Duisburg’da Güzel Bir Gün*

Duisburg’daki büyük bir demir çelik fabrikasında çalışan Mehmet Küçük, ikinci el mobilya satan bir mağazadan iki yüz Mark’a aldığı görkemli yatağa uzandığında bitkindi. Akşam üstü köylüsü Süleymangil gelmiş, gecenin geç saatlerine kadar oturmuşlardı. Çoğu kez olduğu gibi, Almanya’da giderek artan sorunlar, yaşadıkları düşmanlık eğilimleri, yurda dönüş üzerine söyleşmişlerdi. Türkiye işi cam bardaklardan içilen demli çaylar da Mehmet’in uykusunu giderememiş, gizli gizli esneyip durmuştu. Giderek ağırlaşan göz kapakları düştü, derin bir uykuya daldı.

Aradan birkaç saat geçmişti ki, horozlar ötmeye başladı. Mehmet uyandı, şaşkındı. Yoksa köyünde miydi? Perdeyi aralayıp dışarıya baktı. Pencereden köyünün kıraç tepeleri değil, fabrika bacaları yükseliyordu. Tam o sırada yükseliveren güneşin altın gümüş karışımı renkleri evi masal kitaplarına çizilen bir resme dönüştürdü. Mehmet kendini bu resmin tam ortasında buldu. Bir süre şaşkın şaşkın eşyaları seyretti. Sonra alışkanlığın verdiği dürtüyle banyoya yöneldi. Tıraş olurken içinden türkü söylemek geldi, uzun süredir böyle bir istek duymamıştı:

Allı turnam bizim ele varırsan

şeker söyle kaymak söyle bal söyle…

Mehmet, her sabah yapmaya koşullandığı hareketlerle uyuşmadığı için türküyü yarım bıraktı. Tıraş olması bitince, elbiselerini giyinip mutfağa gitti. Bir tek kuş sütü eksik denilen şekilde hazırlanmış kahvaltı masasını görünce iştahla oturdu. Kahvaltısı bitince gözü, kapının yanında hazır duran iş çantasına ilişti. Kalktı, ayakkabılarını giydi, çantasını aldı. Kapıyı açmaya davrandı, ama kapı kendiliğinden açılıverdi. Mehmet altın yaldızlı boyayla boyanmış, otomatik olarak açılıp kapanan kapıdan geçip koridora çıktı. Kendini yer çekiminin etkisinden kurtulmuş gibi hafif hissediyordu. Çok eski olduğu için cila tutmayan, gıcırdaması yıldan yıla biraz daha artmış küf kokulu ahşap merdiven bu kez o inerken hiç gıcırdamadı. İkinci katta komşusu Müller’le karşılaştı; onun her zamanki gibi başını çevirip evine girmesini beklerken, Bay Müller, Mehmet’e yabancı bir içtenlikle; “Guten Morgen, Herr Kücük!” dedi. “Bugün hava çok güzel, değil mi?” Mehmet, ne diyeceğini şaşırdı. Kekeleyerek, “Ya, ya…” diyebildi.

Dışarısı günlük güneşlik, gökyüzü hiç görmediği kadar maviydi. Yıllar önce Polonyalı göçmen işçiler için yapılmış olan bir örnek binaların iki taraflı uzandığı, kışla düzenindeki, şimdi daha çok kendi yurttaşlarının oturduğu sokağı tanıyamadı. Her yer tertemiz ve bakımlıydı. Bu haliyle gerçek bir Alman sokağı görünümü almıştı. Gözleri bir bahçe duvarına yazılmış olan, “TÜRKEN RAUS” (Türkler Dışarı!) yazısını aradı, ama bulamadı. Onun yerinde, beyaz boyalı zemine Türkçe ve Almanca olarak yazılmış şu dizleri okudu :

YAŞAMAK BIR AĞAÇ GİBİ TEK VE HÜR / VE BİR ORMAN GİBİ KARDEŞCESİNE / BU HASRET BİZİM” Dizeler hoşuna gitti, yüzüne bir gülümseme yayıldı.

Durağa doğru yürümesini sürdürdü. Karşıdan iki Alman bayanın geldiğini gördü. Gelenler yan binada oturan komşularıydı. Yan yana geldiklerinde ikisi birden gülerek başlarıyla Mehmet’i selamladılar. Mehmet şaşkınlığını yenip kibar bir şekilde “Guten Morgen, die Damen!” diyerek karşılık verdi. Neşesi arttı, içi yaşama sevinciyle doldu. Islık çala çala durağa geldi. Canı sigara istedi. Cebinden paketi çıkardı, fakat içi boştu. Yan duvardaki otomattan çekmek için ceplerinde bozuk para arandı, ama yeteri kadar yoktu. Birden neşesi kaçtı. Sigara almak için yakındaki büfeye gitmesi gerekiyordu. Büfenin sahibi, Topal Fritz’ti. Sağ ayağının yarısını Rus cephesinde kaybettiği için kendisine bu ad takılmıştı.

Fritz son sıralarda Türk müşterilerine eskisi gibi iyi davranmıyordu. Artık Türkçe gazete satmadığı gibi Neo-Nazilerin gazetelerini sayfa sayfa açılmış olarak büfenin önüne asıyordu. Büfenin yanından geçen Türkler, orada bira ya da Schnapps içen ayak takımı ile Fritz arasında geçen konuşmaları duydukça sinirleniyorlardı:

“İşte onlardan biri daha!”

“Bunlar da çok oldular! Misafir olduklarını unutuyorlar!”

“Defolup gitsinler artık!”

“Bize yeni bir Hitler gerek!”

Otobüsün gelmesine daha epey zaman vardı. Tiryakiliği ağır bastı, istemeye istemeye büfeye yürüdü. Büfenin önünde iki Alman bira içiyordu. Mehmet, Almanların sabah sabah içki içmelerini anlayamıyordu. Aslında başka birçok alışkanlıklarını da anlayamıyordu ya, ona neydi? Onları görmezden geldi. Fakat ikisi birden, “Guten Morgen Herr!” deyince Mehmet durakladı. “Na, zur Arbeit?,“ diye sordu biri. Mehmet, “Ja“ diye geçiştirdi. Bu kez öteki Alman: “Siz, Türkler çalışkan insanlarsınız. Ülkemizin kalkınmasına büyük katkılarda bulundunuz. Siz olmasaydınız ne yapardık?” Bu sözler karşısında Mehmet mahcup oldu, ne diyeceğini bilemedi. Hafif bir gülümsemeyle karşılık verdi. Bu arada başını camdan uzatmış, onları dinleyen Fritz’e dönerek, “Eine HB, bitte!,” dedi. Fritz, sigarayı “Bitte schön…” diyerek uzatırken, “Türk gazetesi de var. İster misin?” diye sordu. Mehmet şaşkın “Ja, bitte eine Hürriyet.” dedi. Aldıklarının parasını ödeyip ayrılırken üç Alman birden Mehmet’i “Tschüss!”diyerek uğurladılar.

Mehmet, durağa neşeyle döndü, yaktığı sigarayı keyifle tüttürdü. Sigarası bitmek üzereyken otobüs göründü. Mehmet,“Şimdi her şey bitecek, eskiye dönecek…” endişesiyle otobüse bindi. Şoför bileti suratına fırlatır gibi değil, “Buyurun,” diyerek uzatınca rahatladı. Yolcuların çoğunu tanıyordu. Bunlar iki durak ileride, firmanın yaptığı yeni konutlarda oturan Alman iş arkadaşlarıydı. Yönünü onlara döndüğünde, ön tarafta oturanlar, “Günaydın Mehmet!” diyerek, onu selamladılar. O da içten bir “Guten Morgen ”la karşılık verdi. Bir süre ayakta durup oturacak boş bir yer olup olmadığına baktı. Ortalara doğru, güzel ve bakımlı bir Alman bayanın yanı boştu. Oraya doğru yürüdü, bayanın yanına gelince durdu. Oturup oturmamakta kararsız bekledi. Çünkü yanına bir Türk erkek oturunca, “Sanki başka yer yok!“ diye homurdanan Alman kadınlara o da tanık olmuştu. Kendi kendine, “Bu güzel günü berbat etmeye gerek yok!” diye düşündü. “Zaten fabrikaya kadar çok bir şey kalmadı.” derken, sarışın kadın oturması için ona yer açtı. Mehmet, “Danke!” diyerek, dikkatlice oturdu.

Kaçamak bakışlarla otobüsün içini incelemeye koyuldu. Gözü, şoförün tam arkasındaki cama yapıştırılmış açıklamaya takıldı. Her otobüs ve tramvayda olan, Almanya’da konuşulan belli başlı göçmen dillerinde yazılmış açıklamadaki Türk bayrağı resmindeki ay yıldızın bu kez aslına uygun çizilmişti. Biletsiz binen yolcuları yüklü bir para cezasıyla uyaran cümle yerine de “Tramvayla seyahat ederek, çevre sağlığına katkıda bulundukları için yabancı hemşerilerimize teşekkür ederiz.” yazılmıştı. Otobüste kimse birbirine eğri bakmıyor, göz göze geldiklerinde birbirlerine gülümsüyorlardı. Yanındaki Alman kadının elindeki BILD gazetesini görünce, Mehmet’in neşesi kaçar gibi oldu. Göz ucuyla bulvar gazetesine baktı. Hayret! Manşette Türklerle ilgili ne bir cinayet ne de bir uyuşturucu haberi vardı! Tam aksine, Hristiyan Demokratik Birlik Partisi liderinin “Türkler bizim vefakar ve tarihi dostlarımızdır!“ diyen sözlerini manşetten vermişti. Kadın, Mehmet’in gazeteye baktığını fark edince, ona manşeti göstererek, “Bu çok doğru!“ dedi. Mehmet memnun, “Evet, öyle!“ diye onayladı.

Bir süre sonra otobüs fabrikanın önünde durdu. Yolcuların çoğu ayaklandı. Mehmet kadına saygılı bir biçimde: “Auf Wiedersehen,” diyerek kalktı. Kadın içten bir gülümsemeyle, “Görüşmek üzere!” diye karşılık verdi. Mehmet’i izleyen iş arkadaşı Alfred, omuzuna vurarak, “Seni çapkın Türk!“ diyerek şakalaştı.

Büyük bir alana yayılan fabrikanın giriş kapısından geçip soyunma odalarına doluştular. İş giysilerini giyerlerken radyodan haber sinyali duyuldu. Sesler azaldı, Mehmet spikerin söylediklerini anlamaya çalıştı:

Federal Başbakan, Almanya’nın bir göçmen ülkesi olarak kabul edilmesinin zamanının geldiğini, bu nedenle yabancılar yasası ile çalışma yasa ve yönetmeliklerindeki göçmenler aleyhindeki kısıtlamaların kaldırılacağını belirterek, Alman anayasasındaki tüm haklar yabancılar için de geçerlidir, demiştir. Başbakan, işsiz kalan hiçbir yabancının sınır dışı edilmeyeceğini, isteyenlerin kolayca Alman vatandaşlığına geçebileceğini bildirerek, tüm yabancılara seçme ve seçilme hakkı tanınacağını söylemiştir. Federal Başbakan ayrıca yabancılara yönelik düşmanca eylemlere de göz yumulmayacağını, kovuşturulup cezalandırılacağını vurguladı...

Haberi duyan tüm yabancı işçiler, “Hurraa!”, “Yaşasın, bravo!.. “diyerek alkışlamaya koyuldular. Sonra el ele tutuşup halay çekmeye, horon tepmeye başladılar. Kendilerine şaşkın bakan Alman arkadaşlarının da kollarına girip aralarına aldılar. Bu coşku ve şamata çalışma saatinin başladığını haber veren zilin çalmasına kadar sürdü. İstemeyerek halayı bırakıp atölyelere yöneldiler. On beş yıldır aynı atölyede yan yana duran tezgâhlarda çalışan Mehmet ile Heinz kol kola çalıştıkları yere kadar geldiler. Çoğu günler arkadaşının günaydınını bile duymazdan gelen Heinz, işe başlamadan önce Mehmet’i evine davet etti ve tokalaşmak için elini uzattı.

Mehmet, Heinz’ın boynuna sarılıp yanaklarından öpmemek için kendini zor tuttu. Bir süre nemli gözlerle Heinz’ı süzdü, sonra sevincini belli ederek “Tamam!“ dedi. Elini çekmek istedi, fakat Heiz, Mehmet’in elini bir türlü bırakmıyor, durmadan sallıyordu. Mehmet bir yandan elini kurtarmak istiyor, ama bir yandan da kendisini davet eden arkadaşına kabalık etmek istemiyordu. Neden sonra elini tutup sallayanın Heinz değil, “Mehmet kalk gülüm! Saat çaldı, geç kalacaksın!” diyen karısı olduğunu anladı. Gözlerini zorla açtı. Perdeyi aralayıp camdan dışarıya baktı. Henüz tanyeri bile ağarmamıştı. Cama sinsi bir yağmurun taneleri vuruyordu. Mehmet, uzun uzun esnedi, gerindi, sonra da “Şayze!” diyerek, kalktı.

(Duisburg, 1985)

Mevlüt Asar

*) “Aynadaki Kelebek” adlı öykü kitabından alınmıştır, Neziher Yayınları, Ekim 2014

Yazar: Mevlüt Asar (Yazar/Autor)

Mevlüt Asar, 1951'de Konya'da doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi bitirdi. 1978'de Federal Almanya'ya yerleşti. “Çevirmenlik” ve “Metin Yazarlığı” sertifikaları olan Mevlüt Asar'ın Almanca, Türkçe ya da iki dilde şiir, öykü, deneme ve çeviri türünde yayımlanmış on kitabı bulunmaktadır. Kendisine, çok kültürlü yaşama ve halklar arasındaki kaynaşmaya yaptığı katkılardan dolayı Duisburg Belediyesi tarafından 2016 yılı Fakir Baykurt Kültür Ödülü verilmiştir. *** Mevlüt Asar wurde 1951 in Konya (Türkei) geboren. Er erhielt seine Schulbildung in Ankara und schloss 1974 sein Studium an der Fakultät für Politikwissenschaften an der Universität Ankara ab. Ende 1977 siedelte er nach Deutschland. Er wurde 2016 für seine literarische Arbeit und sein Engagement insbesondere für das friedliche Miteinander von Türken und Deutschen sowie für seine Arbeit im Literaturcafé Duisburg mit dem Fakir Baykurt Kulturpreis ausgezeichnet. E-Mail: asar.mevlut@gmail.com

%d blogcu bunu beğendi: