Yaşlanma ve Değişen Duygular

Hadi yaşlandıkça demeyelim, ama yaş ilerledikçe insan hem fiziki, hem ruhsal hem de duygusal olarak değişiyor. Uzmanlar bunu hormonal, kimyasal değişikliklere yoruyorlar. Değişim /değişiklik sadece bunlarla kalsa iyi. Düşünceler, bakış açısı, tutkular, alışkanlıklar da değişiyor. İnsan kendini tanımakta bile zorlanıyor. Ve “neydim ne oldum” sorusu yerini “ne olacağım”a bırakmaya başlıyor…

Bu değişimden etkilenen sadece biz olmuyoruz, birlikte yaşadığımız insanlar, eşimiz, çocuklarımız, arkadaşlarımızda etkileniyorlar. Bizi tanımakta ve anlamakta zorlanıyorlar. Eski baba, eş, arkadaş gidiyor, onu yerini huysuz, hırçın, mutsuz hatta hoşgörüsüz bir “yaşlı adam” alıyor…

Özellikle 40 – 45 yıl birlikte olduğunuz, hayatınızın en değerli yıllarını birlikte geçirdiğiniz, hayatın zor ve güzel yanlarını birlikte aştığınız, mutlu, acı anları, zaferleri yenilgileri birlikte tattığınız kadınla, eşinizle, sevdiğinizle aranızda başlayan “sorunlar” zaten tadı tuzu azalmış olan yaşamı ikinize de dar edebiliyor.

Bunu üstesinden gelmek için kendinizi anlatmaya, onun sizi bu “değişmiş haliniz”le kabul etmesi gerektiğine inandırma çabalarınız işe yaramıyor. Bu yeni ve acı gerçeği bir türlü kabullenmiyor, sizi 40 yıl önceki halinizle görmek istiyorlar…

Ancak ben bu konuda ümidimi kaybetmiş değilim. Bu gerçeği anlatacak, onun beni anlamasını sağlayacak yeni sözler bulacağıma inanıyorum. Bu konuda diğer şairler, yazarlardan yardım alabileceğimi düşünüyorum. Onlardan birin şu söyledikleri, kulağıma oldukça iyi geldi:

“Seninle aramıza bir köprü kurmak isterim, harcı sevgi v e güvenle karılmış, yalnız iki kişilik bir köprü. Geri kalan ömrümü senin birlikte yürümeye hazırım. Seninle bir gülmek, ama yeri gelince hüzünlenmek ve ağlamak isterim. Arada bir de ciddi ciddi tartışmayı, hayat ve dünya üstüne felsefe yapmayı da. Her an olmasa bile, yeri ve zamanı gelince teninin sıcaklığını duymak, san şefkatle koynuna sokulmak ve öpmek isterim. Gençlik günlerinde olduğu gibi hareketli ve erotik olmasa bile… “

Ayvalık, Haziran 2021

Mevlüt Asar

Paylaşmak mı, vermek mi? *

(…)

Paylaşmak eyleminin arka planında sosyal, ahlaki hatta ideolojik bir yüklenme olduğu muhakkak. Uzlaşmaz iki kutup gibi duran İslam ve Marksizm farklı amaçlarla da olsa ‘paylaşmak’tan yana. Paylaşabilen insan daha sosyal daha ahlaklı bir insandır. Buna bir itirazım yok.

Ancak, konuya yazar-okur ilişkisi bağlamında duruma bakarsak, söz konusu olan bir paylaşma değil belki de bir alışveriştir. Aslında yazar kendinden vererek eksilir, eksilenin yerine yenileri doldurmak, “ Yaratmak” zorundadır. Okuyucunun ise – alabildiği oranda- ruhsal dünyası zenginleşir, yaşama ilişkin bilgisi artar. Demek ki burada bir veren (eksilen) bir de alan (çoğalan) söz konusudur. Ve insan paylaşabildiğince değil ‘karşılık beklemeden’ verebildiğince daha çok ‘insan’dır.

Bu bağlamda iki tür insan vardır: (daha çok) veren insanlar ve (daha çok) alan insanlar. Ve insanlık tarihine baktığımız-da adı ölümsüzleşen tüm “büyük” adamlar/kadınlar, bir inanç, bir düş, bir sevda veya bir tutku uğruna bir ömür veren, yaşadıkları dönemin günahlarının ‘bedelini’ yaşamlarıyla ödeyen in-sanlardır. Hatta klasik dünya edebiyatının o unutamadığımız kahramanları da bir şeyleri ‘paylaşan’ insan tiplerinden çok koşulsuz, hiç bir karşılık beklemeden kendilerinden veren kişiler değil midirler?

Peki, sevgi ve aşk için “paylaşmak” hangi anlamı taşır, sevgi ve aşk paylaşılabilir mi? Onu paylaşanları çoğaltır mı? Sevgi ya da aşk iki taraflıysa bence evet. O zaman sevgi azalmaz, tersine karşılıklı olarak çoğalır. Çoğalan sevgi taşar sel olur, nehir olur denizlere, okyanuslara karışır, yağmur olur insan-lığın yüreğini sular. Ancak “tek taraflı” yani “karşılıksız” ise seveni tüketir, Mecnun eder, çöllere düşürür, Kerem gibi yakar.

Gerçek büyük adamlar/kadınlar ve büyük sanatçılar sadece bir tek insan, örneğin sevdiği için veya ‘büyük insanlık” için yahut da edebiyat için, sanat için, bilim için yanmayı göze alabilen insanlar arasından çıkmıştır. İşte onlardan biri, büyük şair bak nasıl haykırmış:

”… Ben yanmasam / sen yanmasan / biz yanmasak,/ nasıl /çıkar / karan- / lıklar /aydın-/lığa… (N. Hikmet)

Mevlüt Asar

*) “Aşkın Halleri & Belinda’ya Mektuplar”, Neziher Yayınları, Eylül 2016

YALNIZ İNSAN

İçinde yaşadığı baskıcı toplumun dayattığı “kollektif kimlik”e direnerek, kendine özgü bir “kimlik” edinen insanların, sonunda “yalnız” kalmaları kaçınılmaz bir olgudur. “Yalnızlık duygusu” ise herkesin hoşlanacağı bir duygu olmadığı gibi, çoğu insanın dayanamadığı, katlanamadığı bir durumdur. Bu nedenle neredeyse hepimiz yalnızlıktan bir şekilde kaçmaya çalışırız.

Aslında bu “kaçış”, bir çeşit kendimizden kaçıştır! Çünkü “yalnızlık” kendi kendiyle yüzleşme, kendi karanlıklarına inme, kendi aslını keşfetme “risk”ini birlikte getirir. Bu riske girmekten ve kendi kendimize yetememekten korkmak, yalnızlıktan kaçış için anlaşılır bir nedendir.

Bu “korku”yla baş edebilmek için, “yalnız”lığın insanı olgunlaştıran, geliştiren ve kendini yeniden “yaratma“sına olanak sağlayan bir durum olduğunu anlamak / yaşamak gerekiyor. Yalnızlığa katlanabildiğimiz, kendi kendimize yetebildiğimiz oranda başkalarına “bağımlı” olmaktan da kurtuluyoruz. Böylece daha özgür ilişkiler kurabiliyor, daha özgürce sevebiliyor hatta aşık olabiliyoruz. Tabii “ayrılık”ları da daha az yara bere alarak, mutsuzluk girdabına sürüklenmeden atlatabilmek şansını kazanıyoruz.

Bilmem yanılıyor muyum?

%d blogcu bunu beğendi: