Edebiyatta Kendini ve Haddini Bilmek

Daha önce de yazdım sanıyorum, ben “kendini” ve “haddini” bilmenin bir erdem olduğuna inanan insanlardanım. Övünmek, kendini olmadığı, hak etmediği yerlerde görmek bana yabancı olan şeylerdir. Tanıyanlar bilir, övülmekten, teveccühten bile sıkılır, utanırım. Kendini ve haddini bilen bir insan mütevazi bir insandır, yaptıkları, yazdıkları ile övünmez, başkalarının ya da arkadaşlarının başarılarını kıskanmaz, aksine olardan sevinç ve gurur duyar.

Bu bağlamda ben kendimi her zaman, sınırlı sayıda okuru, takipçisi olan sıradan bir yazar, ortalama bir kültür-sanat insanı gördüm. Bilgim, aklım, görgüm ve dilim yettiğince iyi şeyler yapmaya, yazmaya çalıştım. Bunda ne derece başarılı olduğumu, benden geriye bir iz kalıp kalmayacağını zaman gösterecek.

Kendisine yazar, şair sıfatını yakıştıran ya da okurlar tarafından bu sıfat ile payelendirlen herkes böyle midir? Elbette değil! Türkiye’de, Almanya’da ünlü ünsüz birçok şair ve yazar tanıdım. Kimi “büyük” yazar ve şairleri tanıyınca hayalkırıklığına uğradım, kim ünsüz yazar ve şairin ise bilindiğinden, göründüğünden çok daha değerli olduğunu öğrendim.

Kimi beğenilen, sevilen şairler, ünlü yazlar ile kimi “seçkinci” eleştirmenler, okurlar, edebiyatın sadece belli bir grubun tekelinde olduğunu düşünür. Edebiyat arenasında sadece kendilerinin at koşturabileceğine, kendi sözlerinin geçerli olduğuna, kimin yaşamaya, kimin ölüme mahkum olduğuna kedilerinin karar vereceğine inanırlar. Yeni kalemlere, yeni seslere gözlerini, kulaklarını tıkarlar.

Ben, sevgili Fakir Baykurt’un, kendinden önceki değerli insanların ona el vermesi kanat germesinin bir karşılığı olarak, el verdiği, kanat gerdiği bir insanım. Fakir Hocam, içinde bir nebze de olsa yetenek ve birikim olan, kadın erkek herkesi önce okumaya sonra yazmaya teşvik etti. Onların öykülerinin, şiirlerinin, kitaplarının yayınlanmasından hiç gocunmadı, aksine kıvanç duydu. Onun bize bıraktığı Duisburg Fakir Baykurt Edebiyat İşliği ve Kahvesi’ni yönetirken onun gösterdiği yoldan gittim. Yetenekli, tutkulu arkadaşları yazmaya ve yazdıklarını okura ulaştırmaya teşvik ettim, destekledim. İçlerinde ben den daha çok kitap yayınlayanlar, beni sollayıp geçenler oldu , ben de hiç gocunmadım, onlarla birlikte sevindim.

Buna karşılık yakın sayılacak ilişkim olan kimi yazar şair arkadaşların, bana ya da benim gibi “kendini” ve “haddini” bilen, mütevazi yazarlara şairlere “yokmuş” gibi davranmaları karşında, zaman oldu kırıldım, zaman oldu şikayetlendim. Ancak artık bunu yapmıyorum, sadece, ben de mümkün olduğunca onlardan ve yazdıklarından uzak duruyorum. Ama hiçbir zaman onlara “yokmuş” gibi davranmıyor, gösterdikleri başarılar, kazandıkları ödüller için onlar ve edebiyatımız adına seviniyorum.

Ayvalık, 22 Ağustos 2021

Mevlüt Asar

Edebiyat Pazarı

Kendini doğuştan şair, öykücü, romancı olarak gören ya da bunu alın teriyle elde etmiş “ünlü” yazarlar ve şairler, “piyasa”daki şair ve yazar sayısının artmasından, özelikle de “hayranları” ve okurları arasından “edebiyat pazarı”ndan pay koparacak rakipler çıkmasından pek hoşlanmazlar…

Benim, yazdıklarımı, kitaplarımı okuyanlar bana “şair”, “öykücü”… gibi sıfatlar yakıştırabilirler, bu onların bileceği bir iştir. Ancak ben kendimi hiçbir zaman şiir yazıyorum diye “şair”, öykü yazıyorum diye “öykücü” olarak tanıtmaya ya da öyle satmaya çalışmadım. Beni şahsen tanıyanlar, hiçbir zaman ün veya statü peşinde olmadığımı, bir başkasına “şair” veya “öykücü” olarak tanıştırıldığımda ne kadar sıkıldığımı, mahcup olduğumu bilirler…

Ben kendimi – hem Almanya’da hem Türkiye’de sıradan bir “yazar” olarak görüyorum. Yazdıklarımın “ünlü” yazar ve şair arkadaşlar, eleştirmenler ya da okurlar tarafından beğenilip beğenilmeyişinin, onların “gerçek değeri”ni artırmayacağını veya eksiltmeyeceğini düşünüyorum. Kısacası ben ne olup olmadığımı ve niçin yazdığımı iyi biliyorum. Bu bağlamda, çok rahatım.

Mevlüt Asar

Ayvalık: Zeytinin Gölgesinde Bir Sanat ve Edebiyat Diyarı

Edebiyatçı ve sanatçılar çoğunlukla çocukluğunun, ilk gençliğinin geçtiği coğrafyanın, kentin “ürünüdür. Sonuçta her yazar ve şair kenidini yazar, kendini anlatır. Yazarların yazdığı romanlarda öykülerd ve şairlerin yazdığı şiirlerde yaşadıkları coğrafyanın izlerini sürmek, hissetmek mümkündür. Bu bağlamda “coğrafya”, sadece fiziki bir bölge oranın doğası değil, insan dokusunu, dilini, kültürünü ve tarihini içeren bir kavramdır. Bana göre bir coğrafya tüm bu açılardan ne denli zenginse, orada sanatın, edebiyatın gelişme şansı çok yüksektir.

Ege Coğrafyası işte böyle bir coğrafyadır. Avrupa kültürüne kaynaklık eden uygarlıkların, sanatın, felsefenin, dünyanın ilk edebi yapıtları sayılan Homeros Destanları’nın burada ortaya çıkmış olması bir rastlantı değildir. Bin yıl önce bu güzel coğrafyaya yerleşmiş olan atalarımız her ne kadar bu coğrafyanın kültürel, sanatsal, edebi mirasına sahip çıkmamış olsalar da bunlardan en azından yaşam kültürü açısından bilinçsiz ya da bilinçli bir şekilde etkilenmişler, kimi kültürel ögeleri, estetik güzellikleri kendi yaşamlarına entegre etmişler…

İyi ki de etmişler! Çünkü bu nedenledir ki, Türk edebiyatına, Türkiye’nin entelektüel, düşünsel birikimine katkıda bulunmuş hatta damgasını vurmuş bir çok yazarın, bu coğrafyanın ekonomik, kültürel ve sanatsal anlamda başkenti olanİzmir’le ilişkisi vardır. Kimi orada doğmuş, büyümüş, kiminin yolu oraya düşmüş ve orada yaşamıştır: Halit Ziya Uşaklıgil, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Reşat Nuri Güntekin, Halikarnas Balıkçısı, Necati Cumalı, Şükran Kurdakul, Samim Kocagöz, İlhan Selçuk, Attilâ İlhan, Necati Cumalı, Mustafa Şerif Onaran, Tarık Dursun K., Metin Altıok, Hüseyin Cöntürk, Ahmet Cemal, Ali Gevgilili, Abbas Sayar, Şakir Eczacıbaşı, Didem Madak, Alev Coşkun, Yılmaz Özdil, Ertuğrul Özkök, Ece Temelkuran, Yüksel Pazarkaya, Hüseyin Yurttaş, Atillâ Dorsay… bu bağlamda ilk akla gelen isimlerdir. (*)

Aynı şeyi, Kuzey Ege’de küçük ölçekli bir İzmir sayılabilecek Ayvalık için de söylenebilir.

Ayvalık adını Türkiye’ye zeytin ve zeytin yağı ile duyurmuş olmasına karşın, aslında bir kütür-sanat beldesidir. Geçmişte olduğu gibi hem kendi içinden sanatçılar, yazarlar çıkarmayı hem de İstanbul’dan, Ankara’dan bir çok sanatçıyı, yazarı, kültür insanını, gazeteciyi kendine çekmeyi sürdürüyor: Metin Eloğlu, Salah Birsel, Uğur Mumcu, Hıfzı Topuz, Doğan Hızlan, Oktay Akbal, Cevat Çapan, Oktay Rifat, Necati Cumalı, Sabahattin Ali, Fethi Naci, Abbas Sayar, Pınar Kür, Emin Özdemir, İlber Ortaylı, Bekir Coşkun, şair Gültekin Emre, Mevlüt Asar… gibi şair, yazar ve gazeteciler; Orhan Peker, Fikret Mualla, Teoman Manâcıoğlu, Burhan Yıldırım, Bedri Karayağmurlar, Arif Aşçı, Fuat Çağatay, Ayşın Özen… gibi sanatçı ve ressamlar; Müzikolog Filiz Ali, dört yıl önce kaybettiğimiz, tasarımcı, şair Uğur Bilge, kuratör ve sanat danışmanı Selçuk Kaltalıoğlu, sanat uzmanı, şehir planlamacısı, tasarımcı Ali Akdamar, film Yönetmeni Zafer Par, sinema ve tiyatrocu Yıldırım Yanılmaz… gibi isimler, Ayvalık’ı kendilerine yurt tutmuş ya da yolu Ayvalık’a düşmüş, Ayvalık’ta yaşamış kişilerden sadece bazılarıdır.

Rahmetli Ahmet Yorulmaz ile “Türkçenin Kraliçesi” olarak da bilinen Feyza Hepçilingirler en tanınmış Ayvalıklı yazarlar. Şair Turgut Baygın; yazarlar Esme Aras, Aysun Kara; ressam ve sanatçılar, Arif Buz, Hakan Urul, Mustafa Sevinç, Muhittin Karakuş; tiyatrocular Enver Öksüz, Nevran Yıldız, senarist, tiyato yönetmeni Nail Pehlivan… ve adını anımsayamadığım birçok genç insan Ayvalıklı yeni kuşak sanat ve edebiyat temsilcileri…

Tüm bu değerli insanlar Ayvalık için bir kazanım bir zenginlik olduğu kadar, Ayvalık da onlar için yaratıcılıklarını, yazarlıklarını teşvik eden, kamçılayan, ürettikleri yapıtlara malzeme ve mekan olan bir kenttir. Bu karşılıklı dinamik “ilişki” ve “alışveriş”, “Zeytin-Rakı ve Balık” imajını düzelterek Ayvalık’ı gerçek anlamda Kuzey Ege’nin kültür sanat başkenti yapacak bir potansiyel ve enerji oluşturuyor.

Kent yönetiminin ve kent halkının bu “potansiyel”in farkında olması ve kullanılması içi gerekli koşulların, kanalların ve ağların oluşmasına ortam sağlanması için gayret etmesi Ayvalık’ın gelecekte sadece Zeytin ve Zeytin yağı ile anılmayacak bir “marka” olması için çok önemlidir. Son zamanlarda, “Şiir Ayvalık’ta” gibi yılda bir kez ve sadce bir güne sığdırılan etkinliklerin yanında daha kalıcı projelere yönelen gelişmeleri görmek Ayvalıklı yazar ve sanatçılara umut vermektedir. Devamının gelmesi dileğiyle…

Ayvalık, 17 Ağustos 2020

Mevlüt Asar

*) RECAİ ŞEYHOĞLU’nun “Ayvalık” adlı makalesinden alınmıştır.

edebiyat dersi / Literaturstunde

© UNICEF/DT2017-58675/Ursula Grass
günaydın sevgili çocuklar
bugün yanımda ne ders kitabı
ne sınav kağıdı ne not defteri
masamda bıraktım hepsini

yüreğimde yaşam sevici
omuzumda kırkbeşlik bir ömür
elimde bir demet şiir
çıktım geldim sınıfa

matematik, fizik, kimya
biyoloji, tarih, coğrafya
elbette hepsi de gerekli
ne var ki yetmez hiçbiri
insan kılmaya insanı

önce düşünmeyi öğrenmeli
insan kalabilmek için
insana düşman bir alemde
soru sormayı bilmeli bir de
ayırmak için yalanla gerçeği
bulabilmek için doğruyu

sonra konuşmayı yazmayı
yani dili iyi bilmeli insan
daha açık seçik anlatmak için
sevdasını ve kavgasını
dosta düşmana karşı

bir de okumayı sevmeli insan
sıcak bir emek somunu gibi
pınardan akan serin su gibi
ormanda alınan nefes gibi
tadına vararak okumayı
neler vardır kitaplarda neler
hayatı anlamlı ve güzel kılan:
hayal, gerçek, aşk, nefret,
umut, hüzün, neşe, keder...

en çok da şiir okumalı insan
geçmemeli şiirsiz bir günü
evde, sokakta, okulda
bir kaç şiir olmalı belleğinde
şiir gibi yaşamalı,
şiir gibi sevişmeli

hatta şair dostları olmalı:
Nazım Hikmet gibi Orhan Veli gibi
Pabo Neruda, Heinrich Heine gibi
Rainer Maria Rilke ve Paul Celan gibi
işte o zaman büyür gücü, artar direnci
asla yere gelmez yaşam kavgasında sırtı
***
Literaturstunde

Guten morgen liebe Kinder
heute habe ich weder Arbeitsblätter
noch das Notenheft dabei.
Sie alle ließ ich im Lehrerzimmer.

Mit einer Lebensfreude in meinem Herzen,
50 jährigen Lebenserfahrung auf den Schultern
mit einem Bündel von Gedichten in meiner Hand
bin ich zu euch gekommen

Mathe, Physik, Chemie, Erdkunde oder Biologie
sind bestimmt nützlich und notwendig
Aber, um ein Mensch zu werden,
reichen sie alleine nicht aus.

Zuerst sollte man denken lernen
um in dieser menschenfeindlichen Welt
noch ein Mensch bleiben zu können
Dazu gehört unbedingt das Lernen
die richtigen Fragen zu stellen,
um die Realität zu erkennen,
um die Lügen vom Wahrheit zu unterscheiden.

Dann sollte man die Sprache gut beherrschen
und sehr gut lesen und schreiben können,
um ein reiches Leben zu gestalten,
um seine Sehnsüchte, seine Hoffnungen
sehr deutlich mitteilen zu können,
sowohl dem Feind als auch dem Freund.

Als letztes sollte man
das Lesen leidenschaftlich lieben,
weil wir die Bücher
wie das Brot, wie das Wasser
und wie die Luft unbedingt brauchen

In den Bibliotheken warten auf uns alles
was den Schmerz lindert und das Leben versüßt
und vor allem das, was aus uns den Menschen macht
Phantasien und Wahrheiten, Liebe, Hass,
Kampf und Frieden, Hoffnung und Sieg,
Melancholie, Sorgen und Freude,
also alles, was zum Leben gehört.

Am meisten aber sollte man Poesie lesen
Kein Tag darf ohne Poesie vergehen.
Und man sollte wie ein Gedicht leben,
wie ein Gedicht sich verlieben,

Und vergessen sollte man nicht,
auf jeden Fall einige Dichter
als dicke Freunde zu haben:
Wie Nazim Hikmet, Orhan Veli,
Louis Aragon, Paul Eluard
Garcia Lorca, Pablo Neruda,
Berthold Brecht, Heinrich Heine,
Paul Celan, R.M. Rilke
und noch viele andere.

Sie müssen immer bei euch sein
Tag und Nacht, überall;
Zuhause, in der Schule und auf der Straße.
Ihr werdet sehen, niemand und nichts kann euch
bei dem Kampf, wie ein Mensch zu leben, besiegen

Mevlüt Asar
aus unveröffentlichte Manuskript "Tagebuch des Exils / Sürgün Güncesi", adlı yayınlanmamış dosyadan

%d blogcu bunu beğendi: