Aşka Yer Yoktu (*)

AŞKA YER YOKTU

Gökyüzü ne kadar da yakındı. Gecenin koyu laciverdinde deniz ve gök birbirine karışmıştı. Genç adam, uzatsa elini, yıldızlara değebilirdi. Kıyıya, Samanyolu’nun bir uzantısı gibi vuran ak köpüklü dalgalar, onu bilmediği girdaplara doğru çeki-yordu. Ucuz kırmızı şaraba meze olan türküler, sarhoşluğunu kamçılıyor, yabansı duygularla yüreği çalkalanıyordu. Geçmiş, şimdi ve gelecek karışmıştı birbirine. Ayrımında değildi nerede olduğunun. Hangi dolunaydı bu? Hangi yıldızlardı şu eldeğimi yakınlıkta duran? Nereden seyrediyordu gökyüzünü? Tutuk evinin demir parmaklıklı penceresinden mi? Yoksa yaşlı Akdeniz’ in dost kıyılarından mı? Ya şu yanında oturmuş, insanın içine o-ya gibi işleyen türküler söyleyen kız! Nasıl olmuş da yan yana gelebilmişlerdi?

Ciğerlerine derin derin çektiği yosun kokusuyla kendine geldi. Denizden esen serin rüzgârın yüzünü okşamasıyla demir parmaklıklar ardında olmadığının ayrımına vardı. Evet, özgürdü. Her şeyden önce karşıdaki deniz özgürlüğünün kanıtıydı. Birden yüreği kabardı, kalktı oturduğu yerden. Koşup yakamozun ışıklarını kıyıya taşıyan köpüklü dalgalara atmak istedi kendini. Durumu sezinleyen kız kalktı, yanına geldi. Elini omuzuna

koydu. Genç adam vücuduna geçen akımla irkildi. Bir an yaşadığı elektrik işkencelerini anımsadı. Başını çevirdi, kızın gülümseyen ve güven veren bakışları ile sakinleşti.

Ne kadar endişelenmişti bu kız için. “Ya bu işkencecilerin eline o da düşerse?” korkusu ne denli kemirmişti içini. İşte şimdi yan yanaydılar. Solukları birbirine karışıyordu. Kızın bir kuğu boynu gibi duran boynundan öpmeyi arzuladı. Sarılıp teninin sıcaklığını duymak, kokusunu doyasıya içine çekmek istedi. Sonra utandı, kendinden. Kızın elini omuzundan hafifçe çekip uzaklaştı. Nasıl düşünebilirdi, böyle bedensel, cinsel bir güdüye teslim olmayı? Kimi mahpusta kimi işkencede olan arkadaşlarla verilmiş sözler, içilen antlar belleğinde mühür gibi kazılı dururken, olacak şey miydi, şimdi sevdalanmak? Sigarasını yeniledi. Dalgalara takıldı bakışları. Yeniden yakın geçmişe sürüklendi belleği. Nasıl da hızlı gelişmişti her şey? Nasıl da savrulmuşlardı dörtbir yöne. Nasıl silinip gitmişti önlerinde yürüdükleri kalabalıklar… Arkadaşlarının kendini çağırmasıyla sıyrıldı geçmişten. Boşalmış bardağına şarap doldurup kızın yanına oturdu. Arkadaşları, ortak türkülerinden birini söylemeye başlayınca o tekrar yakın anılara döndü.

Gece çoktan yarılanmıştı. Hep birlikte kalktılar. Motelin terasından sahile indiler. Karşıdaki Kalesinin silüeti ayışığında bir masal şatosunu anımsatıyordu. Genç adam, başının hafiften döndüğünü fark etti. Ayakları ince yumuşak ve hâlâ sıcak olan kumlara gömüldükçe ayaklarından kasıklarına doğru ılık bir haz yükseliyordu. Gidip gelen dalgalar sevişmelerdeki devinimleri, dalga sesleri ise sevişirken çıkarılan sesleri, solumaları çağrıştırıyordu. İçinde kabaran duygular ağır bastı. Kızın yumuşak ve sıcak ellerini aradı karanlık boşlukta; elleri birleşti.

Türküler söyleyerek yürüdüler kıyı boyunca. Toroslar’dan esen rüzgâr söyledikleri türkülerdeki hüznü alıp götürüyordu açık denize. Oysa kafasındaki hesaplaşma bütün yoğunluğuyla sürüyordu. Kan güllerinin çiçek verdiği, her gün ağıtların yakıldığı bu ortamda aşka yer yoktu, olamazdı. Bu yaptığı küçük burjuva duyarlılığı, bireycilik, hatta devrime ihanet değil de neydi?

Ah! Bu Akdeniz değil miydi suçlu olan? Bu, “hayır” dedirtmeyen, insanı baştan çıkaran deniz! Kızın elini bırakıp hızla, şuh ve deneyimli bir yosma gibi uzanan denize koşup kendini sulara attı. Kız ardından koşup geldi. “Delisin, sen!” diye hay-kırdı, sonra yarmaz bir çocuk gibi, kolundan yakalayıp sudan çıkardı. Arkadaşlarına yetişmek için daha hızlı yürüsün diye elinden tutup çekti…

Genç adam bir yandan yürüyor bir yandan düşünüyordu. Bu son geceleriydi işte. Yarın, ceza evlerine özgürlüğün, düşüncenin, umudun hapsedildiği, karanlık dehlizlerinde insanların işkence çarmıhına gerildiği, sokaklarında yarınların katle-dildiği o büyük kente döneceklerdi. Yüreğini yakan, beynini kemiren bu ‘sevdayı’ yanında taşıyıp götürmek istemiyordu. Mut-laka bir sonuca bağlanmalıydı bu gece…

Elini kızın elinden çekip tekrar uzaklaştı gruptan. Yalnız-lığın karar vermesini kolaylaştıracağını düşünüyordu. Motele döndü. Kaldığı bungalovun önündeki şezlonga attı kendini. Kız, arada bir o yana dönüp bakmakla yetindi. Karanlıkta yanıp sönen sigara ateşini seçebiliyordu. Tüm arkadaşları odalarına çekilirken, bir o gitmedi. Gelip genç adamın yanına oturdu.

Bir süre hiç konuşmadılar, dalgaların sesini dinlediler. Kız usulca genç adamın elini tuttu ve her şeyin farkında olduğunu gösteren bir tavırla okşadı. Sonra yumuşacık sordu, “Çok mu zor karar vermek?” Genç adamın tüm bedenine yeniden bir ateş yayıldı. Kıza doğru sokuldu, uzun uzun kızın gözlerine baktı. Gözleriyle anlatmak istediğini söze dökmeye karar verdi.

Yeni konuşmaya başlayan bir çocuğun ilk cümlesini söylemesi gibi yavaş yavaş “seni seviyorum” dedi. Sonra gözlerini kapatıp başını, bir süre önce deniz kıyısında öpmek istediği kuğu boynuna gömdü. Kızın eli saçlarını okşarken,yüreğini ezen o taş gibi şeyin eridiğini fark etti. Boğazındaki düğüm birden çözüldü. Tutamadığı göz yaşları yanaklarından bıyıklarına doğru süzülürken, kızın dudaklarını dudaklarında hissetti.

Mayıs 1978

*) Mevlüt Asar, “Aşkın Halleri”, Neziher Yayınları, Eylül 2016

Yüreğimizin Sesi

Sevgili Belinda,

sana ilk mektubumda yüreğimizin sesini dinlemeyi unuttuğumuzu yazmıştım. Bu konuyu biraz daha açmak istiyorum. Çünkü, yüreğinin sesini dinlemek, bir başka söylemle “yüreğiyle düşünmek,” özellikle sanat ve edebiyatla uğraşanlar için çok önemli. Bir düşünürün de dediği gibi “tüm büyük düşünceler yürekte doğar”. Büyük işlere imza atan bu “yürek”, göğsümüzde çarpıp duran ve bize hayat veren yumruk büyüklüğündeki o “güzel” organımız değil şüphesiz.

Nedir öyle ise yüreği ile düşünmek? Yüreği ile düşünmek, duyguları, önsezileri, bilinçaltını öne çıkararak düşünmektir. Bir başka deyişle buna usumuzun sınırlayıcı, uyumcu deneti-minden kurtulup özgürce düşünebilmek de diyebiliriz. İşte bunu başaramadan yeni düşünceler, yeni sanat yapıtları üretebilmek neredeyse olanaksız.

Belinda, usumuz bizi mantıklı, rasyonel olmaya, sıra dışı, cüretkar düşüncelerden, eylemlerden uzak durmaya çağırır, “uyumlu” bir insan olmaya davet eder. Oysa yüreğimiz ve bilinçaltımız isyankârdır, maceracıdır ve cüretkârdır. O / onlar, hep sınırları, kalıpları, putları yıkmak ister. O dağin ardını görmek isteyen meraklı bir çocuk, yaşadığı küçük göle sığmayıp okyanusa açılmak isteyen küçük kara balık, önüne çekilen setleri, barajları yıkmaya çalışan bir çağlayandır. Doğal ve toplumsal dayatmaların biçimlendirdiği bilincimiz ise, bizi hep rasyonel düşünmeye, doğaya ve topluma uyum sağlamaya davet eder. Bu “müdahale” biyolojik yaşamımızı sürdürmek için belki de zorunludur. Ancak müdahale hiçbir zaman “yaşam”la sınırlı kalmaz, sanatsal, edebi yaratıcılığımıza da yönelir. Resim yaparken fırçamıza şiir, öykü, roman yazarken kalemimize müdahale eder. Saçmaladığımızı, çocuklaştığımızı, işi abarttığımızı kulağımıza fısıldar durur. Eleştirmenlerin, “ustalar”ın bizi beğenmeyeceklerini, bizimle dalga geçeceklerini söyleyerek, “sınırların” ve “standartlar”ın dışına çıkmamızı engellemeye çalışır.

Ve sonuçta, Belinda, Hayyam’ın dizeleri bir gerçekliğin belgesi olarak yüzyıllar ötesinden yankılanır durur: “Öldük, dünyayı şaşkın bırakıp gittik; / Yüzlerce incimiz kaldı delinmedik. / Sersemliği yüzünden bilgisizlerin / Renk renk düşünceler, kaldı söylenmedik.”

Seni yüreğimle kucaklıyorum.

Mevlüt Asar

“Aşkın Halleri & Belinda’ya Mektuplar” Mektup II

aşkın dirilişi


Bild/ Resim: Der Kuss – Gustav Klimt
Şair, Aşk'ı etkin söz dağarcığından sileli yıllar olmuştu. Kurumaya yüz tutmuş, edilgen sözcükler arasında onun bir gün yeniden yeşereceğini, yazdığı metinlerin baş sözcüğü olabileceğini hiç düşünmemişti. İlk kez o kadınla karşılaştığında Aşk‘ın atıldığı eskimiş sözcükler yığını arasında hafifçe devindiğini, nefes alıp vermeye başladığını belki de sezinlemiş, ama önemsememişti.
Bir süre sonra o kadınla tekrar görüşüp yüz yüze konuştuklarında Aşk'ın canlanıp beynindeki aktif sözcükler arasına girdiğini, kendi kendine sorduğu “âşık mı oluyorum?” sorusuyla anlamıştı. Unuttuğunu sandığı o üç harfli sözcük bilinç altından bilincine çıkmıştı. Aşk sözcüğü ile yeniden karşılaşmak onu hem heyecanlandırıyor hem de korkutuyordu.
O kadınla bir başka gün buluşup baş başa kaldıklarında korktuğunun başına geldiğini, öldü sandığı Aşk'ın yeniden dirildiğini hiç bir şüpheye yer kalmayacak şekilde anladı. Evet, Aşk yeniden yaşama dönmüş, unutulmuş sözcükler mezarlığına geri gömülemeyecek kadar canlanıp güçlenmişti. O telaffuz etmekten kaçındıkça, aşk bir yolunu bulup tümcelerin içine, satır aralarına giriveriyordu.
Aşk’ın yaşayan söz dağarcığına taşınmasıyla birlikte, diğer sözcüklere yeni bir koku yeni bir renk geldiğini şaşırarak algıladı.Ürettiği tümceler daha canlı daha yaşam dolu daha tutkuluydu. Aşk’a direnmekten vazgeçti, çünkü Aşk'tan kaçış yoktu.O kadını düşündükçe duyguları ve dili Aşk’ın karşı konulmaz gücüne teslim oldular. Duygularına, diline koyduğu sansürü kaldırdı. Ve Aşk beynindeki, dilindeki tüm sözcüklerin başına geçti.
Kadınla üçüncü kez buluştuklarında, aşk tüm zorbalığı ele alıp “Beni yaşayacaksın, beni yazacaksın” diyerek kendisinden kurtuluş olmadığını kesin olarak ilan etmişti bile. Artık,Aşk’ı yeniden yaşamaktan, yeniden yazmaktan başka çaresi yoktu. Aşkın, onu boş bir sözcük olmaktan kurtarması, yeni bir anlam, yeni bir içerik kazandırması için gece gündüz bilincini baskı altına almaya başladı. Evet, âşık olmak onu korkutuyordu,fakat yeniden âşık olabildiğini görmek ve Aşkı yeniden yaşamak onu için için mutlu ediyordu. Aşk’ın geçmişteki tüm bağlamlarından kopmuş, yeni ve boş bir sayfa olarak önünde durması şairi ayrıca kışkırtıyordu. Yaşamdaki tek kutsal gerçeklik olan Aşk’ı yepyeni öz ve biçimle yazabilmesi, edebi yeteneğini ortaya koyabilmesi için bu belki de son bir şansıydı. Bu şansı kaçırmamak gerektiğini düşündü. Yazacağı, mutlaka yeni, farklı bir Aşk olmalıydı.
Ancak şair, bir süre sonra Aşkı yazamayacağını üzülerek ve büyük bir hayal kırıklığıyla anladı. Aşk, kendini yazdırmıyordu. Yaşadığı Aşk'ın yolu, yönü belirgin değildi. Her şey a-çıktı, Aşk'ın nasıl gelişeceğini, nasıl sonuçlanacağını bilmesi hatta sezinlemesi bile olanaksızdı. Bunları belirleyecek olan yalnızca Aşk’ın kendisiydi. Yani şair Aşk'ı değil, Aşk şaire kendini yazdıracaktı. Bu acı gerçeği görmek şairi korkuttu, ancak başka hiçbir seçeneği yoktu. Kendini ve kalemini Aşk’a teslim etti…

Mevlüt Asar
(Aşkın Halleri, Neziher Yayınları, İlk basım: Eylül 2016)
%d blogcu bunu beğendi: