Kültürlerarası Etkileşimde Edebiyatın Rolü -Söyleşi

Bir kültürü tanımanın ve benimsemenin yalnızca o kültürün dilini öğrenmekle ve şehirlerini gezmekle gerçekleşmesi olanaksızdır. İnsanın kendinden farklı olanı tanıyabilmesi için farklı perspektiflerden bakabilmesi gerekir. Edebi yapıtlar bu bağlamda büyük ölçüde önemli bir rol oynamaktalardır. Çünkü biz sadece bir edebi eseri değil, o eserin ait olduğu toplumun dili kültürü, tarihi ve toplumsal, ahlaki değerlerini hakkında da bilgi ediniriz. Örneğin 19. Yüzyılda Fransız eserlerinin Osmanlıcaya çevrilmesi ile iki kültürün etkileşimi sağlanmış ve Osmanlı topraklarında Fransız kültürünün tanınmasına yol açılmıştır. Zira okuyucular özellikle roman gibi edebi türlerde „dünyaya karakterlerin gözünden bakar, onlarla empati kurar ve yansıttıkları kültürün bir parçası olurlar’’.

Başka bir örnek vermek gerekirse, Türkiye’den Almanya’ya göç eden yazarlar 1960’li yıllarında Türk edebiyat aracılığıyla Almanlarla bir iletişime girerek yaşadıklarını anlatmak ve böylece de anlaşılmak istemişlerdir. Almanların, Türk kültürünü tanımaları, Türklerin yaşadıkları sorunları kavramaları ve önyargılarından kurtulmaları hedeflenmiştir bir bakıma. Günümüzde de edebiyat hala, kültürlerarası bir diyaloğun gerçekleştirilebilmesini sağlayan önemli bir köprüdür…

**

Neden farklı kültürlere karşı önyargılıyız?

Önyargılar, küçük yaşlarda aile içinde öğrenilmekle başlar ve zamanla kişinin kendi tecrübeleriyle kalıplaşır. Yetişkinlik çağına gelindiğinde ise önyargılı insanlarla olan ilişkiler, anne, baba, öğretmen ya da arkadaşlar, baskı altında otoriter bir çevre içinde yaşanan hayat, benzeyen ve benzemeyen arasında kalan “farklı olma” unsuru, çoğu zaman medya ve sosyal ortamlar önyargının gelişmesinde önemli bir rol alır. Önyargıların pekişmesini sağlayan da insanların önyargılarına uygun gelen bilgileri ayırarak algılaması, ters gelen bilgileri ise algılamaması ya da görmek istedikleri gibi algılamasıdır.

Bir kültürü en iyi şekilde nasıl tanıyıp benimseyebiliriz?

Kültür, toplumların kendilerine özgü olan ve gelecek nesillere aktardıkları maddi veya manevi her şeydir. İnsan açısından ise kültür, tarih içerisinde yaratılan bir anlam ve önem sistemidir. Bu bağlamda bir kültürü en iyi tanıma yolu, o kültürün dilini öğrenmek ve o kültürde en azından bir süre o kültürde yaşamakla olur. Bunu yapamıyorsak en iyi yol o ülkenin edebiyatından yapıtlar okumak, sinemasından filmler izlemek en kolay yoldur. “Benimse” ikici bir aşamadır, kültürü yeterince tanıdıkça ister istemez hoşumuza giden, hayatımıza katkı sunan yönlerini, normlarını benimseriz.

Edebiyatın gerçekten kültürleri yansıtabilme gibi bir yetisi var midir?

Elbette vardır. Ulusal ve kültürel kimliklerin oluşmasında edebiyat eserlerinin katkısı büyüktür. Goethe okumamış bir Alman, Shakespeare okumamış bir İngiliz, Baltaca okumamış bir Fransız ya da Dostoyevski okumamış bir Rus düşünemeyiz. Bir toplumun ortak bir kültürünün oluşabilmesi, o toplumun bir ulus devlet olabilmesi için de için klasik ve kanon gerekir. Dolayısıyla edebiyat bir kültürün yabancılar tarafından tanınmasında da önemli bir rolü vardır.

Bir kültürü, o kültüre ait olan edebi yapıtlarını okuyarak anlayabilir miyiz?

Yukarıda da belirttiğim gibi. Edebiyat bu konuda önemli bir kaynaktır. Dil, edebiyat eserleri ait olduğu milletin kültürünü yansıtarak hem o toplumun bireyleri arasında hem de diğer toplumların bireyleri arasında kültürlerinin tanınmasını, kabul görmesini, yaygınlaşmasını sağlar.

,,Her kitap yeni bir dünyaya açılan penceredir’’ sözüne katılıyor musunuz?

Her kitap dünyaya açılan bir pencere olmasa bile başka hayatlara, başka insanlara açılan bir pencere hatta onlara uzanan bir köprüdür. O köprüden geçerek başka hayatlara konuk oluruz.

Edebiyat Kültürlerarası bir köprü oluşturur mu?

Yazılı ve sözlü edebiyat hem yazıldığı dildeki kültürün bir yansıması hem de o kültürün bir parçasıdır, dolayısıyla farklı kültürden ve konumdan insanlar arsında bir “kültür-köprüsü” oluşturur. Kitap bizi bu köprüden geçmeye bir davettir.

Kitap ile insanı buluşturmak bu bağlamda sizce niçin önemlidir?

Kitap, günümüzdeki tüm teknik ve medyasal gelişmelere karşın hala önemli bir kültür ve eğitim aracıdır. Batı’daki aydınlanma esas olarak kitap aracılığı ile gerçekleşmiştir. Gutenberg’in baskı makinesini bulması, kültür ve eğitimde bir devrim yaratmış, aydınlanmanın önünü açmıştır. Bu nedenle özellikle “aydınlanma”sını tamamlamamış ülkelerde insanın kitapla buluşturulması çok önemlidir.

Edebiyatın, Kültürlerarası etkileşime olan katkısını nasıl görüyorsunuz?

Edebiyat aslında hem biçim hem de içerik olarak insanlığın ortak değeridir. Sözlü edebiyatın egemen olduğu dönemlerde bile, gezginler, tüccarlar aracılığı ile farklı kültürlere taşınmış, kültürler arası iletişime katkıda bulunmuştur. Yazılı edebiyata geçilmesi bu işi daha kolaylaştırmıştır. Ancak burada çevirmenlerin katkısını ve önemini unutmamak lazım, Çevirmenler olmasaydı edebiyat, Kültürlerarası iletişime fazla katkıda bulunamazdı. Çevirmenler sayesinde bir “dünya edebiyatı” ortaya çıkmıştır.

Kültürlerarasılık bağlamında edebiyatın önemi/etkisi/amacı sizce nedir?

Yukarıda da söylediğim gibi, edebiyat kültürel bir üründür. Bu bağlamda Kültürlerarası alışverişe ve Kültürlerarası eğitime katkısı, etkisi olan önemli bir “araçtır”.

Edebiyat farklı kültürlere mensup bireyler ya da gruplar arasında bir etkileşim sağlayabilmiş midir veya sağlayabiliyor mudur?

Edebiyatın bir “kültür -nesnesi” olarak, farklı kültürlere sahip / ait insan ve gruplar arasında olumlu bir etkileşime gerçekten katkıda bulunabilmesi için bazı ön koşulların yerine gelmesi gerekir. İlk koşul insanlara neyi nasıl okuması gerektiğinin öğretilmesi…

Edebiyat, bireye kendisine yabancı / öteki gelen ile iletişime girebilmesi sağlıyor mudur? Nasıl sağlıyordur?

Dediğimiz gibi edebiyat bizi başka insanların hayatına, başka kültürlere davet ve konuk eder. Farklı ulus ya da etnik kimliklerce üretilen/ yazılan edebiyat bize o insanların dünyasını, kültürünü anlamamıza, ön yargılarımızı düzeltmeye yardımcı olur. Özünde insanın temel arzuları ve duyguları dünyanın her yerinde aynıdır. Bu bağlamda hangi dilde ya da kültürde ortaya çıkmış olurlarsa olsunlar edebiyat eserlerinin kahramanları ya da kişileri ile özdeşleşemesek bile empati kurabiliriz. İşte bu empati aracılığı ile bir tür sesiz iletişim oluşur.

Edebiyat sayesinde bize yabancı gelene karşı olan önyargılarımızdan arınabilir miyiz?

Buna yukarıda da değindik. Eğer iyi, eğitimli bir edebiyat okuru isek, önyargılardan arınmasak bile onları yumuşatabiliriz. Aksi takdirde edebiyat tam aksine ön yargıların pekişmesine de neden olabilir.

Almanya’da yaşan Türk yazarlar eserlerinde Türk kültürünü / göç sorununu doğru yansıtabilmişler midir?

Bu soruya tüm yazarlar açısından “evet” yanıtı vermek mümkün değil. Soruya yanıt vermek içim Almanya’daki Türk Göç Yazının tarihsel gelişimine, değişimine bakmak gerekir. Bunu dikkate aldığımızda farklı dönemlerde, farklı edebiyat anlayışlarının ve ürünlerinin öne çıktığını görüyoruz. Ayrıca bu konuda belirleyici olan, yazarların amacı, neyi niçin yazdığı.

Edebiyat sayesinde insanın bakış açısı değişebilir mi? Nasıl değişir?

“Bir kitap okudum hayatım değişti.” diye bir söylem vardır. Bu biraz abartılı gibi gelse de doğru zamanda ve uygun koşullarda okunan bir kitap insanın hayata ya da olaylara bakış açısın değiştirebilir. Ancak dediğim gibi “okur”un buna hazır olması gerekir. Kitapta verilen mesaj ya da anlatılan olaylar, kendisi ile özdeşleştiğimiz kahramanların tutum ve davranışları bizim kendi bakış açımızı, paradigmamızı değiştirmemize neden olabilir.

II. Bölüm

Almanya’da ne gibi zorluklar yaşadınız (ırkçılık, kültür şoku gibi)? Eğer yaşadıysanız bu zorlukları edebiyat ile dile getirme ihtiyacı duydunuz mu? Neden ihtiyaç duydunuz?

Almanya’yı gelmeden önce, Almanya hakkında Türkiye’de okuduğum edebi ( Brecht, Grass…) ve araştırma, tarih vb. kitaplarından biraz ön bilgim vardı. Ancak Almanca bilmiyordum ve Türkiye’nin başkenti Ankara’da okumuş , yaşamış biri olarak “kültür şoku” yaşamam söz konusu olmadı. Tek sorun dil, sorunu idi. Almancayı öğrendikten sonra o da ortadan kalktı. Şahsen ben kendim, beni etkileyecek bir ırkçılık sorunu yaşamadım. Ancak başka insanlara karşı yapılmış ırkçı davranışlara tanık oldum.

Almanca ’ya çevrilen eserlerinizle Almanlara sesinizi mi duyurmak ve onlarla bir iletişime mi girmek istediniz? Neden? Örnegin ,,Gurbet İkilemi /Dilemma der Fremde’’ şiir kitabınız ile neyi amaçladınız? Neden Almancaya çevrildi (Almanların bizleri tanıyıp anlamalarını mi istediniz)?

Edebi eserler yazan ve yazdıklarını yayınlayan her insan toplumsal ve ahlaki bir sorumluluk taşır. Ayrıca bana göre edebiyatın sadece sanatsal değil toplumsal-kültürel bir işlevi de vardır. Bu bağlamda ben yazdıklarımla, özlemini çektiğim daha insani, daha güzel bir dünyanın mümkün olabileceğini okurlara sezdirmeye, göstermeye çalıştım. Şiir ve öykülerimde bu “özlem”e / “hayal”e engel olan ırkçılık, ayrımcılık, eşitsizlik gibi toplumsal, siyasi sorunlara değindim. Bu nedenle okur olarak hedefim sadece Türkler değil aynı zamanda Almanlar hatta tüm insanlara ulaşmaktı. Bu nedenle yazdıklarımın Almancaya çevrilmesi için özel bir çaba gösterdim, Almanlar ile temsilcisi olduğum Türkiyelilerin arasında bir köprü kurmaya çalıştım, diyebilirim.

Eserlerinizi Alman edebiyatının birer parçası olarak görüyor musunuz?

Bir eserin hangi ulusal edebiyata ait olduğunu belirleyen temel ölçü, o eserin hangi dilde yazılmış olduğudur. Buna ikinci bir ölçü daha eklemek gerekirse o da yazan kişinin “kültürel kimliği” dir – etnik kökeni değil –. Bu bağlamda ben kendimi ne tam Türk Edebiyatının ne de Alman Edebiyatının içinde görüyorum. Belki ortalarda bir yerdeyim. Bunu için şimdilik “Türk-Alman Yazar / Şair” (Türkisch-Deutscher Dichter) denebilir.

Eserlerinizde (örneğin makaleniz; ‘’Almanya’daki Türklerin sosyal-kültürel konumu’’), göç, göçmenlik, birlikte yaşam, toplumsal uyum gibi temaları ele almışsınız. Neden bu temaları seçtiniz? Kimlere hitap etmeye çalışıyorsunuz?

Benim öğretmen / eğitimci ve sendikacı kimliğim, emekli olununcaya kadar ön planda oldu. Yani mesleğimle ilgili çalışmalarım daha yoğun oldu. Bu alanda çeşitli dergi ve gazetelerde yayınlanan birçok makaleler yazdım. Bu makalelerin çoğu Almanca olarak da yayınlandı. Amacım Almanya’da eğitim ve kültür alanındaki sorunların çözümüne katkıda bulunmaktı.

Kendinizi bir Türk yazarı mi yoksa bir Alman yazarı olarak mi tanımlarsınız?

Bu soruyu bir önceki soru kapsamında yanıt verdim, sanıyorum.

Eserleriniz ile insanların bakış açılarını / tutumlarını değiştirebildiğinize inanıyor musunuz?

Yanıtlanması zor bir soru. Bir yazar olarak, bu soruya ancak okurlardan, basın-yayın organlarından aldığı geri-bildirim ve tepkileri düşünerek tahmini bir yanıt verebilirim. Kitaplarım, yazdıklarım hakkında özellikle Alman okurlarımdan, basın-yayın organlarından olumlu tepkiler, değerlendirmeler aldım Yazdıklarımın bir kısımı okul kitaplarına girdi, akademik çalışmalarda kullanıldı. Ayrıca bir yazar ve eğitimci olarak, yaşadığım toplumda, çalıştığım kurumlarda saygı ve kabul gördüm. Buradan yola çıkarak, belki insanların bakış açılarını ya da tutumlarını değiştirdim diyemem, ancak onların kendi bakış açılarını, tutumlarını sorgulanmasına, yeniden gözden geçirilmesine katkıda bulunmuş olabileceğimi düşünüyorum.

Okullarda hangi Türk romanlarının, şiirlerinin veya öykülerinin okunmasını ve tanıtılmasını isterdiniz?

Sanıyorum Alman okullarını ve Türkçe derslerini kastediyorsun. Bence Almanya’da, Türkçe derslerinde öncelikle Almanya’da yaşamış ve yaşayan yazarların yapıtları okutmalı. Öğrenciler, kendi yaşadığı ülkede/toplumda ortaya çıkmış yapıtlarla daha kolay ilişki ve empati kurabilir. 60 yıl için önemli bir “Türkçe Edebiyat” birikimi, kitaplığı oluştu. Bu oluşum içerisinde hem pedagojik hem göçmen kültürü hem de kültürlerarası eğitim açısından yeterince roman, öykü ve şiir var. İsim vermek gerekirse, “klasik” sayılabilecek yazarlarla işe başlanabilir. Aras Ören, Günay Dal, Yüksel Pazarkaya, Fakir Baykurt, Habib Bektaş… Bu konudaki en önemli sorun, öğretmenlerin ve öğrencilerin bu kitapları tanıması ve onlara ulaşabilmesi. Bunun için kütüphanelere, Türkçe öğretmeni yetiştiren kurumlara önemli bir görev düşüyor.

Almanların Türk kültürünü, zihniyetini ve kültürel zenginliğini okuyup tanıyabilecekleri bir kitap önerebilir misiniz?

Bu konuda ilk aklıma gelen kitaplar:Yüksel Pazarkaya’nın hazırladığı “Rosen im Frost” (Unionsverlag) ve Hülya Adak ile Erika Gellassen’ın yayınladığı “Hundert Jahre Türkei” (Unionsverlag).

Peki Türklerin kesinlikle okumalarının gerektiğini düşündüğünüz bir kitap var mi (Almanca veya Türkçe)?

Bu konuda da Almanca öğrendikten sonra okuduğum ilk kitaplardan biri olan, Peter Glotz ve W. R. Langenbucher’in yayına hazırladığı “Versäumte Lektionen – Ein Lesebuch” (Büchergilde-Gutenberg) adlı antolojiyi önerebilirim.

Mart 2022, Duisburg

Interview für eine Schülerzeitung (*)

GB: Könnten sie uns Ihre Lebensgeschichte erzählen, damit wir Sie besser kennen lernen?

Ich wurde 1951 in einem Dorf in der Provinz Konya geboren. Um Geld zu verdienen, musste mein Vater nach dem Militärdienst in „Gurbet“, in die Fremde, gehen, weil sich die Großfamilie nicht von der Landwirtschaft ernähren konnte. Als er weg ging, war ich zwei Jahre alt. Meine Mutter musste den ganzen Tag schwer arbeiten. Daher wurde ich mehr von meinen beiden Omas betreut. Als ich sechs wurde, zogen wir, meine Mutter, ich, meine Schwester, zu meinem Vater nach Ankara. Das war der erste Bruch in meiner Biographie. Die Jahre im Dorf hinterließen in mir tiefe Spuren, die mein Ich prägten und sich in meinen literarischen Texten widerspiegeln.
Obwohl wir in einem armen Viertel wohnten, war in Ankara alles neu für mich. Das war ein echter Kulturschock. Ich wurde als “Dorfjunge” angepöbelt und schikaniert. Es dauerte einige Jahre, bis ich mich an das Stadtleben, an die städtische Kultur anpassen und mit der neuen Umwelt vertraut machen konnte.
Ich war durstig nach Wissen. Deshalb bin ich gerne zur Schule gegangen. Nach der Mittelschule (Ortaokul) besuchte ich das Gymnasium (Lise). Da habe ich die Literatur entdeckt und wurde eine Leseratte. In dieser Zeit versuchte ich neben Liebesgedichten und Liebesbriefen auch literarische Texte zu schreiben. Einige wurden in der Schülerzeitung veröffentlicht. Aber die meistens blieben in der Schublade versteckt.
Nach dem Abschluss des Gymnasiums im Jahr 1968 fing ich mit dem Studium an der Fakultät für Politische Wissenschaft an. Ich fand mich inmitten der damaligen Studentenbewegung. Wir kämpften für mehr Demokratie, mehr soziale Gerechtigkeit, kurzum für eine bessere Welt. Durch einen Militärputsch wurde unser Kampf niedergeschlagen. Ich und viele andere Kommilitonen wurden verhaftet und vor ein Militärgericht gestellt und ins Gefängnis gesteckt. Da hatte ich viel Zeit zu lesen und zu schreiben. Meine ersten ernsthaften literarischen Texte sind dort entstanden.
Trotz dieser schwierigen Zeit habe ich 1974 mein Studium als Diplom Betriebswirt beendet. Aber wie viele andere Kolleginnen und Kollegen auch bekam ich wegen unseren politischen Tätigkeiten eine Art “Einstellungsverbot”. Inzwischen war ich mit meiner Freundin von der Uni verlobt, und 1975 wir heirateten wir. Mit meiner Frau wollte ich nach Europa gehen und in Frankreich promovieren. Aber mir wurde kein Reisepass ausgestellt, und ich wurde zum Militärdienst einberufen. Nach der Militärschule versetzte man mich als Ersatzoffizier auf den türkischen Teil von Zypern, wo zwischen Türken und Griechen Kriegszustand herrschte.
Nach Beendigung meines Militärdienstes durfte ich 1977 einen Reisepass bekommen. Ich und meine Frau beschlossen nach Deutschland zu fahren, um ihre inzwischen dort lebenden Eltern zu besuchen und Europa zu sehen. Wegen einiger Umstände wurde aber unsere Rückkehr in die Türkei verhindert. Meine Frau wurde schwanger und wir bekamen ein Kind. Und so blieb ich in Deutschland, in Köln, und wurde selbst ein “Almanci”.
Deutschland war mein zweites “Gurbet” (Fremde) und der zweite Bruch in meiner Biographie. Ich konnte kein Wort Deutsch und hatte weder eine Aufenthalts- noch Arbeitserlaubnis. Das war so zu sagen die „Stunde null” für mich. Ich meldete mich an der Uni Köln an und lernte die Sprache. Meine Absicht war, zu promovieren. Wegen finanzieller Schwierigkeiten musste ich diese Absicht aufgeben und einen Job suchen. So bekam ich eine Stelle als „Muttersprachenlehrer“ für türkische Vorbereitungsklassen in Duisburg.
Nun bin ich seit fast 25 Jahren hier. Ich habe zwei Kinder, die hier geboren sind, ich habe hier ein Haus gebaut und im Garten einen Apfelbaum gepflanzt. Ich fahre jedes Jahr mindestens einmal in die Türkei. Dort sind meine Wurzeln, meine Verwandten, die Erinnerungen und Spuren meiner Kindheit bzw. meiner Jugend. Ich fühle mich weder dort noch hier fremd, aber auch nicht so ganz beheimatet. Daher gebe ich dem deutschen Dichter Christian Morgenstern recht. Er sagte nämlich: “Nicht da ist man daheim, wo man seinen Wohnsitz hat, sondern wo man verstanden wird.”

GB: Wie war Ihre erste Begegnung mit der deutschen Gesellschaft und Kultur?

Europa war für mich, wie für viele gebildete und intellektuelle Menschen in der Türkei, ein Vorbild von Fortschritt und Entwicklung. Mit dieser Vorstellung bin ich nach Deutschland gekommen. Dieses Bild stimmte mit dem realen Bild, mit der Wirklichkeit von Deutschland in vielen Punkten nicht überein. Das reale Bild war ganz anderes. Anderseits haben die direkte Begegnung mit der europäischen und deutschen Kultur und die Distanz zur türkischen Kultur mich dazu geführt, meine (türkische) Kultur kritisch betrachten zu können. Anders ausgedrückt: Ich musste mit vielen Widersprüchen fertig werden und mich mit meinen positiven und negativen Vorurteilen auseinandersetzen. Von diesem Zeitpunkt an wusste ich, dass ich zwei Heimaten hatte.
Bis ich 1980 in Duisburg eine Lehrerstelle bekam, war die Zeit in Deutschland eine der schwierigsten Abschnitte meines Lebens. Und – literarisch gesehen – war es auch ein unproduktiver Zeitraum, in dem das Schweigen herrschte. Erst nachdem ich die existenzielle Sicherheit für mich und für meine Familie geschaffen hatte, konnte ich wieder schreiben. Es hatte sich vieles in mir angestaut. Ich hatte Lust und großen Drang zu schreiben. Das hat mich viele schlaflose Nächte gekostet.

GB: Was war der Anlass, dass Sie Gedichte über die “Fremde” geschrieben haben?

Als ich noch auf dem Gymnasium war, waren einige Verwandte von mir als “Gastarbeiter” nach Deutschland bzw. Belgien gegangen. Für viele Menschen war “Almanya Gurbeti” (die deutsche Fremde) eine neue Hoffnung bzw. Rettung. In der Geschichte der Türkei/Türken war es das erste Mal, dass Hunderttausende von Menschen als Arbeitskräfte über die Grenzen hinweg ins Ausland gingen. Es gab viele soziokulturelle Folgen für die alte und für die neue Heimat. Die Folgen, die ich von beiden Seiten aus beobachten konnte, waren nicht nur positiv. Es gab viele menschliche und gesellschaftliche Probleme. Ich hatte einen inneren Drang, dies schriftlich zu verarbeiten
Da ich zu der türkischen 68’er Generation gehörte, war – und bin – ich ein politisch denkender und sozial engagierter Mensch. Ich wollte den Menschen beistehen, die unter diesen Problemen litten, und mich mit den Menschen solidarisieren, die diese Probleme lösen bzw. etwas Positives daraus machen wollten. Vielleicht wollte für die Lösung dieser Probleme einen bescheidenen Beitrag leisten, indem ich über “Gurbet” schrieb. Meiner Meinung nach trägt jeder, der für die Öffentlichkeit schreibt, ein gewisses Maß an Verantwortung.

GB: Wie ist Ihr zweisprachiger Gedichtband „Gurbet İkilemi /Dilemma der Fremde“ entstanden?

Ich schreibe darüber, was mich bewegt, was mich ärgert, was mir Sorgen oder aber auch Freude und Hoffnung macht. Mein eigenes Leben und das Leben meiner Landsleute in der neuen “bitteren Heimat” (Aci Vatan Almanya) waren für mich eine fruchtbare Schreibquelle.”Gurbet Ikilemi”- “Dilemma der Fremde” ist mein erster Gedichtband. Er kam am Anfang 1986 heraus und beinhaltet die lyrischen und epischen Gedichte, die sich mit “Gurbet” (Fremde) und “Vatan” (Heimat) auseinandersetzen. Almanya war nicht mit dem traditionellen “Gurbet” zu vergleichen. Bis dahin bedeutete für die Türken “Gurbet”, für eine bestimmte Zeit nach Istanbul, Ankara oder Izmir zu gehen um Geld zu verdienen. Nun wanderten sie aber von einem Kontinent (Asien) zu einem anderen Kontinent (Europa); und damit zu einem fremden Land, zu einer fremden Kultur, zu einer fremden Sprache. Um darüber schreiben zu können, brauchte man eine neue Sprache, neue Metaphern und Symbolen. Mit meinen Gedichten wollte ich zwischen den “Fremden” (meine Landsleute) und den Einheimischen (die Deutschen) eine Brücke bauen und auf den beiden Seiten Verständnis und Toleranz fördern

GB: War es für Sie schwer, Ihre eigenen Gedichte ins Deutsche zu übertragen?

Trotz meiner Mühe auch für die deutschen Leser verständlich zu schreiben war die Übersetzung meiner Texte ins Deutsche nicht so einfach, weil die Sprache eigentlich mit Kultur zusammen hängt und die beiden Sprachen nicht miteinander verwandt sind. Das bedeutete, dass ich für viele Bilder, Redewendungen, Wörter meiner Texte keine gleichbedeutenden Synonyme in der deutschen Kultur bzw. Sprache fand. Darüber hinaus konnte ich den Rhythmus und Klang im türkischen Original nicht in Deutsch wiedergeben. Das heißt, meine Texte in Türkisch ließen sich nur sinngemäß übersetzen. Die deutschen Leser können also höchstens die “Kehrseite des Teppichs” sehen.

GB: Was können Sie uns, Schüler*innen mit türkischen Migrationshintergrund, raten?

Der Idealfall für Euch wäre es, wenn ihr euch in beiden Kulturen zu Hausen fühlen würdet. Ich weiß aber, dass das nicht so einfach ist. Dafür fehlen viele Voraussetzungen. Die Vorurteile auf beiden Seiten, die Unterschiede zwischen beiden Kulturen, Ausländerfeindlichkeit und Diskriminierung von der deutschen Seite erschweren den “nicht-deutschen Jugendlichen”, sich in beiden Kulturen zu Hause und geborgen zu fühlen. Trotz alledem kann man als Individuum einen Lösungsweg suchen und finden. Um diesen Weg zu finden, sollte man sich darüber Gedanken machen und einiges ganz klar sehen:
Das Leben bzw. Aufwachsen in zwei Kulturen bringt sicherlich Probleme mit sich, aber auch viele Möglichkeiten sich zu entfalten und ein neues “Ich”, eine neue Identität zu entwickeln, die unserer Zeit und unserer Welt entspricht. Die Menschen, die nur in einer Kultur, mit einer Sprache aufwachsen sind “ärmer” als die Menschen, die in kultureller Vielfalt und mit zwei oder mehr Sprachen aufwachsen. Die Türken sagen: „Her lisan bir insandir“, sinngemäß heißt das: Jede Sprache ist ein anderer Mensch. Ich möchte dies ein bisschen konkretisieren: Deutsche und türkische Kultur sind zwei große Kulturen. Deutsche und türkische Sprache gehören zu den viel gesprochenen Sprachen der Welt. Wenn man in beiden Kulturen und Sprachen zu Hause ist, dann hat man mehr Zukunftsperspektiven, mehr Chancen und Optionen als all die anderen, die nur “deutsch” oder nur “türkisch” sind. Das bedeutet für euch, dass ihr beide Sprachen beherrschen, euch in beiden Kultur auskennen und euch von ihnen das “Gute’ aneignen sollt. Ich wünsche mir als Vater und Lehrer, dass meine eigenen Kinder und meine Schüler und Schülerinnen überall auf der Welt sich zurechtfinden und sich nicht “fremd” fühlen.

Mai 2002
*) Durchgeführt von Gymnasiastin Gülbiye Bindal

“öykülü geceler sitesi” için söyleşi

Mevlüt Asar çok yönlü yazarlarımızdan. Kendisi adeta fahri bir Köy Enstitülü. 1978’den beridir kendisine mekan edindiği Almanya’da hem eğitimciliğini sürdürüyor hem yazarlığım. Bir yanda Fakir Bayburt’un ölümünden sonra üstlendiği Duisburg Edebiyat İşliği ‘nin yöneticiliği var, diğer yanda Eğitim ve Bilim Sendikası yönetim kurulu üyeliği.. Üç ayda bir yayınlanan edebiyat ağırlıklı “Kalem” adlı öğrenci dergisinin yayın yönetmeni. Türkçe öğretmenliği ve çevirmenliğinin yanı sıra göçmen çocuklarının eğitim ve öğretimi konusunda hizmet veren Regionale Arbeitsstelle (RAA) adlı kuruluşta kültürlerarası iletişim danışmanlığı yapıyor.

Yazmaya Almanya ‘ya gelmeden başladı, orada da sürdürdü. İlk şiir kitabı “Gurbet ikilemi” Türkçe ve Almanca oturak 1986’da çıktı. Kuzey Ren Vesfalya Türkiyeli Yazarlar Çalışma Grubu’nun “Kavşak” (1995) adlı ortak kitabına öykü ve şiirleri, Duisburg Fakir Baykurt Edebiyat İşliği’nin “Aydınlığa Akan Şiirler” (1997) ve “Dostluğa Akan Şiirler” (2004) adlı seçkilerine de şiirleri ile katıldı. Daha sonra yazdığı şiirler, öyküler kitap tanıtma yazıları, Alman Edebiyatı ‘ndan yaptığı çeviriler ile kültür ve eğitim konularına ilişkin makaleleri çeşitli ortak kitaplar, seçkiler, antoloji, dergi ve gazetelerde yayınlandı. Yabancı düşmanlığı ve ırkçılığına karşı hazırlanan “Uns reichts” (Artık Yeter) ile Irak savaşma karşı dünya çapında pek çok ülkede yürütülen “190 PoetsAgainst the War” (Savaşa Karşı 100 Şair) adlı projelere şiir ve öyküleri ile destek verdi. Alman Şiir Kitaplığı ile Duisburg Kültür ve Sanat Kulübü tarafından açılan şiir yarışmalarında Almanca şiirleri ile dereceler aldı.

Göçülen, gidilen toprak Amerika değildi. Türkiye’ye Amerika’dan çok daha y akın, Amerika ile kıyaslanırsa bir taş atımı uzaklıkta bir “gurbet”ti. Koşulları, göçmen yapışı, göçmene karşı tutum farklılığı olduğunu bildiğimiz bu ülkede hem eğitimciliğini hem yazarlığını sürdüren Sayın Asar’la sanattan eğitime. Fakir Baykurt’tan Edebiyat işliği’ne, kendi gurbet yaşamından “Belinda’ya Mektuplar”ına kadar çeşitli konulara değindik.

Siz Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesin! bitirdikten sonra Almanya ‘ya doktora eğitimi için gidiyorsunuz. Sonra yaşam nasıl farklılaşıyor Almanya’da?

MA.: Sevgili Özgün, yaşam rotasını kendimizin beliriediğimiz bir yolculuk değil. Belki de bize dayatılan seçenekleri kullanarak giriştiğimiz bir/macera bir ‘Odesa’. Benim Almanya’ya gelişim ve orayı ‘yurt’ edinişim de işte böyle rastlantılarla örülmüş bir öykü. Politik çalkantıların gündemi belirlediği, “ütopyalar”, silahlı çatışmalar, ölümler, tutuklanmalar, işkence ve hapisler ile tanışılan üniversite yılları; ardından Kıbrıs’ta savaşa yakın koşullarında yapılan yedek subaylık görevi, beni ve esimi ülkemizden bir süre için bile olsa uzaklaşmaya itti. Almanya aklımdan geçen bir ülke bile değildi. Dilini bilmediğim, kültürel bir yakınlık duymadığım bu ülkeye gelişimizin nedeni, eşimin babasının o yıllarda kültür ateşesi olmasıydı. Amaç bir süre kalıp dönmekti.

Ancak beklenmeyen acı bir olay ve Türkiye’deki 12 eylül 1980 de gerçekleşen askeri darbe, bizi Almanya’da kalmaya, orada bir yaşam kurmaya mahkum etti. Sıfırdan başlayarak Almanca öğrenmek, oturma ve çalışma izni peşinde koşmak, iş bulup ev kurmak ve aile geçindirmek için verilen savaşım, geri dönüşü beklerken yapmayı düşündüğüm doktora çalışmasını suya düşürdü. Sonradan işler Türkiye’de düzelir gibi olunca, burada kurulmuş bir yaşamı yıkıp geri dönerek orada yeniden bir hayat kurmayı göze alamadık. Ve şimdi Almanya çocuklarımızın doğup büyüdüğü, bir gün dönsek bile bağlarımızın süreceği bir ikinci ‘yurt’ oldu.

Kuzey Ren Vesfalya Türkiyeli Yazarlar Çalışma Grubu ve Fakir Baykurt’la tanışma ne zaman ve nasıl gerçekleşiyor?

M.A.: Fakir Baykurt’la ilk kez tanışmam ta 1971 de Mamak Askeri Cezaevi’nde oldu. Sonradan yollarımız tekrar 1980 de Almanya’da kesişti. Onu bir gün, geçici bir süre çalıştığım Başkonsolosluğundaki karşımda görünce çok şaşırdım, ” İçerideki Oğul”lar, şimdi de gitmeye zorlandıkları ‘dışarı’larda buluşuyorlardı. Kayın pederim Mevlüt Koca ile köy enstitülerine dayanan arkadaşlıkları aramızda hızlı ve sıcak bir ilişki kurulam6ına ortam sağladı. Bu arada öğretmenlik için yaptığım müracaatlara bir kaç kentten olumlu yanıt geldi. Ben tercihimi. Fakir Baykurt’un da yaşadığı bir endüstri ve işçi kenti olan Duisburg’dan yana yaptım. Böylece onunla aynı kente yaşamak, ortak çalışmalar yapmak ve ‘arkadaşlığımızı’ geliştirmek şansına sahip oldum.

Fakir Baykurt Köy Enstitülü Yazarlar konulu toplantımızda gündemimizde olan yazarlarımızdandı. Bizler onun Almanya’daki son dönemim pek bilmiyoruz. Bize biraz tanıdığınız Fakir Baykurt’u anlatır mısınız?

M.A.: Türkiye’den ve başka ülkelerden. Fakir Baykurt hakkında araştırma yapan, doktora tezi yazan genç insanlardan bazen mektuplar, e-mailler alıyorum. Onlar da bana genellikle Fakir Baykurt’un Almanya dönemine ilişkin sorular yöneltiyorlar. Fakir Baykurt gibi büyük bir yazarı bir söyleşinin dar sınırları içinde anlatmak çok zor. Bu konuda yazdığım bir iki yazıyı onlara gönderiyorum. Dünya edebiyat tarihi, siyasi veya ekonomik nedenlerle ülkelerini terk etmek zorunda kalan yazarların çektikleri sıkıntılarla düştükleri çıkmazla™ hatta yazarlıklarının tükenişlerine ilişkin dramatik örnekleri ile dolu. Fakir Baykurt’un Almanya dönemine ilişkin olarak da bu türden görüşler öne sürüldü. Ancak onu yakından izleyen birisi olarak bu görüşlerin gerçeği yansıtmadığım söyleyebilirim.

O kendinin de söylediği gibi, Almanya’ya bilerek, Türkiye’de köylerinden tanıdığı, romanlarım, öykülerim yazdığı Anadolu insanın Almanya’da içine atıldığı modem endüstri toplumundaki yaşamım gözlemeye ve yazmaya gelmişti. Üç tane roman, yüzlerce öykü yazarak bu amacım gerçekleştirdi. Almaya döneminde ürettikleri bence Türkiye’de ürettiklerinin hiç gerisinde değildir. Örneğin son romanı ‘yarım ekmek’ dış göç olgusunu edebi düzeyde işleyen en yetkin ve güçlü romanlardan birisidir. Bu türden görüşleri öne sürenler, ‘işçi göçü’ olayım küçümseyen, bu müthiş olayın önemini ve boyutlarını kavrayamayan ya da onun yazdıklarım okumamış olan kişilerdir.

Sizin yazarlığınıza doğrudan bir etkisi ya da kalkışı oldu mu?

MA.: Fakir Baykurt’la olan ilişkilerim, yazmaya olan tutkumu yeniden alevlendirdi. Yazdıklarımı okudukça “Bunlar mutlaka gün ışığına çıkmalı, yayınlanmalı! ” diyerek beni yazdıklarımı yayınlamaya teşvik etti. Benim gibi çevresine toplanan Halit Ünal, Ali Özgenç Çağlar, Molla Demirel, Ali Arslan, Kemal Yalçın, Metin Gür gibi arkadaşlara bir çalışma grubu oluşturmayı önerdi. Kuzey Ren Vesfalya Türkiyeli Yazarlar Çalışma Grubu işte böyle oluştu. Fakir Abinin ölümüne değin varlığım sürdüren bu grupla yaptığımız toplantılar, hafta sonu seminerleri, düzenlen&’kültür sanat gezileri’, Türkiye’nin önemli yazarları ile buluşmalar ve Sovyet Yazarlar birliği ile kurulan ilişkiler, karşılıklı yazar davetleri arkadaşların ufkunun genişlemesine, bilgilerinin artmasına, yazdıklarının düzeyinin yükselmesine katkıda bulundu. Arkadaşlar ardına kitaplar yayınlanmaya başladılar.

îzin verirsen şunu da eklemek isterim: Fakir Baykurt, beni sadece yazar olarak değil, bir eğitimci ve her şeyden önce ‘insan’ olarak etkilemiştir. Onun edebiyat alanındaki geniş bilgisine, etkileyici hitabet ve konuşma yetisine, ilişki kurmadaki ustalığına, gözlem gücüne, çalışma azmine ve disiplinine, büyük bir yazar olmasına karşın hiç kaybetmediği o alçak gönüllüğüne her zaman büyük hayranlık duydum.

Duisburg Fakir Baykurt Edebiyat işliği neler yapıyor? Türk-Alman edebiyat yaşamına ve iki toplumun ilişkisi üzerine etkîsi nasıl? Duisburg Belediyesi’nin de epey destekleyici bir rol aldığı görülüyor. Bu katkı nasıl sağlandı?

M.A.: Duisburg Edebiyat İşliği’ne gelince o da Fakir Baykurt’un bize bıraktığı armağanlardan biri. 1992 de Duisburg Halk Yüksek okulu bünyesinde edebiyat sohbetleri yapmak, Türkiyeli göçmenlere Türk edebiyatım tanıtmak ve sevdirmek amacıyla. Fakir Baykurt tarafından kuruldu. Benim Edebiyat Kahvesi ile asıl ilişkim, Fakir Ağbeyi yitirdikten sonra oldu. Arkadaşlar yönetimim üstlenmemi teklif edince, kabul ettim. Zamanım olmamasına karşın grup dağılsın istemediğim için kabul ettim. Arkadaşların ‘amatörlüğü’ aştığım saptayınca, çalışma yöntemimiz değişti, daha çok dışa açılmaya başladık. Adımızı da Fakir Baykurt Edebiyat İşiği olarak değiştirdik, iki haftada bir yaptığımız metin çalışmaları dışında Fakir Baykurt Edebiyat günlerin! organize ediyor, kendi grubumuzla ve konuk yazarlarla okuma ve söyleşiler, kitap günleri, şiir, müzik akşamları, ‘slam poetry’ gibi etkinlikler düzenliyoruz. Tabi bir de işlikten geçen metinlerden oluşan seçkileri kitap olarak yayınlıyoruz.

Duisburg Belediyesi ve kültür kurumlarıyla ilişkilerimize gelince, onlar tarafından ciddiye alınan bir kuruluşuz, proje ve programlarımız, olanaklar ölçüsünde maddi ve manevi destek buluyor. Alman edebiyat çevreleri ile ilişkilerimiz daha çok, ortak etkinlikler düzeyinde kalıyor. Türkçe ağırlıklı edebiyat yaptığımız için yazınsal alandaki çalışmalar çok sınırlı. Türkiyeli göçmenler ve yerli Almanlar arasında ‘köprü’ oluşturmak gibi bir misyonumuz da var. Bu bağlamda okumalarımızın ve çıkardığımız ortak kitapların iki dilde olmasına özen gösteriyoruz. Etkinliklerimize katılan insanların tepkileri genellikle olumlu. Bizi yüreklendirici ve motive edici şeyler söylüyorlar. Yerel basın yayın organları da büyük ilgi gösteriyor.”

Ancak buna rağmen her iki toplumda da ulaşabildiğimiz insan sayışı sınırlı denebilir. Aslında bir sanayi kenti olan Duisburg’da yaşayan Almanların ve özellikle de Türkiyeli göçmenlerin kültürel profilli oldukça düşük. Bir yerde kendi okuyucumuzu kendimiz yaratmak gibi bir sorunla karşı karşıyayız.

Yazar, sair Mevlut Asar ile eğitimci, yönetici, danışman, eleştirmen Mevlüt Asar arasında nasıl bir ilişki var? Bu farklı kimliklerin “zaman” dışında paylaşamadıkları, ulaşamadıkları başka konular var mı?

M.A.: Anlaşılan şimdi sıra kişi olarak Mevlüt Asar’a geldi. Aslında ben kendi hakkında konuşmaktan pek hoşlanmayan biriyim. Üstüne üstelik sorun oldukça ilginç ve ciddi bir soru. Bu açıklıkta şimdiye kadar ne başkası tarafından ne de kendi kendime sorulmamış bir soru. Biraz düşünmem gerekecek… Biliyorsun, “sanat ortak istemez” ya da ‘ortak tanımaz” diye bir söz vardır. Sanat, edebiyat yapan kişinin başka alanlarda çalışması, sanatta, edebiyatta yoğunlaşmasını engeller. Asıl mesleğimin eğitim, öğretim ve kültürle ilgili oluşu şüphesiz yazma ve yayınlama sürecim doğrudan etkiliyor. Bu etkileme “malzeme/konu’ yakalama açısından olumlu, fakat ‘üretme/yazama’ açısından olumsuz. Şu anda elimde birikmiş pek çok ‘malzeme’ var, fakat yazmak için zaman bulamakta zorlanıyorum. Zamanı, genellikle uykudan, tatillerden hatta insani ilişkilerimden çalmak zorunda kalıyorum. Yine de yeterli olmuyor.

Ayrıca ‘eğitimcilik’ ile ‘yazarlık’ ilk bakışta ‘uyuşabilir” iki alan gibi görünse de, yazma konusunda ‘sınırlayıcı’, ‘daraltıcı’ etkilerde buluna^biliyor. Bununla şunu kastediyorum:

Eğitimci, pedagog olarak belirli sosyal, ahlaki ve kültürel değer ölçülerine ve yargılara bağlı kalmak zorundasınız. Sizden genellikle ‘örnek insan’ olmanız beklenir. Oysa sanat ve edebiyat sınırsız bir özgürlük ister. Sansüre, sınırlamalara ya da hangi anlamda olursa olsun ‘bağlanmaya gelmez. Bu çelişkinin farkındayım, yazarken bilincimi ve bilinç altımı özgür bırakmaya çalışıyorum, ama bunu her zaman başardığımı söylemek zor. Yazdıklarım da bazen okuyucuya işaret parmağım sallayarak, ‘ders’ ya da ‘öğüt’ veren bir öğretmenin sesini sezdiğim oluyor. Ben bir şekilde farklı ‘kimlik’ ve “kişilik’lerle yaşamayı, değişik rolleri birlikte götürmeyi öğrendim ve buna alıştım. Ancak çevremin hatta ailemin buna alıştığım söylemek biraz zor.

Şiir ve öykülerinizde hep bir “özlem” var. Bu “özlem “in kaynağı yalnızca gurbetlik de değil. Yurda olduğu kadar sevgiye, barışa, gençliğe, yitik bir aşka dair de bir özlem. Arayış da denebilir mi bu duyguya? Nereden besleniyor bu özlem ve arayış ve eserleriniz! nasıl besliyor?

M.A.: Şiir ve öykülerimde geniş anlamda ‘özlem’ motifinin öne çıktığı doğrudur. Söylediğin gibi bu belki bir daha dönülemeyecek bir ülkeye olan özlemi içerdiği kadar, toplumsal planda dostluğa, barışa, sevgiye; bireysel planda ise gençliğe, yitik bir sevdaya ya da aşk’a olan özlemleri de içeriyor. Dünya’nın haline ve benim şu anda yaşadığım coğrafyaya bakılırsa bu özlemin nedenini anlamak pek zor değil. Bireysel düzeydeki özlemler ise oldukça masum ve insanı özlemler gibi görünüyor. Bence bu, bir ‘arayış’ değil karşılıkları bilenen bir özlem söz konuşu. Anacak, bir özlemin bitiği yerde bir başka özlem başlıyor. Belki bu bağlamda bir ‘arayış’ da söz konuşu, işte özyaşamsal, düşünsel ve sosyal kaynaklardan beslenen bu özlemler, tabii ki yazdıklarıma büyük ölçüde yansıyor. Benim aslında yapmak istediğim, bu özlemleri dile getirmekten çok, nasıl dindirilebileceğini sorgulamak ve söz konuşu olabilecek yanıtlar üzerinde okuyucu ile birlikte düşünebilmek!

Geçen yaz, bir dizi yay başlattınız: “Belinda’ya Mektuplar”. Tam dokuz tane yazdınız şimdiye dek. Fikir nasıl doğdu? Mektupları yazarken beklentiniz neydi? Nasıl tepki aldınız?

M.A.: Belinda, kurgusal bir sevgili, bir dost, bir kadın arkadaş. Ona yazılan mektuplar da adresi pek belli olmayan mektuplar. Aslında mektup türünü ya da tekniğin! kullanarak edebi metinler yazmak yeni bir şey değil. Post-modem’ öncesinde gerek dünya gerekse Türkiye yazınında bunun örneklerini bulmak mümkün. Ben o eski tekniği kullanarak beni, edebiyatseverleri hatta ve ‘çağdaş insanı’ ilgilendiren kavramları, düşünceleri, düşleri, özlemleri , sanal ortamda bile olsa tartışmak istedim. Çünkü gerçek yaşamda bunun ortamım bulmak ve yaratmak benim için mümkün olmadı. Arkadaşlıklara dostluklara ve bu türden sıcak, samimi sohbetlere düşman, bölük pörçük bir yaşantımız var. Fikir, yaşamın bu dayatmasından doğmuş olabilir.

Aldığım tepkilere gelince: Belinda’ya mektuplar adres taşımamasına karşılık, uzak^yakın çok ‘alıcı’ya ulaştı. Yanıtlar, övgüler tabi eleştiriler de aldı. Genellikle mektupların ilgiyle ve tat alınarak okunduğunu söyleyebilirim. ‘Belinda’ya ne oldu? . Yoksa artık mektuplar’ı bana göndermiyor musun? ‘ türden her gün gelen e-mailler de bunu doğrulayan işaretler.

“Belinda’ya Mektuplar’da pek çok konuya dair düşünce ve duygunuzu “kendinizden kaybetme pahasına” da olsa pek çok insanla paylaştınız. Orada da bir parça sözünü ettiğiniz bu “yazan kişinin yazdıkça kendinden yitirmesi” düşüncesin! açar mısınız? Yazdıkça eksilenlerin yeri nasıl doluyor?

Bu konudaki düşüncelerimi daha önce ” yazmak biraz da ölmektir” başlıklı bir deneme ile yayınlamıştım. Okuyanların bir kısmı anlamakta ya da bu görüşü kabullenmekte zorlandılar. Soru yöneltenler, eleştirenler oldu. ilk bakışta yazma, bir ‘paylaşma’, bir ‘çoğalma’ bir ‘ölümsüzleştirme’ eylemi olarak görünüyor. Bu belki “eser” ve okuyucu/alıcı açısından bakıldığında pek yanlış değil. Ancak objektifi yazara çevirdiğimiz de durum farklı, bence o yazdıkça ‘eksiliyor’ hatta kendinin /ruhunun özgün bir parçasını kitaplarda öldürüyor. Çünkü bize ait olan o ‘öykü’ / ‘şiir’ bir kitabın sayfalarında siyah mürekkepli harfler şekline dönüştüğünde artık bizim ‘ayrılmaz’ bir parçamız olmaktan çıkıyor. Yazar olarak, onun yerine yenilerim koymak zorundasınız. Yoksa giderek tükenmeye ve ölmeye mahkumsunuz. Edebiyat tarihi bunun dramatik örnekleri ile dolu. Bu konuda ilk aklıma gelen Ernst Hemingway.

Şu anda sözünü edebileceğiniz projeleriniz neler?

M.A.: Ah o yeni projeler! Kafamda yapmak istediğim kadar çok şey var ki! Eksik olan zaman, bazen günün 24 saat olmasına hayıflanıyorum. Gerçekleşmesi muhtemel projelerin başında çekmecemde duran üç dosyanın (şiir, öykü, makale/deneme) kitaplaşması. Bunun için arkadaşlara söz verdim. Umarım 2005 de sözümü yerine getirebilirim.

Çok teşekkür ederim Öykülü Geceler Adına.

M.A.: Beni Öykülü Geceler’in o ayışığı ve yıldızlı kubbesi altında konuk etme inceliğini gösterdiğiniz için ben size teşekkür ederim.

Mayıs 2003

Türkische Männer und Deutsche Frauen (*)

Der Duisburger Dichter und Lehrer Mevlüt Âsar verweist auf den Kulturschock, den die ersten angekommenen Männer aus der Türkei erlebten: »Frauen in Nachkriegsdeutschland hatten andere Erfahrungen hinter sich. Sie hatten die Stunde Null erlebt. Sie beteiligten sich an dem Wiederaufbau des Landes, oft als Witwen oder als junge Frauen. 1968 brachte die Befreiung der Liebe. Die Männer, die in den 196oer-Jahren hierherkamen dagegen, sie stammten oft aus ländlichen Gebieten – aus Dörfern, in denen Frauen bedeckt in der Öffentlichkeit zu sehen waren. Nicht selten haben junge türkische Männer Körperteile des weiblichen Geschlechts erst in Deutschland gesehen.«

Laut Âsar endeten interkulturelle Romanzen, die anfangs entstanden, meistens schmerzlich. »Ich rede nicht von jüngeren Generationen, die hier aufgewachsen und mit der deutschen Kultur vertraut sind. Da gibt es nur dann Probleme, wenn die Familien sich in die Verbindung einmischen. Frühere Liebesbeziehungen fingen leidenschaftlich an – so leidenschaftlich, dass die Literatur sich damit auseinandersetzte. Doch später führten die unterschiedlichen sozialen und kulturellen Hintergründe und das ungleiche Verständnis von Liebe zu Problemen, wenn nicht zu Tragödien. Es gibt eine schöne deutsche Redewendung, die nicht nur für Ehen gilt: >Liebe macht blind. Wer aber verheiratet ist, kann plötzlich wieder sehen!<« In seinem Gedicht »Rita« aus dem Jahr 1986 schreibt Mevlüt Âsar über eine unerfüllte Liebe dreier Männer.

Rita

Rita arbeitet in der Bar an der Ecke

Ihre Augen sprechen Italienisch

Ihr Busen Griechisch

Ihre Hüften Türkisch

Ihre Lippen sprechen Deutsch

Sandro, Dimitris und ich

Wir drei Männer vom Mittelmeer

Alle sind in Kellnerin Rita

– Sie ist honigblond –

Bis über beide Ohren verliebt

Rita schenkt Schnaps aus

Flirtet mit jedem von uns zugleich

Uns gibt sie unechtes Lachen

Aber Hans einen wahren Kuss

Draußen regnet es Bindfäden

In uns weht ein warmer Südwind

In unseren Herzen sprudeln Sirtakis

Und Rita wünscht sich einen Tango

Es ist zwölf Uhr nachts

Meine Frau wartet jetzt sicher am Fenster

(Aus “Dilemma der Fremde”, Ortadogu Verlag, 1986 Oberhausen)

Nicht nur südländische Männer waren von Asars Frauenfiguren angetan: »Vor mehreren Jahren schrieb ich eine Kurzgeschichte über einen One-Night-Stand zwischen einer Amnesty-International-Aktivistin namens Helga und einem türkischen Gewerkschafter, der in Deutschland Asyl beantragt hatte. Als die Geschichte veröffentlicht wurde, kontaktierte mich die Duisburger Redaktion der Westdeutschen Allgemeinen Zeitung. Nach dem Interview fragte mich der Journalist, wer Helga in Wirklichkeit sei. Natürlich war sie, wie Rita, eine fiktive Figur. Und es war gut, dass das ein One-Night-Stand war, sonst wäre alles viel komplizierter gewesen.«

*) aus „Deutsch-Landlieder / Almanya Türküleri”, Nedim Hazar, Rotbuch Verlag, 2021

Ayvalık’ta Dil ve Edebiyat Üzerine Söyleşi

İki gün önce Korona yüzünden kaybettiğimiz kadirşinas insan, değerli gazeteci arkadaşımız, rahmetli İbrahim Ergül’ün 2017 yılında benimle Ayvalık’ta yaptığı röportaj…


Değerli okurlarımız. Ekim sayımızda ‘Ayın Konuğu’ eğitimci, yazar ve şair Mevlüt Asar. Uzun yıllardır Duisburg’ta yaşayan Asar aynı zamanda devlet onaylı çevirmen. Mevlüt Asar’la söyleşimi ”Kuzey Ege’nin Kültür Başkenti” olarak nitelediği Ayvalık merkezinde gerçekleştirdim. Söyleşimizin başında, ”Bir ayağım Duisburg’ta, bir ayağım Ayvalık’ta… Duisburg’a gidiyorum, Ayvalık’ı özlüyorum, Ayvalık’a geliyor, bir süre sonra Duisburg’u özlüyorum!” diyerek konuşmaya başlayan Mevlüt Asar’ın Ayvalık’a olan hayranlığını bildiğimden, Balıkesirli olmanın verdiği ev sahipliliği sorumluluğu ile ”Dünya üzerindeki cennete hoşgeldiniz!” diyerek söyleşimize başlamak istiyorum:

Ayvalık’a olan hayranlığınızı sık sık dile getiriyorsunuz… Denizin, martıların size ilham kaynağı olduğunu söyleyebilir miyiz?

Mevlüt Asar: Ayvalık Kuzey Ege’nin incisi olan bir kent. Sadece Mevlüt Asar’ın değil, bir çok insanın çok sevdiği, yaşanası güzellikte bir kent. Ayvalık hem yaşam kalitesi açısından, hem kültür ve sanat olarak insanları çeken bir kent. Bir çok ressam arkadaş, bir çok insan burada resim yapma ihtiyacı duyuyor. Yıllarca resimle ilgilenmeyenler buraya gelip yerleştikten sonra, doğayı görünce resimle ciddi bir şekilde ilgilenmeye başlıyor.

Yine aynı şekilde şair, yazar arkadaşlar burayı kendileri için bulunmaz bir nimet olarak görüyor. Ayvalık Kuzey Ege’nin kültür başkenti olma niteliğine sahip. Bir taraftan tatil yapıyorsunuz, bir taraftan da kültürel ihtiyaçlarınızı karşılıyorsunuz. Ayvalık geçmişi, nüfusu itibarıyla uygar bir şehir. Doğasıyla, şehir dokusuyla, tarihiyle, insanlarıyla sadece ressamlara, fotografçılara değil, edebiyatçılara, sanatçılara büyük ilham veren bir kent.

Şiir ve öykü çalışmalarınız için aradığınız kenti bulduğunuza göre, çalışmalarınız hakkında bilgi verir misiniz?

Mevlüt Asar: Ayvalık üretmek, hem de ürettiklerimi paylaşmak açısından olanaklar sunan bir kent. Buraya gelirken yazmış olduğum şiir, öykü dosyalarını beraberimde getiriyorum. Genellikle onları burada gözden geçiriyorum. Bu arada yeni şiirler ve öykülerde çıkıyor. Üçüncü şiir kitabının hazırlıkları tamamlandı, ama basılmadı. Kitabın ismi henüz belli değil. Dosyada şiir defteri olarak yer alıyor. Ayvalık’ta kültürel, edebi yaşam bulmanın yanı sıra, yeni insanlarla, yeni edebiyatçılarla, sanatçılarla tanışma fırsatı buluyorum. Ayrıca, kendimi ortaya koyabildiğim, görücüye çıkabildiğim bir ortam sunuyor. Ayvalık’ta kaldığım tatil süresince okuma akşamları düzenliyor, okuyucularımla buluşuyorum.

Kitaplarınızı Türkçe yazıyorsunuz. Anadil Türkçenin sizin için önemi nedir?

Mevlüt Asar: Ömrümün yaklaşık olarak 30 yılını Türkiye’de geçirdim. Türkçeyle doğdum, Türkçeyle büyüdüm, eğitimimi Türkçe yaptım, Türkçe edebiyatla ilgileniyorum. Eğitim yıllarında, Fransızca, İngilizce… Almanya’ya geldikten sonra ise Almanca öğrendim. Sonradan Türkçe’nin dışında başka bir dille karşılaşmak, bana Türkçe’nin önemini daha da fark ettirdi. Bir kere kendim Türkçe yazıyorum, edebiyatı Türkçe ile yapıyorum. Anadille yapılan edebiyat yüksek düzeye çıkabiliyor. İnsanın asıl yurdu aslında hem çocukluğu, hem de öğrendiği anadil. Yaşlandıkça anadilimin, yurdumun kıymetini daha fazla fark ediyorum. Çocuklarım için de aynı şeyi söyleyebilirim. İki dilli yetişmeleri için özen gösterdim. Türkçeyi hiç bir zaman ihmal etmedim. Okullardaki Türkçe derslerine göndermenin yanı sıra, Türkiye tatillerinde Türkçe konuşmaları için olanaklar sağlandı. Türkçe okumaları için aldığımız kitapları Almanya’ya getirdik. İki çocuğum da hem Almancayı, hem de Türkçeyi çok iyi kullanıyorlar. Bu onların hem meslek, hem de özel hayatları için çok değerli. Buradan ailelere ”Çocuklarınızı mutlaka iki dilli yetiştirin” çağrısında bulunabilirim. Öncelikle anadil Türkçeye ağırlık vermek gerekiyor. Türkçe yeteri kadar gelişmez ise ikinci bir dili öğrenmek çok zor oluyor. Anne ve babalar Anadil Türkçe konusunda duyarlı olmalılar.

Edebiyata düşkün, yazma konusunda becerili olan yazar adaylarına önerileriniz nedir?


Mevlüt Asar: Bir dönem Fakir Baykurt İşliği’ni yönetmiştim. Bu işliğe sıfırdan başlayan, yazmayla hiç ilgisi olmayan işçi kökenli, öğrenci kökenli arkadaşlar geldi. Edebiyata ilk önce okuyucu olarak merak salmış, sonra da yazmayı deneyen arkadaşlar tanıdım. Bunların bir kısmı inatla, sabırla çalışmalarını sürdürdüler. Aslında edebiyat diğer sanatlar gibi yetenek işi. Gözlemci özelliği, merak ve arkasından da anlatma özelliği varsa, insanda ön koşullar oluşmuş demektir. Onun dışında kalan ”roman nasıl yazılır, öykü nasıl yazılır, karekter nasıl yaratılır” gibi konular teknik konular. Okullarda, kurslarda bile öğrenilebilir. Fakat edebiyat, diğer sanatlarda olduğu gibi tutku istiyor… tutkuyla çalışmak gerekiyor, ”birkaç şiir yazayım da sonra yazarım, devam ederim.” fikrini kabul etmiyor! Ayrıca, yazılanları da başkalarıyla, bu işten anlayanlarla paylaşabilmek gerekiyor. Hatta oturup konuşmak, onların fikrini almak gerekiyor. Bu, Duisburg’ta çok fazla değil maalesef. Yazan, çizen insanların bir araya gelip birbirleriyle paylaşabilecekleri, fikir verebilecekleri imkanlar az. Edebiyat Kahvesi’ni kapattıktan sonra, bu daha da azaldı. Yine de araştırılırsa, sosyal medya üzerinden edebiyatla ilgilenen insanlara ulaşılabiliyor. Bir insanın içinde yazma tutkusu varsa, peşini bırakmamalı… işe okumakla başlamalı. Fakir Hoca bizlere ”Yüz tane okuyup bir tane yazacaksın!” derdi, okumadan yazar olunamayacağının bilinmesini istiyordu…

%d blogcu bunu beğendi: