Edebiyatta Kendini ve Haddini Bilmek

Daha önce de yazdım sanıyorum, ben “kendini” ve “haddini” bilmenin bir erdem olduğuna inanan insanlardanım. Övünmek, kendini olmadığı, hak etmediği yerlerde görmek bana yabancı olan şeylerdir. Tanıyanlar bilir, övülmekten, teveccühten bile sıkılır, utanırım. Kendini ve haddini bilen bir insan mütevazi bir insandır, yaptıkları, yazdıkları ile övünmez, başkalarının ya da arkadaşlarının başarılarını kıskanmaz, aksine olardan sevinç ve gurur duyar.

Bu bağlamda ben kendimi her zaman, sınırlı sayıda okuru, takipçisi olan sıradan bir yazar, ortalama bir kültür-sanat insanı gördüm. Bilgim, aklım, görgüm ve dilim yettiğince iyi şeyler yapmaya, yazmaya çalıştım. Bunda ne derece başarılı olduğumu, benden geriye bir iz kalıp kalmayacağını zaman gösterecek.

Kendisine yazar, şair sıfatını yakıştıran ya da okurlar tarafından bu sıfat ile payelendirlen herkes böyle midir? Elbette değil! Türkiye’de, Almanya’da ünlü ünsüz birçok şair ve yazar tanıdım. Kimi “büyük” yazar ve şairleri tanıyınca hayalkırıklığına uğradım, kim ünsüz yazar ve şairin ise bilindiğinden, göründüğünden çok daha değerli olduğunu öğrendim.

Kimi beğenilen, sevilen şairler, ünlü yazlar ile kimi “seçkinci” eleştirmenler, okurlar, edebiyatın sadece belli bir grubun tekelinde olduğunu düşünür. Edebiyat arenasında sadece kendilerinin at koşturabileceğine, kendi sözlerinin geçerli olduğuna, kimin yaşamaya, kimin ölüme mahkum olduğuna kedilerinin karar vereceğine inanırlar. Yeni kalemlere, yeni seslere gözlerini, kulaklarını tıkarlar.

Ben, sevgili Fakir Baykurt’un, kendinden önceki değerli insanların ona el vermesi kanat germesinin bir karşılığı olarak, el verdiği, kanat gerdiği bir insanım. Fakir Hocam, içinde bir nebze de olsa yetenek ve birikim olan, kadın erkek herkesi önce okumaya sonra yazmaya teşvik etti. Onların öykülerinin, şiirlerinin, kitaplarının yayınlanmasından hiç gocunmadı, aksine kıvanç duydu. Onun bize bıraktığı Duisburg Fakir Baykurt Edebiyat İşliği ve Kahvesi’ni yönetirken onun gösterdiği yoldan gittim. Yetenekli, tutkulu arkadaşları yazmaya ve yazdıklarını okura ulaştırmaya teşvik ettim, destekledim. İçlerinde ben den daha çok kitap yayınlayanlar, beni sollayıp geçenler oldu , ben de hiç gocunmadım, onlarla birlikte sevindim.

Buna karşılık yakın sayılacak ilişkim olan kimi yazar şair arkadaşların, bana ya da benim gibi “kendini” ve “haddini” bilen, mütevazi yazarlara şairlere “yokmuş” gibi davranmaları karşında, zaman oldu kırıldım, zaman oldu şikayetlendim. Ancak artık bunu yapmıyorum, sadece, ben de mümkün olduğunca onlardan ve yazdıklarından uzak duruyorum. Ama hiçbir zaman onlara “yokmuş” gibi davranmıyor, gösterdikleri başarılar, kazandıkları ödüller için onlar ve edebiyatımız adına seviniyorum.

Ayvalık, 22 Ağustos 2021

Mevlüt Asar

Gedichte auf Deutsch

Frühling in Duisburg

Es ist April
Der Himmel ist traurig 
Die Wolken sind weinerlich 
Nur die Fabrikschornsteine Lachen in Duisburg
Je mehr Roboter an den Werktischen
Desto größer wird die Angst der schaffenden Hände
In den dunklen Ecken der Grünanlagen
Ist die Scham der Arbeitslosen
Nicht mehr zu verbergen
Wenn du nach Hoffnung fragst
Sie ist ein großer Luftballon
In der Kralle des preußischen Adlers
Er wird gleich platzen
Die Duisburger warten schweigend ab
In alten Arbeiterwohnungen
Die schützend nahe
Doch weit entfernt sind
Werden Väter mit leeren Bierflaschen
Und die Kinder mit “Micki — Maus” filmen
In der Nacht zum Schlafen gebracht
Ein armer Maler
Von dieser Landschaft erschreckt
Setzt sich ans Rheinufer
Er hockt vor der Leinwand
Und ruft den Frühling
Als ob eine Handvoll Sonne
Und ein paar kranke Knospen
Alles wiedergutmachen könnten         .
**
Rita

Rita arbeitet in der Bar an der Ecke
Ihre Augen sprechen Italienisch
Ihr Busen Griechisch
Ihre Hüften Türkisch
Ihre Lippen sprechen Deutsch
Sandro, Dimitris und ich
Wir drei Männer vom Mittelmeer
Alle sind in Kellnerin Rita
— Sie ist honigblond —
Bis über beide Ohren verliebt
Rita schenkt Schnaps aus 
Flirtet mit jedem von uns zugleich 
Uns gibt sie unechtes Lachen 
Aber Hans einen wahren Kuß
Draußen regnet es Bindfäden 
In uns weht ein warmer Südwind 
In unseren Herzen sprudeln Sirtakis 
Und Rita wünscht sich einen Tango
Es ist zwölf Uhr nachts 
Meine Frau wartet jetzt sicher am Fenster
**
frisches Gedicht

aus den vermissten Träumen
geerntet in langen Nächten 
wachte ich auf und kam zu Dir
als der Morgen sich mit Regen wusch
im meinem Mund der Geschmack des Weins
auf den Lippen das Pfeifen 
eines jungen Mannes
in der Tasche ein frisches Gedicht
und an meinen Fingern 
die Spannung des Abzugs
mein Dichterherz wird
nie wieder schlagen
wenn ich dich nicht überzeugen kann
von der fruchtbaren Schönheit
des Liebens und des Lebens
**
Rückblick

Was gegen das Ufer brandet,
sind nicht die Wellen
sondern unsere Träume,
um sie zu sammeln, kamen wir
einen Kontinent weit her
Was uns in der Hand bleibt
sind nur Kieselsteine und Algengeruch
Wir fragten nie
woher das Salz des Meeres kommt
Verbannt in die kalten Städte
überlassen wir unser Schicksal
dem Stern des Nordens
und vergessen die Wärme des Südens
Nun brennen unsere blassen Gesichter
in der Sonne des Mittelmeers
In der Kühle des Abends
sitzend in einer Strandbar
bei einem Glas kaltem Raki
versuchen wir zu vergessen,
die unerfüllten Träume
und die vergeudeten Jahre
in der Fremde
**

Tagebuch des Exils

durch Gewalt wurdest du vertrieben 
über Grenzen hinaus ins Exil
versperrt sind die Wege
die dich in die Heimat führen
ein Meer des Schweigens sind sie nun
die fernen Länder, in denen du Asyl suchst
einsamen Inseln gleich sind die großen Städte
in denen du zu Gast bist
die Wärme der Sonne
in diesem regnerischen Himmel
erreicht nicht dein Herz
die bunten Straßen, die du begehst
ängstigen dich wie Minenfelder
das stumpfe Messer der Sprachlosigkeit
entfremdet deinen Gruß
du sehnst dich nach ein paar Worten 
die heimatliche Lieder auf deinen Lippen
sind Salz in deinen Wunden
nur drei Worte fließen aus deiner Feder
ins Tagebuch des Exils:
Abschied, Einsamkeit 
und Hoffnung
**
Aussteigen

eines müden Großstadtabends 
möchte ich einen Punkt setzen
dem eintönigen Alltag des Lebens
und die nicht erlebten Jahre
die veralteten Träume
die noch blutenden Erinnerungen
ganz dick durch streichen
dann alles
was vom Leben und von der Hoffnung
übrig geblieben ist, in einen Koffer packen
am Bahnhof in den nächsten Zug einsteigen 
und mit einer endlosen Reise 
nach Süden beginnen
– die großen Kämpfe sollen die anderen weiterführen –
sagt dem Lokführer
er soll nur fahren, nie anhalten
in diesen kalten Ländern 
und in den Großstädten
die nach Einsamkeit riechen
sobald die Morgensonne das Mittelmeer küsst
möchte ich erneut meine Jugendzeit umarmen
**

Nikolaus

Euch Kinder
habe ich Liebe mitgebracht
aus meiner Heimat Myra in der Türkei
Liebe – so warm wie das Mittelmeer
und so groß, dass es für alle reicht
Euch Kinder
habe ich Glück mitgebracht
als ein kleines Geschenk
von alten Festtagesabenden
die lachenden Kindergesichter
Euch Kinder,
habe ich Freude mitgebracht:
Schattenspiele von Karagöz
Märchen vom Glatzkopf Keloglan
lustige Witze von Nasreddin Hodscha
Euch Kinder
habe ich Frieden mitgebracht
vom Berg Ararat weiße Tauben
von der Ägäis grüne Olivenzweige

**
mit vierzig

Nie im Bett war uns so kalt wie jetzt
wir träumten nur von dem
was uns die Seele erwärmte
Im Himmel, der uns zudeckte
fehlten niemals die Sterne
So schweigsam waren wir nie
wir hatten viel zu erzählen
und redeten nächtelang
von der Philosophie, von der Revolution
und von der glücklichen Zukunft
Damals gab es die Wörter:
Verlieren
Irrtum
Alt werden
oder Sterben
nicht in unserem Wörterbuch
Nun haben wir Angst
vor der Zukunft
vor der Liebe
und vor dem Tod

Yüreğimizin Sesi

Sevgili Belinda,

sana ilk mektubumda yüreğimizin sesini dinlemeyi unuttuğumuzu yazmıştım. Bu konuyu biraz daha açmak istiyorum. Çünkü, yüreğinin sesini dinlemek, bir başka söylemle “yüreğiyle düşünmek,” özellikle sanat ve edebiyatla uğraşanlar için çok önemli. Bir düşünürün de dediği gibi “tüm büyük düşünceler yürekte doğar”. Büyük işlere imza atan bu “yürek”, göğsümüzde çarpıp duran ve bize hayat veren yumruk büyüklüğündeki o “güzel” organımız değil şüphesiz.

Nedir öyle ise yüreği ile düşünmek? Yüreği ile düşünmek, duyguları, önsezileri, bilinçaltını öne çıkararak düşünmektir. Bir başka deyişle buna usumuzun sınırlayıcı, uyumcu deneti-minden kurtulup özgürce düşünebilmek de diyebiliriz. İşte bunu başaramadan yeni düşünceler, yeni sanat yapıtları üretebilmek neredeyse olanaksız.

Belinda, usumuz bizi mantıklı, rasyonel olmaya, sıra dışı, cüretkar düşüncelerden, eylemlerden uzak durmaya çağırır, “uyumlu” bir insan olmaya davet eder. Oysa yüreğimiz ve bilinçaltımız isyankârdır, maceracıdır ve cüretkârdır. O / onlar, hep sınırları, kalıpları, putları yıkmak ister. O dağin ardını görmek isteyen meraklı bir çocuk, yaşadığı küçük göle sığmayıp okyanusa açılmak isteyen küçük kara balık, önüne çekilen setleri, barajları yıkmaya çalışan bir çağlayandır. Doğal ve toplumsal dayatmaların biçimlendirdiği bilincimiz ise, bizi hep rasyonel düşünmeye, doğaya ve topluma uyum sağlamaya davet eder. Bu “müdahale” biyolojik yaşamımızı sürdürmek için belki de zorunludur. Ancak müdahale hiçbir zaman “yaşam”la sınırlı kalmaz, sanatsal, edebi yaratıcılığımıza da yönelir. Resim yaparken fırçamıza şiir, öykü, roman yazarken kalemimize müdahale eder. Saçmaladığımızı, çocuklaştığımızı, işi abarttığımızı kulağımıza fısıldar durur. Eleştirmenlerin, “ustalar”ın bizi beğenmeyeceklerini, bizimle dalga geçeceklerini söyleyerek, “sınırların” ve “standartlar”ın dışına çıkmamızı engellemeye çalışır.

Ve sonuçta, Belinda, Hayyam’ın dizeleri bir gerçekliğin belgesi olarak yüzyıllar ötesinden yankılanır durur: “Öldük, dünyayı şaşkın bırakıp gittik; / Yüzlerce incimiz kaldı delinmedik. / Sersemliği yüzünden bilgisizlerin / Renk renk düşünceler, kaldı söylenmedik.”

Seni yüreğimle kucaklıyorum.

Mevlüt Asar

“Aşkın Halleri & Belinda’ya Mektuplar” Mektup II

“Alman Edebiyatından Esintiler”in Düşündürdükleri

M Akın Güre

Mevlüt Asar, bu yıl Ayvalık’a gelirken Türkiye’de yayınlanan iki şiir kitabını da yanında getirdi. İçinden geçtiğimiz karartılmış günlerin kasvetini dağıtmak istercesine, Ayvalık’ın parıltılı doğasına, aydınlığına ve mavisine çok yakışan güzel şiirleriyle geldi.
İki yıl önce onunla başka bir kitabı hakkında söyleşmek için Destek Tasarım Akademisi yöneticisi Ali Akdamar’ın önerisiyle Mevlüt’le bir araya gelmiştik. Dönemsel bir sırayla anılarını da katarak yaşadığımız çağın sorunlarını yaşadığı iki ülkenin siyaseti, kültürü, sosyolojisi ile harmanlayarak kendisinden dinlemiştik. İki ülkeli olmanın yarattığı sonuçları sorun ve avantajlarıyla bir arada yaşayan biri Mevlüt. Bu iki ülkeyi iki lisanı ile yurt edinmiş olmak ve bu durumdan bir olumlama çıkarabilmek onun kimliğinin bir başarısı olsa gerek. İşte bu nedenle ki Mevlüt’ün yazılarını, öykülerini ve şiirlerini hep merak etmiş, okumaktan keyif almışımdır.
Yaşadığımız çağın ritmine, çelişkileri ve birleşimleri ile renk katan bir uğraşıdır bu. Okuyanı düşünmeye yönelten hoş deneyimler ve duygular yaşatır; görmeye, anlamaya, farklı olmaya zorlar insanı. O lirik bir şairdir. Ama gerçekçidir ve toplumsal yaşamın içinden seslenir size. Şiirlerinde Sözcükler, imgeler sadece lirizme yönelik bir coşkudan ibaret değildir; daha adil bir dünyayı ararken, kötülerden arınmış, iyilerin egemenliğinde bir geleceği arının peteğini doldurması gibi anlatır durur.
Şiirin bir değiştirme gücü de vardır. İçindeki birikimi sözcüklerle, imgelerle iletir, şiir bir köprü olur başkalarına. Bu nedenle şiir okunmak için vardır, etkileyici bir iletişim aracıdır. Şiirin yaratım süreci zorluklarla, gerilimlerle doludur. Düşlerinde yalnız kalmak şairi yıldıramaz. Mevlüt için de geçerlidir bu. Sakin duruşunun yanında kaya gibi inatçı bir doğruculuğu vardır onun. Okuduğum son kitabından şu dizeleri çok beğendim örneğin: “Geldim Güneş parlak Toprak sıcak Su serin Zaman sonsuz Dünya güzeldi Kaldım. An gelir Güneş solar Toprak soğur Su donar Dudak kurur Düş kalır.”
Mevlüt Almanya’da yaşarken dilini geliştirmek için büyük bir çaba içine girer. Başta mesafeli ve tepkilidir Almancaya. Ancak edebiyat konu olduğunda dilin gücü onu etkiler, kendine çeker. Dile hakimiyeti, ustalığı çevirmenlik için kazandığı yetkilendirme düzeyine taşır başarısını. Edebiyat alanında yaptığı çeviri şiirleri ilk zamanlar çıkardıkları Dergi isimli bir yayınla okuyucu ile buluşur.
İki dili boşuna yurt edinmemiştir. Onun gibi birinin yapacağı çeviriler bu nedenle anlamlıdır. Üstelik konu şiir olduğunda bu işin üstesinden gelmek hayli zor bir iş olsa gerek. Onun Alman edebiyatından yaptığı şiir çevirilerini onunla tanıştığımdan beri sosyal medyadaki paylaşımları üzerinden okur dururum. Geçen yıl Ören’de benim de katıldığım bir şiir okuma etkinliğinde alman şiir çevirilerini ağzından dinlerken keşke bunlar bir kitaba dönüşe diye aklımdan geçirmiştim. Şimdi okuyacağınız kitabın haberini aldığımda bu yüzden çok sevindim.
Bir edebiyat eleştirmeni olmasam da iyi şiirden anlayan biri olarak arkadaşımı tebrik etmek isterim. Bu küçük seçki bence kendi dalında örnek alınacak bir çalışma sayılmalıdır ve epey beğeni toplayacaktır. Alman edebiyatının Goethe gibi kurucu isimlerinden başlayıp örneğin benim çok sevdiğim İngeborg Bachmann gibi sıkı Şairleri içine alan, modern Alman şiirinden henüz hayatta olan iyi Şairleri bize tanıtan bir çok örnekle dolu bir kitap. Böyle bir şiir çeviri kitabı Türkiye okurları için büyük şans diye düşünüyorum.

Ayvalık, 29 Temmuz 2020

hatırlamak direnmektir

“Yaşamı geriye bakarak anlayabilir, fakat ancak ileriye bakarak yaşayabiliriz.” Søren Kierkegaard

Sokaklarda, caddelerde, alışveriş merkezlerinde yorgun, üzgün, kızgın, küskün, her şeyi unutmuş ya da unutmak için tüketen insanlar… Birbirine değmeyen boş, anlamsız, umutsuz ya da kızgın bakışlar… Bu durumu gördükçe, ey Sevgili insan, cesaretin nerede kaldı? Seni bu denli kim yordu? Gözlerindeki ışık nerede? Kim senin gönlünü kuruttu, gülüşünü soldurdu? diye yüksek sesle bağıra bağıra sormak geçiyor içimden.

Sadece sokaktaki insan mı? Okumuş yazmış, akıllı ve aydın (ben de dahil) birçok insan da, içinde bulunduğumuz durumdan etkilenerek, bedbinliğin, umutsuzluğun, çaresizliğin yarattığı küskünlük ve kızgın bir ruh hali sergiliyoruz. Bilimle, bilgiyle her şeyi açıklayabileceğimizi, topluma ve doğaya müdahale ederek, yönlendirebileceğimizi sanıyor, bu gerçekleşmeyince de karamsarlığa düşüyor, her şeye, herkese, özellikle de “halk”a kızıyor, küsüyoruz. Oysa bu ruh halinin ne kendimize ne de toplumsal gelişme ve barışa bir yararı var…

Marks’ın bile anlamakta, açıklamakta zorlandığı, farklı bir “toplum” ve “ülke”de yaşadığımızı, karşımızda “takiye”, “tevekkül”, “kadercilik”, “teslimiyet”, “şehitlik”… gibi aşılması, yıkılması çok zor “değerler” ve “inançlar”la ve bunları sürekli yeniden “üreten” bir devletle / sistemle karşıya olduğumuzu unutuyoruz.

Totaliter, faşist iktidarlar, insanları sürüleştirmek için ellerinden gelen her şeyi yapar, terör dahil her türlü olanağı kullanır. Hatırlayan, sanatı, edebiyatı seven insanlardan hiç hoşlanmaz. Onları etkisizleştirmek için korkunun ve güvensizlik duygusunun egemen olması sağlar. Sürüleştirmenin en kolay yolunun, insanları kendine, birlikte yaşadığı insanlara, içinde yaşadığı topluma ve ülkeye yabancılaştırmak, kişisel ve toplumsal belleğini karartmak olduğunu bilirler. Geçmişte güzel olan, iyi olan, sağaltıcı olan, insanca olan ne varsa silmeye çalışarak, yerine kendi kodladıkları “değerler”i yerleştirmeye çalışırlar.

İçinden geçtiğimiz bu sancılı, acılı dönemi aslında bir tür “kriz” dönemi olarak görmek gerekiyor. Her toplumsal kriz, doğum gibi sancılıdır, bu sancılar kimi zaman çok daha ağırdır, uzundur. Bu krizi bir “felaket” olarak görmek yerine, onu geleceği kurmak için bir şans olarak görmek belki de en akıllı yol. Aklımızı, yüreğimizi ve belleğimiz kullanarak, bu karanlık dönemi geçip ışığa ulaşabiliriz. Bunun için tünelin gerisinde bıraktığımız güzel şeyleri, güzel zamanları unutmamamız, belleğimizde sımsıkı saklamamız gerekiyor.

Belleğimiz sadece kendi deneyim ve birikimlerimizin değil, insanlığın birikimlerinin de saklandığı bir arşivdir. Anılar ise, zamanın yok edici gücüne karşı direnen granit taşlardır. Güzel anılar ise, kimsenin bizi kovamayacağı tek cennettir. Çocuklar ışığı yetişkinlerin gözlerinde ararlar. Bizde önce gerçeğin aramalı, onu gözlerinin içine bakarak, ışığın nerede olduğunu bulmaya çalışmalıyız. Unutarak, küserek,insandan, ülkeden kaçarak, kin ve nefret duyguları ile ruhumuzu zehirleyerek değil. Aksine unutmayarak, inadına hatırlayarak: Çocukluğumuzu, kentimizi, mahallemizi, komşularımızı, arkadaşlarımızı, sevgiyi, aşkı, romantizmi, özgürlüğü unutmayarak…

Bizden öncekilerden bize kalan, gençliğimizde ödün vermeden savunduğumuz değerleri, idealleri: haktan, doğrudan, güçsüzden, ezilenden yana olmayı, dayanışmayı saygıyı, hoşgörüyü, alçak gönüllülüğü, dik durmayı, onurlu unutmayarak…

Bahçelerden çaldığımız,elmanın, armudun, kaysının, cevizin tadını hatırlayarak. Gençliğimizde çocukluğumuzda yediğimiz hormonsuz, genleri ile oynanmamış domatesin, salatalığın, kavunun, karpuzun damağımızda kalan tadını yeniden hissederek…

Bunlar hayatın acı gerçeklerini perdelemek için söylenmiş tatlı sözler değil. Yaşama sevinci, umut ve geleceğe güven kendiliğinden var olan, bize karşılıksız sunulan şeyler değildir. Onları kaybetmemek için, günlük yaşamın telaşı ve yüzeyselliğinden sıyrılmalı, tüm zorluklara karşın onları belleğimizde ve kalbimizde saklamalıyız. Yitirmemek için, sanata, edebiyata ve yaralarımızın nerede olduğunu, acılarımızın nedeni bilen, yaralarımıza duyarlı bir empatiyle dokunarak, onları sağaltacak güzel insanlara, bilge kişilere, sanatçılara daha çok sarılmalıyız.

Duisburg, Aralık 2017

Mevlüt Asar

aşkın dirilişi


Bild/ Resim: Der Kuss – Gustav Klimt
Şair, Aşk'ı etkin söz dağarcığından sileli yıllar olmuştu. Kurumaya yüz tutmuş, edilgen sözcükler arasında onun bir gün yeniden yeşereceğini, yazdığı metinlerin baş sözcüğü olabileceğini hiç düşünmemişti. İlk kez o kadınla karşılaştığında Aşk‘ın atıldığı eskimiş sözcükler yığını arasında hafifçe devindiğini, nefes alıp vermeye başladığını belki de sezinlemiş, ama önemsememişti.
Bir süre sonra o kadınla tekrar görüşüp yüz yüze konuştuklarında Aşk'ın canlanıp beynindeki aktif sözcükler arasına girdiğini, kendi kendine sorduğu “âşık mı oluyorum?” sorusuyla anlamıştı. Unuttuğunu sandığı o üç harfli sözcük bilinç altından bilincine çıkmıştı. Aşk sözcüğü ile yeniden karşılaşmak onu hem heyecanlandırıyor hem de korkutuyordu.
O kadınla bir başka gün buluşup baş başa kaldıklarında korktuğunun başına geldiğini, öldü sandığı Aşk'ın yeniden dirildiğini hiç bir şüpheye yer kalmayacak şekilde anladı. Evet, Aşk yeniden yaşama dönmüş, unutulmuş sözcükler mezarlığına geri gömülemeyecek kadar canlanıp güçlenmişti. O telaffuz etmekten kaçındıkça, aşk bir yolunu bulup tümcelerin içine, satır aralarına giriveriyordu.
Aşk’ın yaşayan söz dağarcığına taşınmasıyla birlikte, diğer sözcüklere yeni bir koku yeni bir renk geldiğini şaşırarak algıladı.Ürettiği tümceler daha canlı daha yaşam dolu daha tutkuluydu. Aşk’a direnmekten vazgeçti, çünkü Aşk'tan kaçış yoktu.O kadını düşündükçe duyguları ve dili Aşk’ın karşı konulmaz gücüne teslim oldular. Duygularına, diline koyduğu sansürü kaldırdı. Ve Aşk beynindeki, dilindeki tüm sözcüklerin başına geçti.
Kadınla üçüncü kez buluştuklarında, aşk tüm zorbalığı ele alıp “Beni yaşayacaksın, beni yazacaksın” diyerek kendisinden kurtuluş olmadığını kesin olarak ilan etmişti bile. Artık,Aşk’ı yeniden yaşamaktan, yeniden yazmaktan başka çaresi yoktu. Aşkın, onu boş bir sözcük olmaktan kurtarması, yeni bir anlam, yeni bir içerik kazandırması için gece gündüz bilincini baskı altına almaya başladı. Evet, âşık olmak onu korkutuyordu,fakat yeniden âşık olabildiğini görmek ve Aşkı yeniden yaşamak onu için için mutlu ediyordu. Aşk’ın geçmişteki tüm bağlamlarından kopmuş, yeni ve boş bir sayfa olarak önünde durması şairi ayrıca kışkırtıyordu. Yaşamdaki tek kutsal gerçeklik olan Aşk’ı yepyeni öz ve biçimle yazabilmesi, edebi yeteneğini ortaya koyabilmesi için bu belki de son bir şansıydı. Bu şansı kaçırmamak gerektiğini düşündü. Yazacağı, mutlaka yeni, farklı bir Aşk olmalıydı.
Ancak şair, bir süre sonra Aşkı yazamayacağını üzülerek ve büyük bir hayal kırıklığıyla anladı. Aşk, kendini yazdırmıyordu. Yaşadığı Aşk'ın yolu, yönü belirgin değildi. Her şey a-çıktı, Aşk'ın nasıl gelişeceğini, nasıl sonuçlanacağını bilmesi hatta sezinlemesi bile olanaksızdı. Bunları belirleyecek olan yalnızca Aşk’ın kendisiydi. Yani şair Aşk'ı değil, Aşk şaire kendini yazdıracaktı. Bu acı gerçeği görmek şairi korkuttu, ancak başka hiçbir seçeneği yoktu. Kendini ve kalemini Aşk’a teslim etti…

Mevlüt Asar
(Aşkın Halleri, Neziher Yayınları, İlk basım: Eylül 2016)

Gün Gelir / Es kommt der Tag…

Gün gelir
duvar yıkılır
su akar
yürek arınır
sevgiye su yürür
her yer bahar olur

Gün gelir
karanlık dağılır
güneş yükselir
insan uyanır
umut gerçek
yaşam bayram olur

Gün gelir
güvercin uçar
kavga biter
barış kurulur
şiir izne çıkar
ben sana gelirim

© Mevlüt Asar
***
Es kommt der Tag…

Es kommt der Tag, an dem
Die Mauern stürzen,
Die Wasser fließen,
Die Herzen rein werden,
Die Liebe ersprießt
Und der Frühling überall anbricht.

Es kommt der Tag, an dem
Die Dunkelheit sich auflöst,
Die Sonne emporsteigt,
Der Mensch erwacht,
Hoffnungen wahr werden
Und das Leben ein Fest wird.

Es kommt der Tag, an dem
Die Taube fliegt,
Der Kampf aufhört
Und Frieden herrscht.
Die Dichtung geht auf Urlaub,
Und ich komme zu dir.

© Mevlüt Asar

Alman Edebiyatından Esintiler

Sunuş

Almancayı, Almanya’ya geldikten sonra yani 28 yaşımda, “yabancı dil” olarak öğrenmeye başladım. Başlangıçta, Nazilerin de dili olan Almancaya duygusal bir yakınlık duyamadım. Ancak Köln Üniversitesi’nde katıldığım Almanca derslerindeki öğretmenin yetkinliği ve kendi gayretim sonucunda, kısa sayılacak bir sürede üniversitede öğrenim yapacak düzeyde öğrendim. “Yeni bir dil yeni bir insan,” diye boşuna dememişler. Almanca benim dünyamı, dünyaya bakışımı değiştirdi, bana kültürel, yazınsal ve hatta zihinsel olarak çok şey kattı. Ve Almancanın benim için ikinci bir “yurt” olacağını anladım. Alman edebiyatı ile daha çok ilgilenmeye başladım.
Özellikle Nazi döneminde yasaklanmış, kitapları yakılmış, sürgüne, intihara sürüklenmiş yazarları, şairleri okudukça Almancayı daha çok sevmeye başladım. Almanca bilgimi sürekli geliştirip derinleştirerek Münih Ludwig Maximilian Üniversitesi’nden “Almanca Diploması” ve
Düsseldorf Sanayi ve Ticaret Odası’ndan “devletçe tanınan çevirmen” sertifikası aldım.
Almancada kendimi daha yetkin hissetmeye başladıktan sonra, okuyup sevdiğim Alman şairlerin, yazarların kimi şiirleri, kısa öykülerini; bazı düşünürlerin kimi notlarını, aforizmalarını Türkçeye çevirmeye başladım. Çevirdiğim şiir ve düz yazıların bir kısmı Almanya’da ve Türkiye’de çıkan bazı dergi ve gazetelerde yayınlandı. Elinizdeki kitaptaki şiirler, uzun yıllar boyunca yaptığın çevirilerden bir seçkidir.

Basım Tarihi:Haziran 2020
Basım Yeri:Türkiye / İstanbul
Yayınevi :Kanguru Yayınları
Basım Dili:Türkçe
Orijinal Dil:Almanca
Sayfa Sayısı:112
ISBN:9786051752723

Gün Gelir

şiir üzerine
“Şiir tarihsel, toplumsal, kültürel, estetiksel ve dilsel bir dizgedir. Bu bağlamda şiir; onu yaratan toplumun hem aynası hem de insanlık kültürüne olan katkısıdır. Şiir sanatı; çirkini güzele, kötüyü iyiye, karamsarlığı iyimserliğe, umutsuzluğu umuda dönüştürebilen bir çeşit büyücülüktür.


Şiir, sadece belli insanların, şairlerin tekelinde değildir. Ancak şiirle uğraşan herkes de “şair” değildir. Şair, dış dünyadan (toplumdan) edindiği bilgileri kendi süzgecinden geçirerek öznele dönüştürür. O halde şiirin/sanatın bir toplumsal boyutu vardır ve toplumsal gerçeklikten bağımsız değildir. Yani şiir aslında bir “gerçeğe” dayanır. Gerçeklerden kopup, özneye ya da öznele sığınmak şairi metafiziğe, gizemciliğe götürür. Ancak çok gerçekçi olan
bir şiir de ölü doğmuş bir şiirdir.


Sanatın ve şiirin toplumsal boyutu sanatçıya/şaire ve şiire kaçınılmaz bazı görevler, sorumluluklar yükler. Sanatın birincil görevi insanları kendine yabancılaşmaktan kurtarmaktır. Bunun için de yalnız toplumsal bozuklukları
belgelemek, göstermekle kalmaz, çözüm yolları da ima eder. İnsanlarda dünyayı değiştirme, daha güzel bir dünya kurma özlem ve istemini güçlendirir.

Evet şiir okuyanı varsa şiirdir. Ama her okuyucu tarafından anlaşılmak bir şiirin iyi şiir olduğunu göstermeyeceği gibi; bazı okurlar tarafından anlaşılmaması da o şiirin kötü bir şiir oluğu anlamına gelmez. Şiir, okurun karşısına çıktığı anda, artık o şiirin yaratıcısı olan şair devreden çıkar.” (Sunuş yazısı)

Basım Tarihi:Haziran 2020
Basım Yeri:Türkiye / İstanbul
Yayınevi:Kanguru Yayınları
Sayfa Sayısı:64
ISBN:9786051752716
%d blogcu bunu beğendi: