VEDA MEKTUBU

Sevgili Kardeşim Willi,

ne yazık ki bu mektubu sen okuyamayacaksın, çünkü çok erkenden bir ölümle bizi bırakıp gittin. Senin gidişinle hayatımdaki güzel ve iyi insanlardan biri daha eksildi. 40 yıla varan bir dostluğun ardından seninle vedalaşmak çok zor oldu. Ölmeden önce seni son bir defa daha görmeyi ve kucaklayabilmeyi çok isterdim. Ne yazık ki, olmadı. Bana sadece senin yakılmasını istediğin bedeninden arta kalan küllerin Hollanda’da sulara bırakılmasına tanık olmak kısmet oldu.

Hem güzel hem hüzünlü bir veda töreni oldu. Yakınların, dostların, arkadaşlarınla küçük bir vapurla bir nehirden geçip göle açıldık. Sağlığında arzu ettiğin gibi, güneşli ve masmavi bir günde, mavi sularında kuğuların yüzdüğü, beyaz yelkenlilerin dolaştığı, havada martıların uçuştuğu bir gölde sana veda ettik.

Denizi ne çok sevdiğini, bir başka arkadaşınla birlikte sahip olduğun küçük kotrayı nasıl keyifle kullandığını, denize açılabilmek için tatilleri dört gözle beklediğini bildiğim için, kendimi teselli ettim. Sonra hep konuştuğumuz ama bir türlü gerçekleştirmediğimiz Türkiye’de “Mavi Yolculuk “ yapma isteğimiz aklıma geldi, tekrar içim hüzün doldu. Keşke gerçekleştirebilseydik, kim bilir ne kadar çok sevinecek ne kadar çok mutlu olacaktın…

Sevgili Kardeşim,

aynı yıllarda, fakat farklı ülkelerde doğmuş, farklı kültürlerde yetişmiştik. Ancak dünya görüşlerimiz, yaşam felsefemiz birbirine çok yakındı. İkimizde dünyanın daha güzel ve adil olabileceğine, barış içinde birlikte yaşanabileceğine inanıyorduk. İdealimiz için mücadele etmek gerektiğini biliyorduk. İkimiz de öğretmenler sendikasında görev aldık. Sen Sosyal Demokrat Parti’de ben Yeşiller Partisi’nde çalıştık. Yollarımızı kesiştiren de sendika çalışmamız oldu. İkimizinde üye olduğu Eğitim Ve Bilim Sendikası’nın, iş yeri temsilcileri için düzenlediği bir seminerde yollarımız kesişti. Daha ilk anda birbirimizde anlaşmış birbirimizle olan frekans ve kimya uyuşmuştu. Bunun sonucunda o tanışma bir arkadaşlığa, ardından senin çabanla bir özel bir dostluğa dönüştü.

Senin insancıl ve dayanışmacı yanın, hayata bakışın, yaşam anlayışın seni benim için hep özel kıldı. Sadece benimle değil az sayıda olsa, seçtiğin başka insanlarla da dostluklar oluşturduğunu gördüm. Bir eğitimci olarak öğrencilerine en iyisini vermeye çalıştın. Gözün yükseklerde olmadı, istersen mesleki kariyer yapabilirdin, ama sen son görev olarak bir ilkokula müdürü olmayı tercih ettin. Emekli olduktan sonra da eğitimle olan görevini bırakmadın, meslek için eğitim kurslarında öğretmenlere müdürlere birikimini aktarmaya, ışık saçma ya dünyayı daha yaşanır kılmaya çalıştın ve bunun için elinden gelenden daha fazlasını yaptın.

Sevgili Kardeşim,

senin gibi çok değerli bir insanla karşılaşmak, dostluğunu tatmak benim için büyük bir şans oldu. Bana Almanya’yı sevdiren Almanya’yı Yurt kılan güzel insanlardan biri oldun. Bu dostluğun benden çok senin eserin olduğunu biliyorum. Ben vefasızlık edip uzun zaman seni arayıp sormasam bile ,sen beni hep aradın sordun. Bir dost bir kardeş gibi benim sorunlarımla, mesleki ve yazarlık hayatımla ilgilendin. Aradan aylar geçse de tekrar görüştüğümüzde kaldığımız yerden, aynen sıcaklıkta aynı güzellikte ilişkimizin sürmesi ne kadar harikaydı.

Gerçek bir dost olarak senin benim için yaptığın güzellikler, jestler saymakla bitmez. İlk kitabım “Gurbeti İkilemi / Dilemma der Fremde” yayınlandığında en az benim kadar sevinmiştin. Hemen akabinde o zamanlar yaşadığın ve çalıştığın Düren’ de benim İçin okuma akşamı düzenlediğini, o akşam benim kadar heyecanlandığını anımsıyorum. Aachen’da bir lisede çalışırken Fakir Baykurt ile beni okula okuma için davet edişini , güzel bir okuma söyleşi için elinden geleni yaptığını ardından eve yemeğe davet edişini, Fakir Baykurt’un bundan ne kadar hoşlandığını da dün gibi anımsıyorum. En güçlü desteği kardeşim Hüseyin’i ve eşini Marmara depreminde kaybettiğimde senden gördüm, yaşadım. Felaketi öğrendiğinde gösterdiğin dayanışma, hiç tereddüt etmeden yaptığın maddi yardım bana çok destek oldu.

Sene de iki kez mutlaka gerçekleşen ailece buluşmamızı, mutlaka bir tür kültür sanat etkinliği ile birleştirmeniz de senin arkadaşlığımıza kattığın bir başka güzellik oldu. Yemek öncesi veya sonrasında ya bir doğa yürüyüşü ya bir müze ziyareti ya da sergi ziyareti buluşmalarımızın bir parçası oldu. En son buluşmamızda Çin Restaurant’ında birlikte yemek yemiş, sonra Essen’deki Folk Wang Müzesindekin karma sergiye gitmiştik.

Unutamadığım bir başka güzel anı da, birlikte yaptığımız Türkiye’ye tatili idi. İstanbul’a uçmuştuk. İstanbul bugüne kadar gördüğün dünya şehirlerinden farklıydı trafik sana bir keşmekeş gibi geliyordu Kiraladığımız arabayı önce benim kullanmamı istedin, bir süre sonra, buradaki trafiğin kaos gibi görünse de kuralları olduğunu öğrendiğini ve artık arabayı kendini kullanabileceğini söyledin. İstanbul’da ve Ayvalık’ta birlikte geçirdiğimiz güzel günler unutulmaz tatil anları arasında yer aldı.

Sen tanıdığım az sayıdaki gerçek bir “dünya insanı”ydın. Gezmeyi, seyahat etmeyi farklı ülkeleri, kültürleri ve insanlar tanımayı seviyordun. Eşin Petra ile birlikte dünyanın birçok yerlerine gittiniz. O gezilerde çektiğin güzel fotoğrafları buluştuğumuz zamanlarda dia gösterisi yaparak bizimle paylaştın.

Sevgili Kardeşim,

hayat önüme, yaşantımı etkileyen gönlümde derin izler bırakan birkaç güzel insan çıkardı. O insanlardan biri de sen oldun. Seninle daha uzun zamanlar birlikte olabilmeyi, daha uzun sohbetler, geziler yapabilmeyi çok isterdim. Senin kaybettikten sonra senin taşıdığın değer ve önemi daha iyi anlıyorum. Geride bıraktığın boşluk çok büyük!

Sana minnettarım ve seni hep sevgiyle, özlemle anacağım. Huzur içinde uyu. Duisburg, Ekim 2022

Mevlüt Asar

Kültürlerarası Etkileşimde Edebiyatın Rolü -Söyleşi

Bir kültürü tanımanın ve benimsemenin yalnızca o kültürün dilini öğrenmekle ve şehirlerini gezmekle gerçekleşmesi olanaksızdır. İnsanın kendinden farklı olanı tanıyabilmesi için farklı perspektiflerden bakabilmesi gerekir. Edebi yapıtlar bu bağlamda büyük ölçüde önemli bir rol oynamaktalardır. Çünkü biz sadece bir edebi eseri değil, o eserin ait olduğu toplumun dili kültürü, tarihi ve toplumsal, ahlaki değerlerini hakkında da bilgi ediniriz. Örneğin 19. Yüzyılda Fransız eserlerinin Osmanlıcaya çevrilmesi ile iki kültürün etkileşimi sağlanmış ve Osmanlı topraklarında Fransız kültürünün tanınmasına yol açılmıştır. Zira okuyucular özellikle roman gibi edebi türlerde „dünyaya karakterlerin gözünden bakar, onlarla empati kurar ve yansıttıkları kültürün bir parçası olurlar’’.

Başka bir örnek vermek gerekirse, Türkiye’den Almanya’ya göç eden yazarlar 1960’li yıllarında Türk edebiyat aracılığıyla Almanlarla bir iletişime girerek yaşadıklarını anlatmak ve böylece de anlaşılmak istemişlerdir. Almanların, Türk kültürünü tanımaları, Türklerin yaşadıkları sorunları kavramaları ve önyargılarından kurtulmaları hedeflenmiştir bir bakıma. Günümüzde de edebiyat hala, kültürlerarası bir diyaloğun gerçekleştirilebilmesini sağlayan önemli bir köprüdür…

**

Neden farklı kültürlere karşı önyargılıyız?

Önyargılar, küçük yaşlarda aile içinde öğrenilmekle başlar ve zamanla kişinin kendi tecrübeleriyle kalıplaşır. Yetişkinlik çağına gelindiğinde ise önyargılı insanlarla olan ilişkiler, anne, baba, öğretmen ya da arkadaşlar, baskı altında otoriter bir çevre içinde yaşanan hayat, benzeyen ve benzemeyen arasında kalan “farklı olma” unsuru, çoğu zaman medya ve sosyal ortamlar önyargının gelişmesinde önemli bir rol alır. Önyargıların pekişmesini sağlayan da insanların önyargılarına uygun gelen bilgileri ayırarak algılaması, ters gelen bilgileri ise algılamaması ya da görmek istedikleri gibi algılamasıdır.

Bir kültürü en iyi şekilde nasıl tanıyıp benimseyebiliriz?

Kültür, toplumların kendilerine özgü olan ve gelecek nesillere aktardıkları maddi veya manevi her şeydir. İnsan açısından ise kültür, tarih içerisinde yaratılan bir anlam ve önem sistemidir. Bu bağlamda bir kültürü en iyi tanıma yolu, o kültürün dilini öğrenmek ve o kültürde en azından bir süre o kültürde yaşamakla olur. Bunu yapamıyorsak en iyi yol o ülkenin edebiyatından yapıtlar okumak, sinemasından filmler izlemek en kolay yoldur. “Benimse” ikici bir aşamadır, kültürü yeterince tanıdıkça ister istemez hoşumuza giden, hayatımıza katkı sunan yönlerini, normlarını benimseriz.

Edebiyatın gerçekten kültürleri yansıtabilme gibi bir yetisi var midir?

Elbette vardır. Ulusal ve kültürel kimliklerin oluşmasında edebiyat eserlerinin katkısı büyüktür. Goethe okumamış bir Alman, Shakespeare okumamış bir İngiliz, Baltaca okumamış bir Fransız ya da Dostoyevski okumamış bir Rus düşünemeyiz. Bir toplumun ortak bir kültürünün oluşabilmesi, o toplumun bir ulus devlet olabilmesi için de için klasik ve kanon gerekir. Dolayısıyla edebiyat bir kültürün yabancılar tarafından tanınmasında da önemli bir rolü vardır.

Bir kültürü, o kültüre ait olan edebi yapıtlarını okuyarak anlayabilir miyiz?

Yukarıda da belirttiğim gibi. Edebiyat bu konuda önemli bir kaynaktır. Dil, edebiyat eserleri ait olduğu milletin kültürünü yansıtarak hem o toplumun bireyleri arasında hem de diğer toplumların bireyleri arasında kültürlerinin tanınmasını, kabul görmesini, yaygınlaşmasını sağlar.

,,Her kitap yeni bir dünyaya açılan penceredir’’ sözüne katılıyor musunuz?

Her kitap dünyaya açılan bir pencere olmasa bile başka hayatlara, başka insanlara açılan bir pencere hatta onlara uzanan bir köprüdür. O köprüden geçerek başka hayatlara konuk oluruz.

Edebiyat Kültürlerarası bir köprü oluşturur mu?

Yazılı ve sözlü edebiyat hem yazıldığı dildeki kültürün bir yansıması hem de o kültürün bir parçasıdır, dolayısıyla farklı kültürden ve konumdan insanlar arsında bir “kültür-köprüsü” oluşturur. Kitap bizi bu köprüden geçmeye bir davettir.

Kitap ile insanı buluşturmak bu bağlamda sizce niçin önemlidir?

Kitap, günümüzdeki tüm teknik ve medyasal gelişmelere karşın hala önemli bir kültür ve eğitim aracıdır. Batı’daki aydınlanma esas olarak kitap aracılığı ile gerçekleşmiştir. Gutenberg’in baskı makinesini bulması, kültür ve eğitimde bir devrim yaratmış, aydınlanmanın önünü açmıştır. Bu nedenle özellikle “aydınlanma”sını tamamlamamış ülkelerde insanın kitapla buluşturulması çok önemlidir.

Edebiyatın, Kültürlerarası etkileşime olan katkısını nasıl görüyorsunuz?

Edebiyat aslında hem biçim hem de içerik olarak insanlığın ortak değeridir. Sözlü edebiyatın egemen olduğu dönemlerde bile, gezginler, tüccarlar aracılığı ile farklı kültürlere taşınmış, kültürler arası iletişime katkıda bulunmuştur. Yazılı edebiyata geçilmesi bu işi daha kolaylaştırmıştır. Ancak burada çevirmenlerin katkısını ve önemini unutmamak lazım, Çevirmenler olmasaydı edebiyat, Kültürlerarası iletişime fazla katkıda bulunamazdı. Çevirmenler sayesinde bir “dünya edebiyatı” ortaya çıkmıştır.

Kültürlerarasılık bağlamında edebiyatın önemi/etkisi/amacı sizce nedir?

Yukarıda da söylediğim gibi, edebiyat kültürel bir üründür. Bu bağlamda Kültürlerarası alışverişe ve Kültürlerarası eğitime katkısı, etkisi olan önemli bir “araçtır”.

Edebiyat farklı kültürlere mensup bireyler ya da gruplar arasında bir etkileşim sağlayabilmiş midir veya sağlayabiliyor mudur?

Edebiyatın bir “kültür -nesnesi” olarak, farklı kültürlere sahip / ait insan ve gruplar arasında olumlu bir etkileşime gerçekten katkıda bulunabilmesi için bazı ön koşulların yerine gelmesi gerekir. İlk koşul insanlara neyi nasıl okuması gerektiğinin öğretilmesi…

Edebiyat, bireye kendisine yabancı / öteki gelen ile iletişime girebilmesi sağlıyor mudur? Nasıl sağlıyordur?

Dediğimiz gibi edebiyat bizi başka insanların hayatına, başka kültürlere davet ve konuk eder. Farklı ulus ya da etnik kimliklerce üretilen/ yazılan edebiyat bize o insanların dünyasını, kültürünü anlamamıza, ön yargılarımızı düzeltmeye yardımcı olur. Özünde insanın temel arzuları ve duyguları dünyanın her yerinde aynıdır. Bu bağlamda hangi dilde ya da kültürde ortaya çıkmış olurlarsa olsunlar edebiyat eserlerinin kahramanları ya da kişileri ile özdeşleşemesek bile empati kurabiliriz. İşte bu empati aracılığı ile bir tür sesiz iletişim oluşur.

Edebiyat sayesinde bize yabancı gelene karşı olan önyargılarımızdan arınabilir miyiz?

Buna yukarıda da değindik. Eğer iyi, eğitimli bir edebiyat okuru isek, önyargılardan arınmasak bile onları yumuşatabiliriz. Aksi takdirde edebiyat tam aksine ön yargıların pekişmesine de neden olabilir.

Almanya’da yaşan Türk yazarlar eserlerinde Türk kültürünü / göç sorununu doğru yansıtabilmişler midir?

Bu soruya tüm yazarlar açısından “evet” yanıtı vermek mümkün değil. Soruya yanıt vermek içim Almanya’daki Türk Göç Yazının tarihsel gelişimine, değişimine bakmak gerekir. Bunu dikkate aldığımızda farklı dönemlerde, farklı edebiyat anlayışlarının ve ürünlerinin öne çıktığını görüyoruz. Ayrıca bu konuda belirleyici olan, yazarların amacı, neyi niçin yazdığı.

Edebiyat sayesinde insanın bakış açısı değişebilir mi? Nasıl değişir?

“Bir kitap okudum hayatım değişti.” diye bir söylem vardır. Bu biraz abartılı gibi gelse de doğru zamanda ve uygun koşullarda okunan bir kitap insanın hayata ya da olaylara bakış açısın değiştirebilir. Ancak dediğim gibi “okur”un buna hazır olması gerekir. Kitapta verilen mesaj ya da anlatılan olaylar, kendisi ile özdeşleştiğimiz kahramanların tutum ve davranışları bizim kendi bakış açımızı, paradigmamızı değiştirmemize neden olabilir.

II. Bölüm

Almanya’da ne gibi zorluklar yaşadınız (ırkçılık, kültür şoku gibi)? Eğer yaşadıysanız bu zorlukları edebiyat ile dile getirme ihtiyacı duydunuz mu? Neden ihtiyaç duydunuz?

Almanya’yı gelmeden önce, Almanya hakkında Türkiye’de okuduğum edebi ( Brecht, Grass…) ve araştırma, tarih vb. kitaplarından biraz ön bilgim vardı. Ancak Almanca bilmiyordum ve Türkiye’nin başkenti Ankara’da okumuş , yaşamış biri olarak “kültür şoku” yaşamam söz konusu olmadı. Tek sorun dil, sorunu idi. Almancayı öğrendikten sonra o da ortadan kalktı. Şahsen ben kendim, beni etkileyecek bir ırkçılık sorunu yaşamadım. Ancak başka insanlara karşı yapılmış ırkçı davranışlara tanık oldum.

Almanca ’ya çevrilen eserlerinizle Almanlara sesinizi mi duyurmak ve onlarla bir iletişime mi girmek istediniz? Neden? Örnegin ,,Gurbet İkilemi /Dilemma der Fremde’’ şiir kitabınız ile neyi amaçladınız? Neden Almancaya çevrildi (Almanların bizleri tanıyıp anlamalarını mi istediniz)?

Edebi eserler yazan ve yazdıklarını yayınlayan her insan toplumsal ve ahlaki bir sorumluluk taşır. Ayrıca bana göre edebiyatın sadece sanatsal değil toplumsal-kültürel bir işlevi de vardır. Bu bağlamda ben yazdıklarımla, özlemini çektiğim daha insani, daha güzel bir dünyanın mümkün olabileceğini okurlara sezdirmeye, göstermeye çalıştım. Şiir ve öykülerimde bu “özlem”e / “hayal”e engel olan ırkçılık, ayrımcılık, eşitsizlik gibi toplumsal, siyasi sorunlara değindim. Bu nedenle okur olarak hedefim sadece Türkler değil aynı zamanda Almanlar hatta tüm insanlara ulaşmaktı. Bu nedenle yazdıklarımın Almancaya çevrilmesi için özel bir çaba gösterdim, Almanlar ile temsilcisi olduğum Türkiyelilerin arasında bir köprü kurmaya çalıştım, diyebilirim.

Eserlerinizi Alman edebiyatının birer parçası olarak görüyor musunuz?

Bir eserin hangi ulusal edebiyata ait olduğunu belirleyen temel ölçü, o eserin hangi dilde yazılmış olduğudur. Buna ikinci bir ölçü daha eklemek gerekirse o da yazan kişinin “kültürel kimliği” dir – etnik kökeni değil –. Bu bağlamda ben kendimi ne tam Türk Edebiyatının ne de Alman Edebiyatının içinde görüyorum. Belki ortalarda bir yerdeyim. Bunu için şimdilik “Türk-Alman Yazar / Şair” (Türkisch-Deutscher Dichter) denebilir.

Eserlerinizde (örneğin makaleniz; ‘’Almanya’daki Türklerin sosyal-kültürel konumu’’), göç, göçmenlik, birlikte yaşam, toplumsal uyum gibi temaları ele almışsınız. Neden bu temaları seçtiniz? Kimlere hitap etmeye çalışıyorsunuz?

Benim öğretmen / eğitimci ve sendikacı kimliğim, emekli olununcaya kadar ön planda oldu. Yani mesleğimle ilgili çalışmalarım daha yoğun oldu. Bu alanda çeşitli dergi ve gazetelerde yayınlanan birçok makaleler yazdım. Bu makalelerin çoğu Almanca olarak da yayınlandı. Amacım Almanya’da eğitim ve kültür alanındaki sorunların çözümüne katkıda bulunmaktı.

Kendinizi bir Türk yazarı mi yoksa bir Alman yazarı olarak mi tanımlarsınız?

Bu soruyu bir önceki soru kapsamında yanıt verdim, sanıyorum.

Eserleriniz ile insanların bakış açılarını / tutumlarını değiştirebildiğinize inanıyor musunuz?

Yanıtlanması zor bir soru. Bir yazar olarak, bu soruya ancak okurlardan, basın-yayın organlarından aldığı geri-bildirim ve tepkileri düşünerek tahmini bir yanıt verebilirim. Kitaplarım, yazdıklarım hakkında özellikle Alman okurlarımdan, basın-yayın organlarından olumlu tepkiler, değerlendirmeler aldım Yazdıklarımın bir kısımı okul kitaplarına girdi, akademik çalışmalarda kullanıldı. Ayrıca bir yazar ve eğitimci olarak, yaşadığım toplumda, çalıştığım kurumlarda saygı ve kabul gördüm. Buradan yola çıkarak, belki insanların bakış açılarını ya da tutumlarını değiştirdim diyemem, ancak onların kendi bakış açılarını, tutumlarını sorgulanmasına, yeniden gözden geçirilmesine katkıda bulunmuş olabileceğimi düşünüyorum.

Okullarda hangi Türk romanlarının, şiirlerinin veya öykülerinin okunmasını ve tanıtılmasını isterdiniz?

Sanıyorum Alman okullarını ve Türkçe derslerini kastediyorsun. Bence Almanya’da, Türkçe derslerinde öncelikle Almanya’da yaşamış ve yaşayan yazarların yapıtları okutmalı. Öğrenciler, kendi yaşadığı ülkede/toplumda ortaya çıkmış yapıtlarla daha kolay ilişki ve empati kurabilir. 60 yıl için önemli bir “Türkçe Edebiyat” birikimi, kitaplığı oluştu. Bu oluşum içerisinde hem pedagojik hem göçmen kültürü hem de kültürlerarası eğitim açısından yeterince roman, öykü ve şiir var. İsim vermek gerekirse, “klasik” sayılabilecek yazarlarla işe başlanabilir. Aras Ören, Günay Dal, Yüksel Pazarkaya, Fakir Baykurt, Habib Bektaş… Bu konudaki en önemli sorun, öğretmenlerin ve öğrencilerin bu kitapları tanıması ve onlara ulaşabilmesi. Bunun için kütüphanelere, Türkçe öğretmeni yetiştiren kurumlara önemli bir görev düşüyor.

Almanların Türk kültürünü, zihniyetini ve kültürel zenginliğini okuyup tanıyabilecekleri bir kitap önerebilir misiniz?

Bu konuda ilk aklıma gelen kitaplar:Yüksel Pazarkaya’nın hazırladığı “Rosen im Frost” (Unionsverlag) ve Hülya Adak ile Erika Gellassen’ın yayınladığı “Hundert Jahre Türkei” (Unionsverlag).

Peki Türklerin kesinlikle okumalarının gerektiğini düşündüğünüz bir kitap var mi (Almanca veya Türkçe)?

Bu konuda da Almanca öğrendikten sonra okuduğum ilk kitaplardan biri olan, Peter Glotz ve W. R. Langenbucher’in yayına hazırladığı “Versäumte Lektionen – Ein Lesebuch” (Büchergilde-Gutenberg) adlı antolojiyi önerebilirim.

Mart 2022, Duisburg

%d blogcu bunu beğendi: