yine yazıyor.

“Şimdi ne yazıyorsun?” diye soruyorum. Kopya çekerken yakalanmış bir öğrenci rolünde: “Hiç,” diyor, “şu anda aklıma gelen bir kaç dizeyi not ettim.”

“Ne dizesi? Yoksa sen şiir mi yazıyorsun, şair misin?”

“Eh, öyle de denebilir. Şairlik, biz Akdenizlilerin kanında var. Her beş İtalyandan, her dört Yunandan ve tabii ki her üç Türkten biri şairdir.”

Hüzünle gülümseyerek, “Naziler, yalnız Yahudileri değil bizim romantik ve şair yanımızı da yok ettiler. Şiire inan pek kalmadı. Biliyor musun ben de severim şiiri. Heine’yi, Rilke’yi, Celan’ı başucumdan eksik etmem. Ama bana şimdiye kadar kimse şiir yazmadı.” diyorum. Sevinçle, sevecen sevecen bakıyor yüzüme bir süre. Sonra şiir okurcasına: “Sen şiiri yazılacak kadar albenili ve güzelsin.. Hayır sen henüz yazılmamış bir şiirsin!”diyor. Gülüyorum:

“Şairler hep böyle coşkulu ve çapkın mı olur?”

“Karşılarına ilham perisi çıkınca…” diyor.

Birlikte gülüyoruz.

Bizim kaynaştığımızı gören Florian, bira bardağını banka vurarak, “Bir bira daha!” diyor. “Daha kibar olabilirsin!” diyorum. Bana yanıt vermeden Murat’a dönüyor. “Demek sen şairsin ha! İnanmam, bedevilerin dilinde şiir yazacak kadar sözcük olamaz!” diyerek, kahkahayı basıyor. Bira bardağını önüne koyarken, “Kapa çeneni. Gülünç duruma düşüyorsun!” diyorum. Hırsla birayı yarısına kadar içiyor, dudağının üstüne yapışan köpüğü elinin tersiyle siliyor. “Bırak biraz neşeleneyim, şair bir deve çobanıyla ilk kez karşılaşıyorum,” diyerek çirkin çirkin gülüyor.

Murat elindeki bardağı kıracak gibi sıkıyor, her an patlamaya hazır. Yatıştırmak için “Aldırma,” diyorum, “asıl derdi benimle.” Florian çenesini tutamıyor: “Geldiğin çölde develerin seni bekliyor…” Bu söz bardağı taşıran son damla oluyor. Murat yerinden fırlayıp Florian’ın yakasından tutarak dışarıya sürüklüyor. “Yapmayın!” diyerek peşlerinden koşuyorum. Murat’ın öfkesini teninde hisseden Florian korkudan titriyor. Yalvaran bir tonda “Tamam, özür dilerim. Bırak beni!” diyor. Murat’ın gözlerindeki öfke ateşi yavaşça sönüyor. Belki de Florian’ı saldırganlaştıran şeyin aşk olduğunu düşünüyor. Karşılıksız aşkın insana nereler yaptırabileceğini, nereye sürükleyeceğini biliyor. Parmakları gevşiyor ve adamın yakasını bırakıyor. Florian yenik, başı önde süklüm püklüm uzaklaşıyor.

Ne olduğunu merak ederek dışarıya çıkan bir kaç müşteri tekrar içeri giriyor. Dışarıda ikimiz kalıyoruz. Elini tutup onu kendime çekiyorum. Zeytin karası gözlerini arıyorum, gözlerimiz buluşuyor. Murat’ın bakışlarındaki şimşekler yerini Akdeniz güneşine bırakmış. Gözlerinin aynasında, aradığım o sıcak ve güvenli limanı görüyorum. Kanım kaynıyor, yanağından belli belirsiz öpüyorum. Beklemediği için utanıyor. Patron kapıda sabırsız, içeri girmemi bekliyor. Murat’ın bir daha buraya gelmeyeceğini seziyorum. Alelacele telefon numaramı yazıp eline sıkıştırıyorum. Yüreğimin sesini ve yalnızlığımı ele veren bir sesle: “Belki ararsın…” diyorum.

@mevlutasarMevlüt , “Aynadaki Kelebek”, Neziher Yayınları, Ekim 2014

aşkın dirilişi


Bild/ Resim: Der Kuss – Gustav Klimt
Şair, Aşk'ı etkin söz dağarcığından sileli yıllar olmuştu. Kurumaya yüz tutmuş, edilgen sözcükler arasında onun bir gün yeniden yeşereceğini, yazdığı metinlerin baş sözcüğü olabileceğini hiç düşünmemişti. İlk kez o kadınla karşılaştığında Aşk‘ın atıldığı eskimiş sözcükler yığını arasında hafifçe devindiğini, nefes alıp vermeye başladığını belki de sezinlemiş, ama önemsememişti.
Bir süre sonra o kadınla tekrar görüşüp yüz yüze konuştuklarında Aşk'ın canlanıp beynindeki aktif sözcükler arasına girdiğini, kendi kendine sorduğu “âşık mı oluyorum?” sorusuyla anlamıştı. Unuttuğunu sandığı o üç harfli sözcük bilinç altından bilincine çıkmıştı. Aşk sözcüğü ile yeniden karşılaşmak onu hem heyecanlandırıyor hem de korkutuyordu.
O kadınla bir başka gün buluşup baş başa kaldıklarında korktuğunun başına geldiğini, öldü sandığı Aşk'ın yeniden dirildiğini hiç bir şüpheye yer kalmayacak şekilde anladı. Evet, Aşk yeniden yaşama dönmüş, unutulmuş sözcükler mezarlığına geri gömülemeyecek kadar canlanıp güçlenmişti. O telaffuz etmekten kaçındıkça, aşk bir yolunu bulup tümcelerin içine, satır aralarına giriveriyordu.
Aşk’ın yaşayan söz dağarcığına taşınmasıyla birlikte, diğer sözcüklere yeni bir koku yeni bir renk geldiğini şaşırarak algıladı.Ürettiği tümceler daha canlı daha yaşam dolu daha tutkuluydu. Aşk’a direnmekten vazgeçti, çünkü Aşk'tan kaçış yoktu.O kadını düşündükçe duyguları ve dili Aşk’ın karşı konulmaz gücüne teslim oldular. Duygularına, diline koyduğu sansürü kaldırdı. Ve Aşk beynindeki, dilindeki tüm sözcüklerin başına geçti.
Kadınla üçüncü kez buluştuklarında, aşk tüm zorbalığı ele alıp “Beni yaşayacaksın, beni yazacaksın” diyerek kendisinden kurtuluş olmadığını kesin olarak ilan etmişti bile. Artık,Aşk’ı yeniden yaşamaktan, yeniden yazmaktan başka çaresi yoktu. Aşkın, onu boş bir sözcük olmaktan kurtarması, yeni bir anlam, yeni bir içerik kazandırması için gece gündüz bilincini baskı altına almaya başladı. Evet, âşık olmak onu korkutuyordu,fakat yeniden âşık olabildiğini görmek ve Aşkı yeniden yaşamak onu için için mutlu ediyordu. Aşk’ın geçmişteki tüm bağlamlarından kopmuş, yeni ve boş bir sayfa olarak önünde durması şairi ayrıca kışkırtıyordu. Yaşamdaki tek kutsal gerçeklik olan Aşk’ı yepyeni öz ve biçimle yazabilmesi, edebi yeteneğini ortaya koyabilmesi için bu belki de son bir şansıydı. Bu şansı kaçırmamak gerektiğini düşündü. Yazacağı, mutlaka yeni, farklı bir Aşk olmalıydı.
Ancak şair, bir süre sonra Aşkı yazamayacağını üzülerek ve büyük bir hayal kırıklığıyla anladı. Aşk, kendini yazdırmıyordu. Yaşadığı Aşk'ın yolu, yönü belirgin değildi. Her şey a-çıktı, Aşk'ın nasıl gelişeceğini, nasıl sonuçlanacağını bilmesi hatta sezinlemesi bile olanaksızdı. Bunları belirleyecek olan yalnızca Aşk’ın kendisiydi. Yani şair Aşk'ı değil, Aşk şaire kendini yazdıracaktı. Bu acı gerçeği görmek şairi korkuttu, ancak başka hiçbir seçeneği yoktu. Kendini ve kalemini Aşk’a teslim etti…

Mevlüt Asar
(Aşkın Halleri, Neziher Yayınları, İlk basım: Eylül 2016)

aceleci şiir

Şiire gönül vermiş olanlar iyi bilirler. Kimi “başlangıç imgeleri” yada “başlangıç dizeleri” öyle güçlüdür ki, sanki dinlenmeye, beklemeye vakitleri yoktur. Hemen mayalanmak, kadehlere dökülüp içilmek isterler. Onlar şairin de başını döndürür, elini ayağını dolaştırır ve şiirleşinceye kadar şaire rahat vermezler. Tabi aslında bu bir şair “kuruntusu”ndan başka bir şey değildir!

Bugün bu tür “aceleci şiirler”in tehlikeli yanına değinmek istiyorum… Şair, sonbaharda düşen yaprağın iniltisini, yükselen dolunayın senfonisini duyan, bir ananın akmayan gözyaşını gören, sevdasını, kavgasını yüreğinde hapseden insanın azabını hisseden, haksızlığa, zulme başkaldıran kişidir elbet… Ancak şair duygularına aklın penceresinden bakmayı bilmeli, özellikle güncelin politik, toplumsal sorunların yakııcı ateşiyle kaynamış, “aceleci şiir”e “DUR ve BEKLE” diyebilmelidir… Çünkü bu tür şiirlerin zamana dayanma şansı azdır. Daha da kötüsü, genellikle şairlerin sonradan; “Keşke yayınlamsaydım!” dedikleri şiirler de bu tür şiirlerdir. Hepinize şiir ola! 🙂

%d blogcu bunu beğendi: