Karanlığın sonsuzuna
kayan yıldızlar gibi
akıyordu gece hayat
usulca batırırken ay
gümüş hançerini
ılık sularına Ege'nin
Midilli Mariya'nın
yürek yakan gülüşü
siyah gül olup açtı
seviştiği Niko'nun
terli göğsünde
Cundalı balıkçılar
vira bismillah, diyerek
açılırken kısmetlerine
azaldı perde perde
eski taş evlerden
dar sokaklara taşan
Rum aksanlı ninniler
Şeytan Sofrası'na
kurulmuş haramilerin
çirkin gülüşüyle titredi
yüzyıllık zeytinlerin
filize durmuş dalları
Sarımsaklı kıyısında
bir sürgün şair
elde kalem
yürekte hasret
dizeleri şefkat
şiir sürüyordu
mübadele yarasına
Ayvalık'ı yurt edenlerin
Mevlüt Asar
*) Denizini Yitiren Martı, Nezih-Er Yayınları, 2015
Almancayı, Almanya’ya geldikten sonra yani 28 yaşımda, “yabancı dil” olarak öğrenmeye başladım. Başlangıçta, Nazilerin de dili olan Almancaya duygusal bir yakınlık duyamadım. Ancak Köln Üniversitesi’nde katıldığım Almanca derslerindeki öğretmenin yetkinliği ve kendi gayretim sonucunda, kısa sayılacak bir sürede üniversitede öğrenim yapacak düzeyde öğrendim. “Yeni bir dil yeni bir insan,” diye boşuna dememişler. Almanca benim dünyamı, dünyaya bakışımı değiştirdi, bana kültürel, yazınsal ve hatta zihinsel olarak çok şey kattı. Ve Almancanın benim için ikinci bir “yurt” olacağını anladım. Alman edebiyatı ile daha çok ilgilenmeye başladım. Özellikle Nazi döneminde yasaklanmış, kitapları yakılmış, sürgüne, intihara sürüklenmiş yazarları, şairleri okudukça Almancayı daha çok sevmeye başladım. Almanca bilgimi sürekli geliştirip derinleştirerek Münih Ludwig Maximilian Üniversitesi’nden “Almanca Diploması” ve Düsseldorf Sanayi ve Ticaret Odası’ndan “devletçe tanınan çevirmen” sertifikası aldım. Almancada kendimi daha yetkin hissetmeye başladıktan sonra, okuyup sevdiğim Alman şairlerin, yazarların kimi şiirleri, kısa öykülerini; bazı düşünürlerin kimi notlarını, aforizmalarını Türkçeye çevirmeye başladım. Çevirdiğim şiir ve düz yazıların bir kısmı Almanya’da ve Türkiye’de çıkan bazı dergi ve gazetelerde yayınlandı. Elinizdeki kitaptaki şiirler, uzun yıllar boyunca yaptığın çevirilerden bir seçkidir.
İçinde yaşadığı baskıcı toplumun dayattığı “kollektif kimlik”e direnerek, kendine özgü bir “kimlik” edinen insanların, sonunda “yalnız” kalmaları kaçınılmaz bir olgudur. “Yalnızlık duygusu” ise herkesin hoşlanacağı bir duygu olmadığı gibi, çoğu insanın dayanamadığı, katlanamadığı bir durumdur. Bu nedenle neredeyse hepimiz yalnızlıktan bir şekilde kaçmaya çalışırız.
Aslında bu “kaçış”, bir çeşit kendimizden kaçıştır! Çünkü “yalnızlık” kendi kendiyle yüzleşme, kendi karanlıklarına inme, kendi aslını keşfetme “risk”ini birlikte getirir. Bu riske girmekten ve kendi kendimize yetememekten korkmak, yalnızlıktan kaçış için anlaşılır bir nedendir.
Bu “korku”yla baş edebilmek için, “yalnız”lığın insanı olgunlaştıran, geliştiren ve kendini yeniden “yaratma“sına olanak sağlayan bir durum olduğunu anlamak / yaşamak gerekiyor. Yalnızlığa katlanabildiğimiz, kendi kendimize yetebildiğimiz oranda başkalarına “bağımlı” olmaktan da kurtuluyoruz. Böylece daha özgür ilişkiler kurabiliyor, daha özgürce sevebiliyor hatta aşık olabiliyoruz. Tabii “ayrılık”ları da daha az yara bere alarak, mutsuzluk girdabına sürüklenmeden atlatabilmek şansını kazanıyoruz.
Dünyaya bir şeyler yazmak için gelmiş “seçilmiş insanlar” olduğuna inanan iyi niyetli kişilerin çoğu neden ille de şiir yazarlar? Kanımca bu kişiler, hem fazla zaman almadığını – yani iki arada bir derede yazılabileceğini – hem de diğer yazın türlerine göre daha “kolay” olduğunu sanarak “şiir” yazmaya, yani şairliğe soyunuyorlar.
Oysa şiir yazın türleri içinde en kadim ve en çetin olanıdır. Okuyanın belleğinde ve yüreğinde kalıcı izler bırakacak bir tek dize yazabilmek için değil saatleri, geceleri gündüzleri feda etmek zorunda kalır insan. Üstelik o dildeki ve dünyadaki şiir geleneğini, şiir birikimini bilmek, öğrenmek de cabası!
Şiirin ne kadar çok emek gerektirdiğini anlatmak için, şiire kafa yormuş bir Alman şair şöyle diyor: “Yazdığınız iyi bir şiirden arta kalan malzemeyle en az iki şiir daha yazılabilmelidir.”
şiir üzerine “Şiir tarihsel, toplumsal, kültürel, estetiksel ve dilsel bir dizgedir. Bu bağlamda şiir; onu yaratan toplumun hem aynası hem de insanlık kültürüne olan katkısıdır. Şiir sanatı; çirkini güzele, kötüyü iyiye, karamsarlığı iyimserliğe, umutsuzluğu umuda dönüştürebilen bir çeşit büyücülüktür.
Şiir, sadece belli insanların, şairlerin tekelinde değildir. Ancak şiirle uğraşan herkes de “şair” değildir. Şair, dış dünyadan (toplumdan) edindiği bilgileri kendi süzgecinden geçirerek öznele dönüştürür. O halde şiirin/sanatın bir toplumsal boyutu vardır ve toplumsal gerçeklikten bağımsız değildir. Yani şiir aslında bir “gerçeğe” dayanır. Gerçeklerden kopup, özneye ya da öznele sığınmak şairi metafiziğe, gizemciliğe götürür. Ancak çok gerçekçi olan bir şiir de ölü doğmuş bir şiirdir.
Sanatın ve şiirin toplumsal boyutu sanatçıya/şaire ve şiire kaçınılmaz bazı görevler, sorumluluklar yükler. Sanatın birincil görevi insanları kendine yabancılaşmaktan kurtarmaktır. Bunun için de yalnız toplumsal bozuklukları belgelemek, göstermekle kalmaz, çözüm yolları da ima eder. İnsanlarda dünyayı değiştirme, daha güzel bir dünya kurma özlem ve istemini güçlendirir.
Evet şiir okuyanı varsa şiirdir. Ama her okuyucu tarafından anlaşılmak bir şiirin iyi şiir olduğunu göstermeyeceği gibi; bazı okurlar tarafından anlaşılmaması da o şiirin kötü bir şiir oluğu anlamına gelmez. Şiir, okurun karşısına çıktığı anda, artık o şiirin yaratıcısı olan şair devreden çıkar.” (Sunuş yazısı)