Nüfus kağıdında 10 Mayıs 1951 yazmasına karşılık, doğum günü tam olarak belli değildi. Biraz da o nedenle doğum günü kutlamak gibi bir adeti yoktu. Ancak 50 yaş, önemli bir yaştı, yaşadığı ülke Almanya’da “yuvarlak yaşalar” önemsenir, sıradışı yaş günleri olarak kutlanırdı. Bunu gerekçe olarak gösteren çocuklarının ve karısının önerisini geri çevirememiş, “tamam” demişti.
Aile üyeleri dışında birkaç yakın arkadaşının katıldığı mütevazi “doğum günü kutlaması” bitip konuklar uğurlandıktan sonra, gecenin mehtaplı ve havanın sıcak olmasın bahane ederek, karısına bir süre daha bahçede kalacağını söyledi. Yalnız başına, kadehinde kalan kırmızı şarabını yudumlarken, geride bıraktığı 50 yıllık yaşamı bir film şeridi gibi belleğinde canlanmaya başladı…
1950 yılı kışında, bir ihtimal Aralık ayında Toroslar’ın kuzeyinde, Beyşehir ile Şeydişehir arasındaki bir Anadolu köyünde dünyaya gözünü açmıştı. O yıllarda doğan yaşıtları içinde kızamıktan, sıtmadan paçayı kurtarıp hayatta kalmayı başaranlardandı. Hayat bir ırmak gibi akmış, kitaplara, ciltlere sığmayacak anılar, resimler, izler, acılar, sevinçlerle dolu bir 60 yıl geride kalmıştı.
Hem kağnı arabasına, hem saatte yüzlerce kilometre hızla giden otomobillere, bin kilometre hızla uçan uçaklara binmişti. Köyde, ninelerinden idare lambası ışığında dinlediğin masalların dünyasından Holywood’un rüya fabrikalarında üretilen filmlerin dünyasına uçmuş; İçindeki insanları bir türlü göremediğin yeşil gözlü bataryalı radyodan, yüzlerce kanallı çanak-tv ekranları ile tanışmıştı. Ağaçtan yapılmış telgraf direklerine kulağını dayayıp duymaya çalıştığın telgrafı bir kolla çevrilen manyetolu telefonu görmüş cep telefonu çağını yaşamıştı. Önce bir köpeğin, ardından insanların uzaya gidişini, insanın aya ayak basışını ve ilk kalp nakli ameliyatını televizyonda görmüş, Gramofonu, kaset-çaları, disk-çaları, bilgisayarı, dizüstü bilgisayarı kullanmıştı.
Ninesinin başka katık bulamadığı için arasına ot toplayıp koyduğu yufka ekmekle seni doyurduğu, tereyağına kırılmış bir tek yumurtanın ziyafet olduğu çocukluk günleri yaşamış, düştüğü hapislerde açlık grevlerine katılmıştı. Gecekondu semtlerindeki okullarda, kendisi gibi işçi çocukları ile birlikte okumuş, öğrenmekten, bilmekten keyif almıştı. Ama kendisini daha çok kitapların, filmlerin büyüsüne kaptırmıştı. Kendini okuduğu romanların, izlediği filmlerin kahramanları ile özleştirmiş, ne büyük hayaller kurmuştu. Zamanı gelince aşık olmuş, sevdiği kıza aşkını söyleyemeden; sevgisini gönderilmemiş mektuplara, gizli almış şiirlere dökmüştü
Yoksul bir işçi ailesinin en büyük çocuğu olarak, ta ilk okuldan itibaren simit satarak, çıraklık, işçilik yaparak cep harçlığını çıkarmaya çalışmıştı. On yedi yaşında kendi alın teriyle kazandığı parayla diktirdiği ilk takım elbiseyi giymenin anlatılamaz gururunu, bir kızla birlikte çıkmanın, onu pastahaneye götürmenin, sinemada ele ele tutuşmanın unutulmaz heyecanını ve tadını yaşamıştı.
Okudukça bilinçlenmiş, dünyayı farklı bir gözle algılamaya başlamıştı. Lisede okurken yaz tadillerinde çalıştığı işlerde emeği ve sömürüyü öğrenmişti. Üniversite sınavlarında Mülkiye’yi kazanmış, orada daha da bilinçlenmiş, dünyanın değişebileceğine, daha hakça daha insanca bir dünya kurulabileceğine inanmıştı. Bir çok arkadaşı gibi o da Dev-Genç’li olmuş, “devrimci mücadele”ye katmıştı.
12 Mart, askeri darbesiyle gelen fırtına sonrasında, aynı saflarında yürüdüğü on binler birden kaybolmuş, devrimci marşların yerini askeri marşlar almıştı. Birçok arkadaşı gibi tutuklanmış, işkence görmüş, Ankara Yıldırım Tutuk evinde, Mamak hapishanesinde Türkiye’nin en aydın insanları ile aynı koğuşlarda yatmıştı. Yaşadığı deneyimler sonunda devrimin, devrimciliğin kolay olmadığını anlamıştı. İdeolojik tabuları aşmaya, aklını özgürleştirmeye, gerçeği bulmaya karar vermişti.
Tutuklanmalara, hapislere rağmen öğrenimi bırakmamış, hırs ve azimle Mülkiye’den mezun olmuştu. Fakat “fişlenmiş” biri olarak kendisine iş vermeyeceklerini hatta yaşam hakkı tanımayacaklarını kısa zamanda anlamıştı. Avrupa’ya gidip doktora yapmayı istemiş, ancak kendisine “devletin güvenliği”ni bahane edilerek pasaport verilmemişti. Askerli görevini de ertelemeyerek askere gitmeye mecbur bırakmışlardı. Yedek subay okulundan, çavuş çıkarılmayı beklerken yedek subay Kıbrıs’a gönderilmiş, savaş görmüş acılı topraklarda teskere almak için gün saymıştı.
Terhis olduktan sonra çok sevdiği, halkının daha özgür daha insanca yaşaması için ölümleri göze aldığınız yurdunu bırakıp karısıyla birlikte bir süreliğine Almanya’ya gitmişti. Türkiye’ye dönmeye hazırlığı yaparken yaşanan bir kaza ve ölüm, ardından gelen 12 Eylül fırtınası, kendilerini Almanya’da kalmaya mecbur etmişti. Yaban elleri, yaban dilleri kendine yurt edinmek, hayata sıfırdan başlamak zorunda kalmıştı. Uzun çabalarla tüm engelleri aşmış bir lisede öğretmen olmayı başarmış, öğrencilerinin iyi yetişmesi ve haklarını korumak için mücadele ediyordu
Yurdun gidebildiği, anasını, babasını ve kardeşlerini kucaklayabildiği yaz tatillerini her yıl dört gözle beklemişti. Tatil başlar başlamaz yola çıkmış, Edirne’ye varınca, binlerce kilometrelik araba yolculuğunun sıkıntısını, yaşadıkları eziyetleri unutmuştu. Dört haftalık tatil süresinde hasretleri gidermeye, özlemleri doyurmaya, karanlık ve ıslak Almanya günleri için yeterince mavi ve güneş toplamaya çalışmıştı.
Dört gözle beklediği o yaz tatillerden birinde, akciğer kanseri olan babası götürdüğü hastahanede kollarına yığılıp kalmıştı. Onu kara toprağa verip yüreği acıyla dolu Almanya’ya dönmüştü. Bir başka yaz tatilden döndükten bir hafta sonra ülkende yaşanan korkunç deprem, tatillerde görmeye doyamadığın ellerinde büyümüş kardeşini, onun dünya tatlısı karısını toprağın derinlerine çekip almıştı. Onları kurtarmak umuduyla koşmuş, fakat yetişememişti. O depremden yüreğinde kapanmaz yaralar, acılar, belleğinde silinmez görüntüler kalmıştı…
Belleğinde yaptığı yolculuğu sonlandırıp, kadehinde kalan şarabı içti. Saatine baktı gece yarısını çoktan geçmiş hava da serinlemişti. Biran içi ürperdi. Kalıp içeriye girdi, çalışma odasına geldi. Masasındaki günlüğü açtı günün tarihini ve o andaki saati yazdıktan sonra, altına şu notu düştü:
“Her şeye rağmen hiçbir zaman bencil bir insan olmadın, kendi dertlerini öne çıkarmadın. İçinde kopan fırtınaları, yaşadığın ikilemleri dilin döndüğünce, kalemin yazdığınca yazıya, şiire öyküye dökmeye çalıştın… Kendinle barışık yaşamayı, hayat karşısında mütevazi olmayı öğrendin. Üne, mevkiye, dünya malına kıymet vermeyen bir derviş gibisin. Ve bu yaşamın tek ve tekrarlanamaz olduğunu biliyorsun…”
Duisburg, 10 Mayıs 2001