Yalnızlık *

fotoğraf: mevlüt asar

Sevgili Belinda,
Uzun zamandır sana yazmak istediğim halde yazamadım.
Doğruyu söylemek gerekirse, sen gerçekten var mısın, yok musun; yoksa sadece düşümde yarattığım mısın, bilmiyorum. Bu sabah içimden bir ses bana, aslında bu soruların yanıtının hiç de önemli olmadığını ve senin uzaklarda da olsa bir
yerlerde mutlaka yaşadığını, mektuplarımın bir şekilde eline ulaşacağını
kulağıma fısıldayarak, beni sana yazmaya ikna etti.

Yazacağım mektupları okuyup okumamak ya da yanıt verip vermemek tamamen sana bağlı. Yani, sen kabul etsen de etmesen de, ben seni kendime bir sırdaş, bir yoldaş, bir dost hatta bir ”sevgili’ olarak seçtim. Şimdi, “İyi de neden ben?” dediğini duyar gibiyim. Çünkü seni ben, el değmemiş bir beyaz kağıt, yazılmamış bir öykü, okunmamış bir kitap gibi; merak, paylaşma, sevilme, sevme ve sevdiğini dile getirme yetisini yitirmemiş, sözün, yazının değerini bilen olarak düşlüyorum. Çünkü sana bir şeyleri gizlemek zorunda kalmadan içimi dökebileceğimi, seninle sırlarımı, umutlarımı, sevincimi, öfkemi, kırgınlık ve hüznümü paylaşabileceğimi sanıyorum. Çünkü -her şeyden önemlisi beni eksiklerim, yanlışlarım, çelişkilerimle, yani olduğum gibi
kabulleneceğine, bana karşı dürüst kalacağına, bana yazacaklarının, içten ve yürekten olacağına bütün kalbimle inanıyorum.

“Bana yazmanın amacı ne?Benden ne bekliyorsun?” dersen, bunu ben de açık seçik bilmiyorum. Amacımı, yosun tutmaya başlamış gölün durgun suyuna bir taş atmak olarak da algılayabilirsin. İnsanlık tarihinde kazanım olarak bilinen her şeyin yıkıldığı, insani değerlerin tepe takla edildiği, sanatın ve edebiyatın post modern rüzgârların peşine takılarak, insandan uzaklaştığı; insanın insanlığından çıkarılmaya çalışıldığı günümüz dünyasında neredeyse hepimiz tek başımıza kaldık.
Ortasına itildiğimiz bu yalnızlığı, içine düştüğümüz bu suskunluğu, güvensizliği, umutsuzluğu… yazışarak da olsa kırabilir miyiz?
Bırakalım diyaloglar kurmayı, hiç değilse monologlarla karşımızdakilere ya da yanımızdakilere ”İşte ben varım ve yaşıyorum!’ diyebilir miyiz?
Bu soruya yüreğim ‘evet’ diyor. Çoktan unuttuğumuz yüreğimizin sesini dinlemeyi yeniden öğrenmek gerekiyor. Bu girişim, bu mektup da bunun bir sonucu.

Uzakların hüznü, yalnızlığın sessizliği ile…

Mevlüt Asar

*) “Aşkın Halleri & Belinda’ya Mektuplar” adlı kitaptan alınmıştır, Neziher Yayınları, Eylül 2016

masallara inanmak

Orta yaş çizgisine yaklaşmış olmasına rağmen hâlâ erkeklerin başını döndürecek kadar güzeldi. Kadın olmanın onurundan ödün vermeden yaşamaya kararlı bir kadının yaşadığı, zorlukların belki de tümünü yaşamıştı. Birçok erkek tanımıştı: aydın, yarı aydın, düzeyli, düzeysiz, maskeli maskesiz Hepisinin kadına bakışı aynıydı: Kadın erkek için yaratılmıştı. Onun cinsel açlığını doyurmak, olgunlaşmamış kişiliğine ve aşamadığı komplekslere derman olmak için vardı. O elde edilinceye, yatağa atılıncaya kadar, sevilmeye, aşık olunmaya değerdi. Sonra, kullanılmış bir mendil gibi bir kenara atılabilirdi.

Bu yüzden erkeklere kuşkuyla bakar olmuş, onlara karşı bedeninin ve kalbinin çevresine görünmez bir korunma duvarı örmüştü. Ama nihayet o da bir kadındı! İltifatlar almak, beğenildiğini görmek, sevildiğini bilmek istiyordu. Bu istekleri bastırarak yaşamak onu bunaltıyordu. Tüm olumsuz deneyimlerine karşın erkek düşmanı bir kadın, bir feminist olmamıştı. Zaman zaman yeni hayal kırıklıkları pahasına da olsa, erkeklere şans tanımaktan yanaydı…

O akşam, iki bayan arkadaşı ile birlikte çıkmışlar, arada bir takıldıkları bu mekana gelmişlerdi. İki arkadaşa rağmen kendini yalnız hissediyordu. Bir süre sonra tanıdığı bir doktor ve yanında bir erkek arkadaşı içeriye girdiler ve karşılarında bir masaya oturdular. Doktorla uzaktan selamlaşıp karşılıklı gülümsediler. Masadaki arkadaşları her zaman olduğu gibi havadan sudan konuşuyorlardı. Onlara katılmakta hep zorlanıyordu. Çalan hüzünlü müzik, içtiği kırmızı şarap “kalabalıktaki yalnızlık” duygusunu arttırmıştı.

Bir ara doktorun olduğu masaya tekrar baktığında yanındaki yakışıklı adamın dikkatle kendisine baktığını fark etti. Adam şarap kadehini kaldırarak onu zarif bir şekilde selamladı. O da gayri ihtiyari önündeki kadehi kaldırarak karşılık verdi. Huzursuzlanıp “korunma duvarı”nın arkasına çekilmeye hazırlanırken, esmer bir kadın “Buyurun, bunlar sizin için,” diyerek, bir demet kırmızı gül uzattı. “Kimden?” diye sormadan, karşı masaya baktı. Yakışıklı adam, boynunu bükmüş çiçekleri kabul etmesini istiyordu. Ne kadar uzun zaman olmuştu, bir erkekten çiçek almayalı. Başıyla adama teşekkür etti. Adam kadehini kaldırdı, o da kadehini kaldırıp kadehinde kalan şarabı bir yudum içti ve duygularını özgür bırakmaya karar verdi. Belki de bu gece hayatına yeni bir sayfa açabilirdi.

Adam sanki bunu hissetmiş gibi elinde şarap kadehi, kadının oturduğu masaya geldi ve kibarca, “Beni kırmayıp gülleri kabul ettiğiniz için size teşekkür ederim. Rahatsız etmezsem oturabilir miyim?” diye sordu. Kadın, “Tabii, niçin olmasın? Buyurun lütfen,” diyerek yer açtı. Ardından ”Güller için çok teşekkür ederim,” diyerek kadehini kaldırdı: “Tanışmamıza!” Adam, “Çok mutlu oldum!” dedi. Arkadaşlarıyla tanışırken, o adamı inceledi: Esmerliği, yakışıklı yüz hatları, zevk sahibi olduğunu gösteren giyimiyle eski siyah beyaz filmlerdeki artistlere benziyordu. Konuşurken yaptığı jestler, mimikler bu havayı pekiştiriyordu…

Tanışma seremonisi bittikten sonra, “Sizi ilk kez görüyorum. Galiba buradan değilsiniz!” dedi. Adam, kısa cümlelerle ve espriler katarak yaşamını özetledi: Orta Anadolu’nun bir ilinde dünyaya gelmiş. Sonra kitaplara olan merakından matbaacı olmuş ve önüne çıkan fırsatları değerlendirerek, çok satan bir ulusal gazetede baskı işlerinden sorumlu müdür olmuş. Teknik gelişmeleri izleyebilmek için sık sık Avrupa’ya geliyor, kurslara, seminerlere katılıyormuş. Bu kez yolu İtalya’ya düşmüş. Hafta sonundan yararlanarak Almanya’daki doktor arkadaşını ziyarete gelmiş. Almanya’yı değil, ama İtalya’yı sevmiş. İnsan Avrupa’da yaşayacaksa İtalya’da yaşamalıymış… Sözünü bitirince, şarap kadehini tekrara kaldırdı: “Sizi tanımanın mutluluğu ve şerefine!”

Kadın “korunma duvarı”nın yıkıldığını, adamın çekim alanına girdiğini fark etti. Çalan müziğin yüksekliği nedeniyle onu duyamadığını söyleyerek adama daha çok yanaştı. Aralarındaki sohbet giderek koyulaştı. Adamın iltifatları ve davranışlarıyla kendini herzamankinden daha çok kadın hissetmeye başlamıştı. Adam, elini tutup “Dans etmek ister misiniz?” diye sordu.

Kadın sevinerek, “Elbette” diye yanıtladı. Dans edilen alana yürüdüler. Adam zarif bir hareketle kadının elini tutup kendine çekti. Keman ve gitar eşliğinde çalınan şarkının ritmine uyarak dans etmeye başladılar.

Müzik bittiğinde, kadının kalbi küt küt atıyor, başı hafiften dönüyordu. Adam elini bırakmadan masaya kadar getirdi, sandalyesini çekip oturmasına yardım etti. Ardından elini dudaklarına götürerek teşekkür etti.

Kadın, “Çok uzun zamandır böyle dans etmemiştim,” dedi, “neredeyse dans etmeyi unutmuşum. Umarım sizi güç durumda bırakmadım?’’

“Kesinlikle hayır,” dedi adam, “Daha önce hiç dans etmediğiniz biriyle dans etmek kolay değildir, ama siz çok güzel dans ediyorsunuz.”

Kadın güldü: “Teşekkür ederim.”

Adam kadının gözlerinin içine baktı: “Çok güzel olduğunuzu biliyor musunuz? Hele gülünce?”

Adamın avucundaki elinden ta kalbine varan bir sıcaklık yayıldı. Daha önce tanıdığı erkeklerde olmayan bir tür soyluluk vardı onda. İçindeki kilitli odaların kapısı açılmaya başlamıştı.

Kendini kontrol etmeyi bıraktı. Adamla olan derin sohbeti daha samimi bir şekilde, göz göze yanak yanağa sürdürdü…

Orkestra insanın kanını coşturan bir parça çalmaya başlayınca adam, “Tekrar dans edelim mi?” dedi. Kadın hemen kalktı. Kendini kuş gibi hafif hissediyordu, bedenini adamın kollarına istekle bıraktı. Yorgun düşünceye kadar dans ettiler. Masaya döndüklerinde kadının arkadaşları gitmişti. Birbirlerine iyice sokuldular. Garsonun bardaklarına döktüğü kırmızı şaraptan birer yudum aldılar. Bu kez kadın adamın elini tutup “Teşekkür ederim,” dedi, bana hep anımsayacağım çok hoş ve güzel bir gece yaşattınız.“ Adam, “Ben sizin anılarınızda kalmak istemiyorum!” diyerek karşılık verdi: “Sizin gönlünüzde bir yerim olsun istiyorum. Ama o yeri bir gece de kazanamayacağımı biliyorum. Bana bir şans tanıyın, sadece bu geceyle kalmasın, lütfen.” Kadın, gözleri adamın parmağındaki şövalye yüzüğüne takılmıştı, kendi kendine konuşur gibi yanıtladı: “Gerçek sevgi ve aşk öleli çok oldu. Kim bilir belki bir şövalye onu tekrar yaşama döndürür…” Sonra kadehini kaldırdı: “Şövalyelerin şerefine!” Adam karşılık verdi:

“Gururlu ve soylu kadınlara!“

Şarapları bittiğinde müşteri olarak sadece kendilerinin kaldıklarını fark ettiler. Adam garsona işaret etti. Yüklüce bir bahşişle hesabı ödedikten sonra garsonun kulağına bir şey söyledi. Nefis bir tango çalmaya başladı. Adam, kadının kulağına eğildi: “Bu gecenin son dansı olsun, lütfeder misiniz?” Dans ederken birbirine sımsıkı yapışmış vücutları aynı hareketleri yapıyor, yanakları birbirine değiyor, tenlerinin kokusu birbirine karışıyordu. “Paris’te Son Tango filmini görmüşsünüzdür mutlaka,” dedi adam, “Ama bu bizim son tangomuz olmasın lütfen! Ben kalbinizde bir yer istiyorum, beni kırmayın!”

Tango bittiğinde bir süre birbirlerine sımsıkı sarılmış olarak durdular. Kadın, garsonun tuttuğu mantosunu giyerken kendisini bir masal kahramanı gibi hissetti. Kendi kendine, “Belki de yanlışımız masallara inanmamak!” dedi. Kendisini mutlu, umutlu ve özgür hissediyordu. Adamın koluna girdi, birlikte çıktılar. Dışarıda onları pırıl pırıl yıldızlarla dolu lacivert bir gökyüzü karşıladı. Kadının içi ürperdi, koluna girdiği adama iyice sokuldu…

Mevlüt Asar

“Aynadaki Kelebek” (s. 83 – 87) Neziher Yayınları, Ekim 2014

YALNIZ İNSAN

İçinde yaşadığı baskıcı toplumun dayattığı “kollektif kimlik”e direnerek, kendine özgü bir “kimlik” edinen insanların, sonunda “yalnız” kalmaları kaçınılmaz bir olgudur. “Yalnızlık duygusu” ise herkesin hoşlanacağı bir duygu olmadığı gibi, çoğu insanın dayanamadığı, katlanamadığı bir durumdur. Bu nedenle neredeyse hepimiz yalnızlıktan bir şekilde kaçmaya çalışırız.

Aslında bu “kaçış”, bir çeşit kendimizden kaçıştır! Çünkü “yalnızlık” kendi kendiyle yüzleşme, kendi karanlıklarına inme, kendi aslını keşfetme “risk”ini birlikte getirir. Bu riske girmekten ve kendi kendimize yetememekten korkmak, yalnızlıktan kaçış için anlaşılır bir nedendir.

Bu “korku”yla baş edebilmek için, “yalnız”lığın insanı olgunlaştıran, geliştiren ve kendini yeniden “yaratma“sına olanak sağlayan bir durum olduğunu anlamak / yaşamak gerekiyor. Yalnızlığa katlanabildiğimiz, kendi kendimize yetebildiğimiz oranda başkalarına “bağımlı” olmaktan da kurtuluyoruz. Böylece daha özgür ilişkiler kurabiliyor, daha özgürce sevebiliyor hatta aşık olabiliyoruz. Tabii “ayrılık”ları da daha az yara bere alarak, mutsuzluk girdabına sürüklenmeden atlatabilmek şansını kazanıyoruz.

Bilmem yanılıyor muyum?

%d blogcu bunu beğendi: