Almanya’da bir 8 Mart günü…

Almanya’da pazar günleri aileyle birlikte olmaya, kentin sokaklarında ya da doğada birlikte gezmeye, yürüyüş yapmaya, bisiklete binmeye ayrılır. Pastane, cafe, bistro, birahane ve lokantalar dışında, dükkânlar, AVM’ler kapalıdır.

Hele günlük güneşlik havalarda parklara, sokaklara hayat gelir, insanlarla dolar. Dünya Kadınlar Günü’ne denk gelen, geçtiğimiz pazar da işte öyle bir gündü. Yakınımızdaki Dinslaken adlı küçük kentin sokakları, kahveleri, parkları yaşlılar, gençler, genç ana babalar, çocuklarla doluydu. Sanki hepsi, loş ve karanlık bir tutuk evi koğuşundan, Nazım Hikmet’in o meşhur şiirinde söylediği “ilk kez güneşe çıkmışlar”dı ve güneşten, havadan, yaşıyor olmaktan başka hiçbir şey onları ilgilendirmiyordu. Kadın, erkek, karşı karşıya geldikleri diğer insanlara, kısa, kaçamak da olsa sakin, mutlu ve gülümseyen bakışlarla bakıyorlardı…

Epey bir süre yürüyüp insanların huzurlu, sakin ve barışçı hallerini gözlemledikten sonra, bir sokak kahvesindeki boş masa görünce bir kahve içmeye karar verdim. Dudaklarında gülücük, ne içmek istediğimi soran genç garson kadına, kahve söyledim, ardından çevremdeki insanları göz ucuyla, biraz da kulak kabartarak izlemeye başladım. Almanca dışında, başka dillerden sözcükler de kulağıma geliyordu, ama Türkçe ya da Kürtçeyi çağrıştıran bir konuşma duyulmuyordu.

Dört kişilik bir masada tek başıma oturuyordum, köpüklü İtalyan kahvesini yudumlarken, bir Alman kadın, diğer sandalyelerin boş olup olmadığını, yanıma oturup oturamayacağını sordu. Gülerek, “Tabii, buyurun,” dedim, “bugün 8 Mart bütün sandalyeler sizin.” Biraz şaşırdı, teşekkür edip oturdu. 35-40 yaşlarında olmalıydı, boylu poslu, sarışın, yeşil gözlü ve bakımlı bir kadındı. Rahatlığı, özgüveni, konuşma stili eğitimli, iş güç sahibi bir kadın olduğunu gösteriyordu. Çantasından sigara paketini çıkarıp “İzinli miyim? Sizi rahatsız eder mi?” diye nazikçe, ama izin alacağından emin bir şekilde sordu. Ben, “Tabii, bugün 8 Mart, her şeye izinlisiniz…” deyince, güldü: “Ah, şimdi anladım ne kastettiğinizi. Bugün Uluslararası Kadınlar Günü değil mi?” “Evet,” dedim, “sizin gününüz, kutlu olsun!”

Teşekkür ettikten sonra sigarasını zarif bir şekilde yakıp ilk nefesi çekti, dumanı yine zarif bir şekilde havaya üfledikten sonra, bana döndü bir süre yüzüme, biraz mahcup, biraz 68’li bir solcuya yarı sempati yarı acıma duygusuyla bakar gibi baktıktan sonra: “8 Mart’ı biliyorum; daha çok sendikacıların ve solcuların kutladıklarını sanıyorum.” dedi. Ardından biraz düşünüp ekledi: “Almanya’da kadınlar için çok şeyler yapıldı, kadın erkek eşitliğini sağlamak için yasalar çıkarıldı… Ben şahsen kendimi pek ezilmiş ya da mağdur olarak görmüyorum. Onun için, 8 Mart’ı pek önemsemiyorum doğrusu.”

Masa arkadaşımın sözlerinden, sohbetin benim hangi ülkeden geldiğime ve oradaki kadın haklarına geleceğini sezdim… Huzursuzlandım, onun bu güzel pazar gününü, anlatmak zorunda kalacağım acı gerçeklerle gölgelemek istemedim. Kendisine “iyi pazarlar” dileyerek kalktım.

Duisburg, Mart 2014

 Mevlüt Asar, „İki Ülke – İki Lisan – Bir İnsan“ , S. 41-42, Kibele Yayınları, İstanbul Mart 2018

umut gömücüler *

Aylin, salonun geniş penceresinin önünde durmuş masmavi akan Boğaz’ı seyrediyordu. Bulunduğu mekan, İstanbul’daki ünlü bir yayınevinin merkezinin üst katındaki toplantı salonuydu. Biraz sonra basın toplantısı başlayacak ve yeni yayınlanan kitabı, yazılı ve görsel medyanın sanat, edebiyat redaktörlerine, eleştirmenlere tanıtılacaktı. Karmaşık duygular içindeydi, ama bu duygular arasında kesinlikle sevinç yoktu. Bu anı yaşamak için ödemek zorunda kaldığı bedelin ağırlığı yüreğini acıtıyor, sevinmesini engelliyordu.

Birden, omuzuna konan bir elin ağırlığını fark etti. Oteldeki iri taşlı altın yüzükten ve burnunu dolduran ağır losyon kokusundan, gelenin yayın evi sahibi Volkan Taşkın olduğunu anladı. Midesi bulandı, yine de gülümsemeye çalıştı. Adamın “Ne düşünüyorsun?” sorusuna karşılık bir an gerçekten ne düşündüğünü onun suratına haykırmak istedi, sonra vazgeçip kuru bir “Hiç”le geçiştirdi. Belleğinde canlanan bir önceki gece ye ait resimler midesindeki bulantıyı artırınca, iki elini birden karnına bastırdı. Adam, ”Heyecandan,” dedi kaygısızca, “Sakin ol!”

Şu anda tatlı bir heyecan duymayı ne çok isterdi. Hep bu anı beklememiş miydi? Günlerdir reklamı yapılan kitabıyla seçkin gazetecilerin, eleştirmenlerin karşısına çıkıp övgüler toplayacağı bu anı düşlememiş miydi? Bunun için her şeyi göze almamış mıydı? Şu içindeki sesi susturabilse, Volkan Taşkın’ın yatağında yaşadıklarını unutabilse, tenine yapışan kirden arınabilse, işte o zaman kendini mutlulu hissedebilirdi.

Aniden salonun kapısı açıldı, önde yayınevi müdürü Ahmet Bey, ardından davetliler, onlara eşlik eden kameralar, fotoğrafçılar salona girdiler. Volkan Taşkın, Aylin’in koluna girerek basın toplantısı için hazırlanmış masaya doğru götürdü. Patlayan fotoğraf flaşları, yanan kamera spotlarının parlak ışığı altında her şeyi unutup masada kendisi için ayrılmış yere oturdu. Sağında oturan Genel Yayın Müdürü Ahmet Bey, medya mensuplarını her zamanki kibar tavırlarıyla selamlayıp geldikleri için teşekkür etti. Ardından Türk edebiyatına yeni bir yazar kazandırmaktan onur duyduklarını belirterek, sözü Aylin’e verdi. Aylin, artan heyecanını yatıştırmak için bir kaç kez öksürdü, sonra sakin bir sesle konuşmaya başladı:

– Nazan’ın Dünyası adlı romanımın tanıtımına katıldığınız için teşekkür ederim. Daha önce Almanya’da yayımlanan kitaplarımı saymazsak bu benim Türkiye’de yayımlanan ilk kitabım. Roman, adından da anlaşıldığı gibi, bir Türk kızının çelişkiler, çatışmalar ama bir o kadar da farklılıklar, zenginliklerle dolu yaşam öyküsünü anlatıyor. Bir başka deyişle, göçmen bir ailenin kızı olan Nazan’ın önüne çıkan tüm engellere karşın ne pahasına olursa olsun, yükselmek ve mutlu olamak için verdiği mücadeleyi, sonunda kazandığı zaferi anlatmaya çalıştım. (Bir süre sustu: Nazan’ın kazandığı zaferin kendisi için bir teslimiyet olduğunu düşündü!) Romanın ayrıntılarına girmek istemiyorum. Buyurun sorularınız varsa, onları yanıtlamaya çalışayım.”

İlk soru bir kadın dergisinin redaktöründen geldi:

– Yazın serüveniniz nasıl başladı?

– Gençlik yıllarımda başladım yazmaya. Konuşacak, dertleşecek kimse yoktu. Çevremdekilerin beni anlamadığını düşünüyordum. Duygularımı, düşüncelerimi kağıda dökmeye başladım. Bunun bana iyi geldiğini fark ettim. Böyle başlayan yazma uğraşım, zamanla bir tür tutkuya dönüştü..

– Peki, yazdıklarınızı okuyucuyla paylaşmak, yayınlatmak fikri nasıl oluştu?

– Öyle bir an geldi ki, tanımadığım, bilmediğim diğer insanların, yazdıklarıma gösterecekleri tepkiyi merak etmeye başladım. Fakat Almanca yazdığım ilk kitabımı yayınlatacak bir yayınevi bulmak kolay olmadı. Epey bir kapı çaldıktan sonra, “alternatif kitaplar” yayınlayan tanınmış bir yayınevi kitabımı basmayı kabul etti. Bu ilk öykü kitabımı elime aldığımda dünyalar benim oldu. Eleştirmenlerin olumlu tepkisi, okuyucuların ilgi ve beğenisi beni daha çok yazmaya teşvik etti; daha yoğun ve uzun soluklu yazmaya başladım…

Bir büyük gazetenin sanat köşesi yazarı söz aldı:

– Romanınızı Türkçe yazmak size zor gelmedi mi? Çocuk yaşta Almanya’ya gitmişsiniz, Türkçeyi unutmadınız mı?

– Okuduğum okullarda verilen isteğe bağlı Türkçe anadili derslerine katıldım. Lisede okumamızı, yazmamızı teşvik eden, iyi bir edebiyat öğretmenim oldu. Yazdıklarımı beğeniyor, yetenekli olduğumu söylüyordu. Buna rağmen ben de başlangıçta Türkçe bir roman yazıp yazamayacağımdan emin değildim. Ama anadilimde de yazmak için müthiş bir istek duyuyordum. Önce kısa denemeler, öyküler yazdım. Okuyanlar yazdıklarımı beğeniyor, Türkçemin de Almanca kadar güzel olduğunu söylüyorlardı. Türkçe bir roman yazmak gibi bir amacım olmadığı halde, sonunda bu roman ortaya çıktı…

Romanını Türkiye’de yayınlatarak, adını oradaki edebiyat çevresinde tanıtmak, Türkiye’deki okurlara ulaşmak arzusu yüzünden, son birkaç ay içinde yaşadıkları belleğinde canlanınca keyfi kaçtı. İçinden,“Bir bitse şu toplantı,” diye geçirdi içinden. Kendini çok yorgun hissediyordu. Tek istediği otel odasına çekilip yatağında dertop olup uyumak, uyumak, uyumaktı. Aylin’in kafasından bunlar geçerken, tanınmış bir sanat ve edebiyat dergisinin eleştirmeni Tayfun Keskin söz istedi. Edebiyat dünyasında oldukça etkin olduğundan, söylediklerini duyabilmek için herkes susmuştu. Aylin huzursuzlandı. Yayın evinin sahibi Volkan Taşkın, mutlaka onunla yemeğe çıkmasını, romanı hakkında iyi şeyler yazması için etkilemeye çalışmasını tavsiye etmişti. Fakat, Aylin bunun ne anlama geldiğini sezdiği için bu teklife hiç sıcak bakmamıştı.

-Aylin Hanım, kitabınızı okudum. Kendi yaşadıklarınızdan yola çıkarak yazdığınız bu roman, kimilerine ilginç gelebilir. Ama bana göre “artist olmak isteyen yoksul kız” izleğinin Almanya versiyonundan başka bir şey değil. Belki önyargı diyeceksiniz ama, Almanya’da Türkçe yazılan kitapların kalitesi genellikle düşük. Gerek dil gerek içerik olarak üst düzeyde bir edebiyat yapıldığı söylenemez. Sizin romanınızda da hem kurgu ve hem dil yanlışları var. Bence romanınızın en başarılı bölümleri kahramanınızın cinsel dünyasını anlattığınız bölümler. Oldukça erotik betimlemeler var. Bu sahneleri yazabilmek için çok görmüş geçirmiş olmak gerekir öyle değil mi?

Aylin’in huzursuzluğu giderek gerilime, gerilimden öfkeye dönüştü. Bir şeyler söylemek, adamı susturmak istedi, fakat sözlerin boğazına düğümlenip kalmasından korktu. Masadaki bardaktan elleri titreye titreye bir yudum su içti. Sonra birden ayağa kalkıp su bardağını, Tayfun Keskin’e doğru fırlatarak bağırdı:

– Yeter, aşağılık herif! Kafanın içinde beyin yerine cinsel organ mı var! Romanı okurken kaç kere mastürbasyon yaptın?

Aylin’in titreyen sesi birden kesildi, kendini düşer gibi sandalyeye bıraktı. Bir an herkes şaşırmış ne diyeceğini ne yapacağını bilememişti. Tayfun Keskin, kıpkırmızı bir suratla üstüne dökülen suları eliyle silkelemeye çalışıyordu. İlk kendine gelen genel yayın müdürü Ahmet Bey oldu:

“Beyler, özür dileriz. Aylin hanım oldukça yorgun, son günlerin stresi olmalı! Tanıtım toplantımızı burada bitirelim lütfen. Tekrar özür dileriz,” diyerek Aylin’in yanına geldi. Şefkatle omuzlarından tuttu, kulağına bir şeyler fısıldayarak salondan çıkarmak istedi. Aylin, çok sakin bir sesle; “Lütfen bırakın beni Ahmet Bey, henüz söyleyeceklerim bitmedi,” dedi.

Ayağa kalktı birkaç kez derin nefes aldıktan sonra, karşısında oturanları teker teker süzdü. Bu sırada Tayfun Keskin’in kapıya doğru hızlı adımlarla ilerlediğini gördü. “Korkak!” dedi, içinden. Sonra yüzüne yansıyan bir boşvermişlik ve acı tebessümle tane tane konuşmaya başladı:

– Sizin peşinden tutkuyla koştuğunuz, hayatınıza anlam katacak bir düşünüz oldu mu hiç? Şayet olsaydı, benim ve hayatını yazdığım Nazan’ın düşlerine saygı duyar, düş kurmayı seven binlerce insanı kendine çeken bu kentte boğmaya, Boğaz’ın sularına atmaya kalkışmazdınız. Almanya’da bir yabancı kadın yazara gösterdikleri ilgi ve saygının onda birini, Anadilimin konuşulduğu bu ülkede görmedim. Yayınevleriniz emeği sömürülecek bir Almancı, eleştirmenleriniz acemiliğinden yararlanılıp yatağa atılacak bir yazar adayı olarak gördüler beni. Tamam, siz kazandınız! Almanya’da ulaştığım başarıya bu ülkede ulaşmanın bedelinin çok ağır olacağını bana öğrettiniz, kutlarım sizi!

Aylin, gözleri yaşlı fakat mağrur bir şekilde ayağa kalktı,masada duran romanlardan birini alıp ortasından yırttı. Bir parçasını medya mensuplarına, öteki parçasını allak bullak bir yüzle olanları izleyen Volkan Taşkın’a fırlattı ve ekledi: “Bedeli fazlasıyla ödenmiştir, değil mi!” Ardından olan biteni tam kavrayamamış olan medya mensuplarına dönerek acı bir gülümsemeyle, “Siz de münasip yerlerinize kına yakabilirsiniz!” dedi. Kalkıp hızla kapıya yöneldi. Çıkmadan önce durdu, salondakilere baktı, ardından “Tschüss sayın umut gömücüler!” diyerek gözden kayboldu.

*) © Mevlüt Asar, “Aynadaki Kelebek”, Neziher Yayınları, Ekim 2014

masallara inanmak

Orta yaş çizgisine yaklaşmış olmasına rağmen hâlâ erkeklerin başını döndürecek kadar güzeldi. Kadın olmanın onurundan ödün vermeden yaşamaya kararlı bir kadının yaşadığı, zorlukların belki de tümünü yaşamıştı. Birçok erkek tanımıştı: aydın, yarı aydın, düzeyli, düzeysiz, maskeli maskesiz Hepisinin kadına bakışı aynıydı: Kadın erkek için yaratılmıştı. Onun cinsel açlığını doyurmak, olgunlaşmamış kişiliğine ve aşamadığı komplekslere derman olmak için vardı. O elde edilinceye, yatağa atılıncaya kadar, sevilmeye, aşık olunmaya değerdi. Sonra, kullanılmış bir mendil gibi bir kenara atılabilirdi.

Bu yüzden erkeklere kuşkuyla bakar olmuş, onlara karşı bedeninin ve kalbinin çevresine görünmez bir korunma duvarı örmüştü. Ama nihayet o da bir kadındı! İltifatlar almak, beğenildiğini görmek, sevildiğini bilmek istiyordu. Bu istekleri bastırarak yaşamak onu bunaltıyordu. Tüm olumsuz deneyimlerine karşın erkek düşmanı bir kadın, bir feminist olmamıştı. Zaman zaman yeni hayal kırıklıkları pahasına da olsa, erkeklere şans tanımaktan yanaydı…

O akşam, iki bayan arkadaşı ile birlikte çıkmışlar, arada bir takıldıkları bu mekana gelmişlerdi. İki arkadaşa rağmen kendini yalnız hissediyordu. Bir süre sonra tanıdığı bir doktor ve yanında bir erkek arkadaşı içeriye girdiler ve karşılarında bir masaya oturdular. Doktorla uzaktan selamlaşıp karşılıklı gülümsediler. Masadaki arkadaşları her zaman olduğu gibi havadan sudan konuşuyorlardı. Onlara katılmakta hep zorlanıyordu. Çalan hüzünlü müzik, içtiği kırmızı şarap “kalabalıktaki yalnızlık” duygusunu arttırmıştı.

Bir ara doktorun olduğu masaya tekrar baktığında yanındaki yakışıklı adamın dikkatle kendisine baktığını fark etti. Adam şarap kadehini kaldırarak onu zarif bir şekilde selamladı. O da gayri ihtiyari önündeki kadehi kaldırarak karşılık verdi. Huzursuzlanıp “korunma duvarı”nın arkasına çekilmeye hazırlanırken, esmer bir kadın “Buyurun, bunlar sizin için,” diyerek, bir demet kırmızı gül uzattı. “Kimden?” diye sormadan, karşı masaya baktı. Yakışıklı adam, boynunu bükmüş çiçekleri kabul etmesini istiyordu. Ne kadar uzun zaman olmuştu, bir erkekten çiçek almayalı. Başıyla adama teşekkür etti. Adam kadehini kaldırdı, o da kadehini kaldırıp kadehinde kalan şarabı bir yudum içti ve duygularını özgür bırakmaya karar verdi. Belki de bu gece hayatına yeni bir sayfa açabilirdi.

Adam sanki bunu hissetmiş gibi elinde şarap kadehi, kadının oturduğu masaya geldi ve kibarca, “Beni kırmayıp gülleri kabul ettiğiniz için size teşekkür ederim. Rahatsız etmezsem oturabilir miyim?” diye sordu. Kadın, “Tabii, niçin olmasın? Buyurun lütfen,” diyerek yer açtı. Ardından ”Güller için çok teşekkür ederim,” diyerek kadehini kaldırdı: “Tanışmamıza!” Adam, “Çok mutlu oldum!” dedi. Arkadaşlarıyla tanışırken, o adamı inceledi: Esmerliği, yakışıklı yüz hatları, zevk sahibi olduğunu gösteren giyimiyle eski siyah beyaz filmlerdeki artistlere benziyordu. Konuşurken yaptığı jestler, mimikler bu havayı pekiştiriyordu…

Tanışma seremonisi bittikten sonra, “Sizi ilk kez görüyorum. Galiba buradan değilsiniz!” dedi. Adam, kısa cümlelerle ve espriler katarak yaşamını özetledi: Orta Anadolu’nun bir ilinde dünyaya gelmiş. Sonra kitaplara olan merakından matbaacı olmuş ve önüne çıkan fırsatları değerlendirerek, çok satan bir ulusal gazetede baskı işlerinden sorumlu müdür olmuş. Teknik gelişmeleri izleyebilmek için sık sık Avrupa’ya geliyor, kurslara, seminerlere katılıyormuş. Bu kez yolu İtalya’ya düşmüş. Hafta sonundan yararlanarak Almanya’daki doktor arkadaşını ziyarete gelmiş. Almanya’yı değil, ama İtalya’yı sevmiş. İnsan Avrupa’da yaşayacaksa İtalya’da yaşamalıymış… Sözünü bitirince, şarap kadehini tekrara kaldırdı: “Sizi tanımanın mutluluğu ve şerefine!”

Kadın “korunma duvarı”nın yıkıldığını, adamın çekim alanına girdiğini fark etti. Çalan müziğin yüksekliği nedeniyle onu duyamadığını söyleyerek adama daha çok yanaştı. Aralarındaki sohbet giderek koyulaştı. Adamın iltifatları ve davranışlarıyla kendini herzamankinden daha çok kadın hissetmeye başlamıştı. Adam, elini tutup “Dans etmek ister misiniz?” diye sordu.

Kadın sevinerek, “Elbette” diye yanıtladı. Dans edilen alana yürüdüler. Adam zarif bir hareketle kadının elini tutup kendine çekti. Keman ve gitar eşliğinde çalınan şarkının ritmine uyarak dans etmeye başladılar.

Müzik bittiğinde, kadının kalbi küt küt atıyor, başı hafiften dönüyordu. Adam elini bırakmadan masaya kadar getirdi, sandalyesini çekip oturmasına yardım etti. Ardından elini dudaklarına götürerek teşekkür etti.

Kadın, “Çok uzun zamandır böyle dans etmemiştim,” dedi, “neredeyse dans etmeyi unutmuşum. Umarım sizi güç durumda bırakmadım?’’

“Kesinlikle hayır,” dedi adam, “Daha önce hiç dans etmediğiniz biriyle dans etmek kolay değildir, ama siz çok güzel dans ediyorsunuz.”

Kadın güldü: “Teşekkür ederim.”

Adam kadının gözlerinin içine baktı: “Çok güzel olduğunuzu biliyor musunuz? Hele gülünce?”

Adamın avucundaki elinden ta kalbine varan bir sıcaklık yayıldı. Daha önce tanıdığı erkeklerde olmayan bir tür soyluluk vardı onda. İçindeki kilitli odaların kapısı açılmaya başlamıştı.

Kendini kontrol etmeyi bıraktı. Adamla olan derin sohbeti daha samimi bir şekilde, göz göze yanak yanağa sürdürdü…

Orkestra insanın kanını coşturan bir parça çalmaya başlayınca adam, “Tekrar dans edelim mi?” dedi. Kadın hemen kalktı. Kendini kuş gibi hafif hissediyordu, bedenini adamın kollarına istekle bıraktı. Yorgun düşünceye kadar dans ettiler. Masaya döndüklerinde kadının arkadaşları gitmişti. Birbirlerine iyice sokuldular. Garsonun bardaklarına döktüğü kırmızı şaraptan birer yudum aldılar. Bu kez kadın adamın elini tutup “Teşekkür ederim,” dedi, bana hep anımsayacağım çok hoş ve güzel bir gece yaşattınız.“ Adam, “Ben sizin anılarınızda kalmak istemiyorum!” diyerek karşılık verdi: “Sizin gönlünüzde bir yerim olsun istiyorum. Ama o yeri bir gece de kazanamayacağımı biliyorum. Bana bir şans tanıyın, sadece bu geceyle kalmasın, lütfen.” Kadın, gözleri adamın parmağındaki şövalye yüzüğüne takılmıştı, kendi kendine konuşur gibi yanıtladı: “Gerçek sevgi ve aşk öleli çok oldu. Kim bilir belki bir şövalye onu tekrar yaşama döndürür…” Sonra kadehini kaldırdı: “Şövalyelerin şerefine!” Adam karşılık verdi:

“Gururlu ve soylu kadınlara!“

Şarapları bittiğinde müşteri olarak sadece kendilerinin kaldıklarını fark ettiler. Adam garsona işaret etti. Yüklüce bir bahşişle hesabı ödedikten sonra garsonun kulağına bir şey söyledi. Nefis bir tango çalmaya başladı. Adam, kadının kulağına eğildi: “Bu gecenin son dansı olsun, lütfeder misiniz?” Dans ederken birbirine sımsıkı yapışmış vücutları aynı hareketleri yapıyor, yanakları birbirine değiyor, tenlerinin kokusu birbirine karışıyordu. “Paris’te Son Tango filmini görmüşsünüzdür mutlaka,” dedi adam, “Ama bu bizim son tangomuz olmasın lütfen! Ben kalbinizde bir yer istiyorum, beni kırmayın!”

Tango bittiğinde bir süre birbirlerine sımsıkı sarılmış olarak durdular. Kadın, garsonun tuttuğu mantosunu giyerken kendisini bir masal kahramanı gibi hissetti. Kendi kendine, “Belki de yanlışımız masallara inanmamak!” dedi. Kendisini mutlu, umutlu ve özgür hissediyordu. Adamın koluna girdi, birlikte çıktılar. Dışarıda onları pırıl pırıl yıldızlarla dolu lacivert bir gökyüzü karşıladı. Kadının içi ürperdi, koluna girdiği adama iyice sokuldu…

Mevlüt Asar

“Aynadaki Kelebek” (s. 83 – 87) Neziher Yayınları, Ekim 2014

Mimar ve Yargıç

Werner Wollenberger

Ünlü mimar, bu dünyadaki zamanını tamlayıp öbür dünyaya göç ettiğinde – adet olduğu üzere ve adalet gereği- dünyada yaptıklarının hesabını vermek üzere başyargıcın huzuruna çıktı. Duruşma, ünlü mimarın görkemli yapılarının belirgin olarak göründüğü bir bulutun üstünde yapılıyordu.

“Sanıyorum, cennette gitmek istiyorsunuz değil mi?” diye, yumuşak bir tonda sordu Başyargıç.

“Elbette”, diye yanıtladı ünlü mimar.

“Öyleyse”, dedi Başyargıç, “niçin cennete gitmeyi hak ettiğinizi açıklayın lütfen!”

Ünlü mimar duraksadı. Sonra biraz mahcup bir tavırla: “İnsanın kendini övmesi biraz zor…” dedi.

“Kendinizi zorlamayın”, dedi Başyargıç, “nihayetinde söz konusu olan bundan sonraki geleceğiniz !”

Bir ölü için ne kadar mümkünse, ünlü mimarın benzi de o kadar daha soldu. Sonra, “Ben mimardım…” dedi.

“Nasıl bir mimar?”diye sorarak bilmek istedi Başyargıç.

“Biraz ayıp kaçacak ama, ben ünlü bir mimardım…”

Yargıç mimarın tavrından pek hoşlanmamış bir şekilde başını salladı. “Bu bizi ilgilendirmiyor”, dedi “biz sizin modern bir mimar olup olmadığınız bilmek istiyoruz!”

“Elbette…” , diye gururla yanıtladı mimar.

Gök yüzünün derin sessizliğinde etkisini yitiren yanıt, gümüş yüzlü bir meleği güldürürken, Yargıcın babacan yüzü gölgelendi. “Burada çok az modern mimar var…” diye mırıldandı.

“Le Corbusier (**) burada mı?” diye sordu mimar umut dolu.

“Burada soruları ben sorarım!”diye çıkıştı yargıç, “Neler inşa ettiniz bakalım?”

“Örneğin insanlar için konutlar inşa ettim!”

“Toplu konutlar da mı?” diye sordu yargıç.

“Tabii”, diye yanıtladı mimar, “hatta genellikle toplu konutlar yaptım. Düzinelerce toplu konut!”

Başyargıç, yakındaki bulutlardan birine dönerek seslendi: “Ses kayıtlarını dinleyelim!”

Birden kulakları sağır edecek türden, şikayet eden, kızan, bağıran bir ses curcunası yükseldi ve bir süre sonra kesildi.

“Bu inşa ettiğiniz konutlarda oturan insanların size ettiği beddualardan sadece kısa bir bölümdü. Tüm kayıt, tam 4768 saat, 52 dakika ve 19 saniye uzunluğunda. Beddualar, ince duvarlar, dar koridorlar, küçük mutfaklar ve yüksek kiralarla ilgili.”

Ünlü mimar başını öne eğdi, biri kaç kez iç geçirdi ve duyulur duyulmaz bir sesle: “Başka şeyler de inşa ettim!”dedi.

“Biliyoruz”, diyerek onayladı Başyargıç, “örneğin bir alış veriş merkezi.”

“O, amacına en uygun yapı ödülünü kazandı”, diye ekledi ünlü mimar.

“Resimler gösterilsin!” diye emretti Başyargıç. Bembeyaz bir bulutun üstünde projeksiyondan yansıyan görüntüler belirdi. Resimler ev kadınlarının çıplak ayaklarını gösteriyordu. Dolaşmaktan şişmiş, yaralanmış, parmakları ve kenarları su toplamış milyonlarca ayak. Kalabalıkta annelerini kaybetmiş çocukların ağlaşmaları ve kapalı park yerinin labirentinde yönünü şaşırmış araç sürücülerinin küfürleri görüntülere eşlik ediyordu. Ayrıca, bir şeyleri taşımaya çalışan yaşlı insanların oflayıp puflamaları da net bir şekilde duyuluyordu.

“Alış veriş merkezini bir yana bırakalım istersen!” dedi Başyargıç, “Başka ne inşa ettiniz?”

“Bir tiyatro binası!”

“Çekimi gösterin!” dedi Başyargıç. Her yanından arka cephesi gibi görünen devasa bir beton yapı göründü. Beton duvarların ardından, cılız alkışlar ve bir oyuncunun bağırmaktan kısılmış sesi duyuluyordu. Titrek alkışlar, tüm soğuk ve itici görünümüne karşın modern tiyatro binasına girmeye cesaret etmiş yedi seyirciye, kısılmış ses ise salonun bozuk akustiğiyle giriştiği umarsız kavgadan yenik düşen bir oyuncuya aitti.

Oldukça alçak bir sesle, “Bir de kilise inşa etmiştim!” dedi Mimar.

Keşke söylemeseydi, çünkü bunu duyar duymaz, yüzü kıpkırmızı kesilen Başyargıç kükredi: “Atı aşağıya bunu!” Duruşmanın görüldüğü bulut birden yarıldı ve Ünlü Mimar aşağıya düştü, düştü, düştü. Sonsuz düşüşü cehennemde son buldu. Ve cehennem mimarın kendi yaptığı üç odalı bir meskenden yapılmıştı.

Almancadan çeviren: Mevlüt Asar

*) Öykünün orjinal adı: “Der Architekt und sein Richter”

**) Charles-Edouard Jeanneret (1887 -1965) İsviçre asıllı Fransız mimar. Modernizme ve uluslararası tarza yaptığı katkılar ile tanındı. Kalabalık şehirlerde yaşayan insanlar için daha iyi yaşama koşulları amaçlayan tasarımları ile öne çıktı. Avrupa’da, Hindistan’da ve Rusya’da oldukça mühim binalar inşaa etti. Daha sonra eleştirmenler tarafından mimarlık biçimi ruhsuz monolitler (yekpare dikmeler) ve kendini beğenmiş olarak eleştirildi.

Werner Wollenberger (1927-1982) İsviçreli yazar ve tiyatro rejisörü. Basel’de Germanistik öğrenimi gördü. 1947 ‘den itibaren “Kabarett Kikeriki” adlı dergiye metinler yazdı, rejisörlük yaptı. 1950 de “Federal Kabere” yazar topluluğuna katıldı. Daha sonra Zürih Tiyatrosu’nun sanat danışmanılığına getirildi. Tiyatro oyunları, film senaryoları, eleştirileri yazan, çeviriler yapan Wollenberger, aynı zamanda iki gazetede şef redaktör olarak çalıştı.

aşkın dirilişi


Bild/ Resim: Der Kuss – Gustav Klimt
Şair, Aşk'ı etkin söz dağarcığından sileli yıllar olmuştu. Kurumaya yüz tutmuş, edilgen sözcükler arasında onun bir gün yeniden yeşereceğini, yazdığı metinlerin baş sözcüğü olabileceğini hiç düşünmemişti. İlk kez o kadınla karşılaştığında Aşk‘ın atıldığı eskimiş sözcükler yığını arasında hafifçe devindiğini, nefes alıp vermeye başladığını belki de sezinlemiş, ama önemsememişti.
Bir süre sonra o kadınla tekrar görüşüp yüz yüze konuştuklarında Aşk'ın canlanıp beynindeki aktif sözcükler arasına girdiğini, kendi kendine sorduğu “âşık mı oluyorum?” sorusuyla anlamıştı. Unuttuğunu sandığı o üç harfli sözcük bilinç altından bilincine çıkmıştı. Aşk sözcüğü ile yeniden karşılaşmak onu hem heyecanlandırıyor hem de korkutuyordu.
O kadınla bir başka gün buluşup baş başa kaldıklarında korktuğunun başına geldiğini, öldü sandığı Aşk'ın yeniden dirildiğini hiç bir şüpheye yer kalmayacak şekilde anladı. Evet, Aşk yeniden yaşama dönmüş, unutulmuş sözcükler mezarlığına geri gömülemeyecek kadar canlanıp güçlenmişti. O telaffuz etmekten kaçındıkça, aşk bir yolunu bulup tümcelerin içine, satır aralarına giriveriyordu.
Aşk’ın yaşayan söz dağarcığına taşınmasıyla birlikte, diğer sözcüklere yeni bir koku yeni bir renk geldiğini şaşırarak algıladı.Ürettiği tümceler daha canlı daha yaşam dolu daha tutkuluydu. Aşk’a direnmekten vazgeçti, çünkü Aşk'tan kaçış yoktu.O kadını düşündükçe duyguları ve dili Aşk’ın karşı konulmaz gücüne teslim oldular. Duygularına, diline koyduğu sansürü kaldırdı. Ve Aşk beynindeki, dilindeki tüm sözcüklerin başına geçti.
Kadınla üçüncü kez buluştuklarında, aşk tüm zorbalığı ele alıp “Beni yaşayacaksın, beni yazacaksın” diyerek kendisinden kurtuluş olmadığını kesin olarak ilan etmişti bile. Artık,Aşk’ı yeniden yaşamaktan, yeniden yazmaktan başka çaresi yoktu. Aşkın, onu boş bir sözcük olmaktan kurtarması, yeni bir anlam, yeni bir içerik kazandırması için gece gündüz bilincini baskı altına almaya başladı. Evet, âşık olmak onu korkutuyordu,fakat yeniden âşık olabildiğini görmek ve Aşkı yeniden yaşamak onu için için mutlu ediyordu. Aşk’ın geçmişteki tüm bağlamlarından kopmuş, yeni ve boş bir sayfa olarak önünde durması şairi ayrıca kışkırtıyordu. Yaşamdaki tek kutsal gerçeklik olan Aşk’ı yepyeni öz ve biçimle yazabilmesi, edebi yeteneğini ortaya koyabilmesi için bu belki de son bir şansıydı. Bu şansı kaçırmamak gerektiğini düşündü. Yazacağı, mutlaka yeni, farklı bir Aşk olmalıydı.
Ancak şair, bir süre sonra Aşkı yazamayacağını üzülerek ve büyük bir hayal kırıklığıyla anladı. Aşk, kendini yazdırmıyordu. Yaşadığı Aşk'ın yolu, yönü belirgin değildi. Her şey a-çıktı, Aşk'ın nasıl gelişeceğini, nasıl sonuçlanacağını bilmesi hatta sezinlemesi bile olanaksızdı. Bunları belirleyecek olan yalnızca Aşk’ın kendisiydi. Yani şair Aşk'ı değil, Aşk şaire kendini yazdıracaktı. Bu acı gerçeği görmek şairi korkuttu, ancak başka hiçbir seçeneği yoktu. Kendini ve kalemini Aşk’a teslim etti…

Mevlüt Asar
(Aşkın Halleri, Neziher Yayınları, İlk basım: Eylül 2016)

deniz beni çağırıyor

Acıtıldım, yaralandım, kanadım. Denizin mavisi soldu, güneşin sarısı karardı, baharın müjdecisi bademlerin çiçekleri döküldü. Göz yaşına dönüşmedi acılarım. Elvermedi onurum, gözlerime dolan yaşları denizin tuzlu suyuna akıtmaya.
Acımasız sözlerindi beni vuran, dünyamı karartan. Ellerim ellerinde gözlerin gözlerimde nasıl da acımasız dökülüvermişti, keskin bir hançerle kazınmış gibi sözlerin: "Seni seviyorum, sensiz yapamam! O'nu da seviyorum, gelip geçici. Yaşamak istiyorum yine de onu. Bırak gideyim, yine döneceğim sana..."
Soğuyuverdi ellerimdeki ellerin, mumu sönüverdi gözlerimdeki gözlerinin. Sönen sevgiydi, aşktı...Neden, demiştim,neden? Onun sana verdiği benim veremediğim ne? Bırakmıştın ellerimi, kaçırmıştın gözlerini. "Bilmiyorum demiştin, zaman geçip gidiyor; yaşamadıklarımı yaşamak, tükenmediğimi, kurumadığımı hâlâ arzulandığımı görmek, tenimde yaşamak istiyorum."
Yaşamak ha! Benim ölümüm pahasına bir aşkı yaşamak, arzularını doyurmak. Kurumadığını, hâlâ erkek olduğunu kendine ve o genç kadına kanıtlayabilmek. Sonra tekrar bana, ömür boyu sana sadık kalmaya, seni ömür boyu sevmeye söz vermiş kadına geri dönmek. Bundan daha erkekçe bir kuruntu olamazdı kesin. Kabullensem, "Haydi git, sonra dönersin..." desem" bile, döndüğün kadının artık ben olmayacağımı, olamayacağımı nasıl düşünemiyordun? 
Aynı şeyi ben sana söylesem, aynı hançeri ben sana saplasaydım; "Evet, seni seviyorum, ama giderek yaşlanıyorum, güzellik elden gidiyor, başka erkekler tarafından hâlâ sevildiğimi, arzulandığımı görmek, yaşamak istiyorum!" deseydim… Ne yapardın? Ne ederdin? "Tamam git, isteyince geri dönersin" der miydin? Kafandan, yüreğinden, cinsel organından söküp atamadığın o erkeklik egon buna izin verir miydi? Onurun buna dayanır mıydı. Elbette "hayır!!"
"Benim ondan neyim eksik?" sorusunu sormadan edememiştim. Titrek, ağlamaklı, kendi kendine sorulmuş bir soruydu bu. Yanıt vermemiştin. Daha fazla vurmak istememiştin belki de. Oysa sorumun yanıtını kendim de biliyordum. Bende bulamadığın çok şey vardı o kadında. Gençti güzeldi, teninden cinsellik akıyordu. Her an her yerde senin olmaya seninle sevişmeye hazırdı.
Ben de öyleydim bir zamanlar ilk sevdiğim erkek tarafından suyu sıkılıp posası kalmış bir taze portakal gibi kaynar sulara atıldığım güne kadar. Gençtim, güzeldim, albeniliydim. Erkekleri peşimden koşturtuyordum. Sarı uzun saçlarım, biçimli vücudum, dolgun göğüs ve kalçalarımla erkeklere "ah" çektiren bir kızdım. Ama ben kendimi masal kitaplarından çıkıp gelecek o prense saklıyordum ve o bir gün çıkıp geldi.Atının terkisine beni atıp götürdü...
Gerisini biliyorsun. Bahçemdeki tüm çiçekler koklandı, koparıldı. Öz sularım, balım, tenim sömürüldü. Erken boy veren sevgi ağacı kurudu, yaprakları döküldü. Aç gözlü prens, kendine harem kurmaya kalktı. Beni de haremine sıradan bir cariye yapmaya kalktı. Başkaldırdım, kadınlığımın onurunu onun çamurlu çizmelerine çiğnetmedim. Sarayının kapısını yüzüne çarpıp özgürlüğe koştum. Yaralanan kadınlığımı sabırla onardım. Erkeklerden, veba mikrobundan kaçar gibi kaçtım. Zaman zaman şahlanan, hoyratlaşan arzularımı dizginlemeyi öğrendim. Kendimi doğaya attım. Kaçtım büyük kentlerden, kalabalıklardan. Buraya, Ege kıyısındaki bu yeşil kente sığındım. Dertlerimi denize döktüm. Denizle seviştim, kumsalla yattım. Bu deniz, bu güneş, bu rüzgâr bana yeniden hayat verdi. Yeşerdim yeniden kadın oldum...
Ve o deniz bir gün seni bana getirdi. Yıllar sonra ilk kez elim bir erkeğin eline, dudaklarım bir erkeğin dudağına dokundu. Titredim, terledim, bastırılmış korkularla sarsıldım. Kaçmak istedim, beni bırakmadın. Sevdiğine, sevginin yalansızlığına, sonsuzluğuna beni ikna ettin. Etrafı taş duvarlarla çevrili yüreğime bir güneş ışığı gibi sızdın. Buzları erittin. Sana inandım, yüreğimin kapılarını sonu kadar açtım, sevgin dolsun diye. Sevmeyi yeniden öğrendim. Tenimi, bedenimi, yeniden sağalttığım kadınlığımı sana sundum...
Anlaşılan sana yetmedim, yetemedim. Gözünü gönlünü doyuramadım, açlığını gideremedim. Şimdi o genç kadına gitmek için benden izin istiyorsun. Yaşlanmanı, hayatın geçiciliğini hazırlandığın ihanet seferine gerekçe yapıyorsun. Haydi git güle güle...Perde kapansın, oyun bitsin. Deniz beni çağırıyor. Duisburg, Kasım 2004

© Mevlüt Asar (Aşkın Halleri, Neziher Yayınları, 1. Basım: Eylül 2016)
%d blogcu bunu beğendi: