Almanya ve Biz Anadolulu Göçmenler

Bild: Citypalais Duisburg, Joachim Schumacher

Almanya’da pazar günlerinin olmazsa olmazı pazar
gezisi ve dışarıda yapılan kahve-pasta keyfidir. Havanın
soğuk, yağmurlu, karlı olması bile bu ritüeli engelleyemez.
Bugün ben de her ne kadar gerçek bir Alman olmasam da,
Alman pasaportu taşıyan bir yurttaş olarak, görevimi
yaptım.

Önce bir yeşil alanda yürüyüş, ardından bir komşu
kentin merkezindeki güzel bir mekânda kahve içtim.
Kahvemi içerken çevremdekilere bakıp düşüncelere
daldım: Dünyada doğal felaketler, savaşlar, ekonomik ve
siyasi nedenlerle binlerce yıldır bir ülkeden ülkeye, kıtadan
kıtaya göç etmeyi sürdürüyor. Tabii bu durum kişisel ve
toplumsal bir yığın sorunları, çatışmaları hatta felaketleri de
birlikte getiriyor. Fakat, bir şekilde göç etmek istediği “masal
ülkesi”ne ulaşmayı başaranlar, pek zorlanmadan doğaya ve
iklime uyum sağlıyor. Ekvatorlu bir siyahi Norveç’te dört
mevsim yaşayabiliyor. Ancak iş toplumsal yaşama “uyum”
sağlamaya gelince, işler sarpa sarıyor.

Biz Anadolu’dan gelenlerin Almanya’ya göçü çoktan
yarım asrı aştı. Son iki kuşağın büyük çoğunluğu burada
doğdu, burada büyüdü ve büyük bir ihtimal burada
yaşlanacak, burada ölecek. Yine de bu memleketin sosyal
yaşamına, ahlaki normlarına, kültürüne, insani ilişkilerine,
özgürlüklerine uymakta zorlanacaklar ve oluşturdukları
“paralel” bir dünyada, kendi kurallara göre yaşayacaklar,
burayı hâlâ “gurbet” olarak algılayarak, başarısızlıklarının,
mutsuzluklarının suçunu Almanya’ya ve Almanlara
yüklemeyi sürdürecekler.

Duisburg, Mayıs 2017

İstanbul’da yaşanır mı?

Kadıköy İskelesi (İstanbul)

Şehr-i îstanbul’un Anadolu yakasını tanıyabilmek için neredeyse bir haftadır, otobüs, dolmuş, tramvay dolaşıp duruyoruz. Yalnız, karşı kıyılara biraz utangaç ve eziklikle bakan Asyalı Kadıköy’ü, Üsküdar’ı değil, zenginlere ev sahipliği yapan Moda, Bostancı, Suadiye, Bağdat Caddesi keşfetmeye, iyi kötü bir izlenim edinmeye çalıştığımız semtler.

Bostancıda, Suadiye’de denizi doldurup yeni sahil yolları, parklar, restoranlar, çareler ve tabii marketler, butikler yapmışlar. Paris’i, New York’u, Berlin’i hiç aratmayan bir lüks ve şatafat hemen dikkati çekiyor. Hiç bir etik kaygı ve çekinge duyulmadan, alabildiğine sergilenen bir zenginlik, tüketim çılgınlığı! Gösterişi bu kadar sevdiğimiz! unutmuşum:

Almanya’da hiç görmediğimiz cipler, yatlar, giyim kuşam ve takı eşyaları, özel kulüpler…

Tabii bu teşhirci, zengin azınlığın kendi semtlerine, sokaklarına girmesin; engelleyemedikleri ve kendi yarattıkları aşırı yoksulluğun temsilcileri: Dilenci kadınlar, mendil satan çocuklar, çöplük karıştıran adamlar…Az sayıda bile olsalar bu şatafatın ve debdebenin ortasında daha çok göze batıyorlar…

Ve İstanbul’un tipik özelliği Anadolu yakasına da hakim: Bitmek tükenmek bilmeyen bir araç ve insan seli. En sevimli ve en sakin ulaşım aracı ise eskiden olduğu gibi beyaz karınlı vapurlar. Neredeyse 24 saat hiç durmayan bir yaşam! Trafik bunca yoğunluğa rağmen şaşılacak derecede akıcı, İstanbullular kendine özgü trafik kuralları yaratmışlar, Almanya’da öğrendikleriniz! burada bir kenara bırakmazsanız araç sürmeniz adeta olanaksız!

İstanbul’un bu yakasını tanımak isteyişimizin asıl nedeni, kafamızdaki bir somya yanıt aramak: Ben emekli olduktan sonra en azından bütün bir yıl olmasa bile 6-7 ay burada yaşayıp yaşayamayacağımız? Soruyu İstanbul’da yaşayan tanıdıklara da soruyoruz. Uzun yıllar Almanya’da öğretmen olarak çalıştıktan sonra dönüp İstanbul’a hem de Cihangir’e yerleşen arkadaşımız: “Türkiye’nin başka bir kentinde yaşamayı düşünmek bile abes! İnsan Türkiye’de yaşayacaksa İstanbul’da yaşamalı!” diyor. Ve ardından nedenini açıklıyor:

“İstanbul bir ‘dünya şehri’. Kültür ve sanat metropolü… 2010’nün Essen’le birlikte Avrupa Kültür Başkenti seçildi. Sinema, tiyatro, konserler, sergiler, okumalar; kimi uluslararası düzeyde festivaller, toplantılar, fuarlar! İstanbul, çok yakında Paris’i, Londra’yı sollayacak!”

Arkadaşımız daha bunları anlatırken benim başım dönüyor. Yıllardır Ren kıyılarının sessizliğine, Duisburg’un ve Ruhr Bölgesinin mütevazi kültürel yaşamına alışmış insanlar olarak, İstanbul’un bu büyüklüğüne, hızına ve de keşmekeşliğine ayak uydurabilecek miyiz acaba? İnsan ilk anda bu devasalık karşısında kendini birden küçülmüş ve kaybolmuş hissediyor. Koca deryada bir küçük balık gibi! Sen deryanın farkındasın ama, onun senden hiç haberi bile yok!

İstanbul, 24 Mart 2008

© Mevlüt Asar

İstanbul güzellemesi -1

Fotoğraf: Zehra Olgun

“Bir uzak masaldın sen çocukluk günlerimde. Akardın bir mavi su gibi rüyalarıma ışıklı minareler arasından”

Ey büyülü Kent! Gönlümün payitahtı İstanbul!

Sen, adını duyduğumdan beni kendine çeken ve kulaklarımdan hiç eksilmeyen büyülü şarkısın. Ta çocukluğumda gördüğüm Yeşilçam filmlerine kulis olan siyah beyaz manzaralarını fantastik renklere boyayarak belleğime nakış nakış işledim.

Biraz büyüdüğümde birçok yaşıtım gibi benim de gönlümü ele geçirmeye çalıştın. Sana her gelişimde merakımı kamçılamak, içimdeki oyun oynama içgüdüsünü tahrik etmek için bir fırsat olarak kullandığını; en baştan çıkarıcı en mahrem güzelliklerim bana uçundan kıyısından gösterip sonra yeniden gizlediğinin farkındayım. Kalbimi sana teslim edersem, karşılığında bana neler sunacağını bana sezdirmek istediğini biliyorum.

Senin kadınsı bir kent olduğunu epey sonra fark ettim. Dişil bir içgüdüyle bana kendini tamamen göstermekten ve teslim olmaktan bilinçli bir şekilde sakındığını anladım. Nazlanmadan, niyazlanmadan, kolayca kendini sunan kadın çabuk unutulur giderdi, ne kadar albenili ne kadar güzel olsa da! İşte bu yüzden koynunda sakladığın gizlerini, yabancıya mahrem yerlerini keşfetmem için beni kışkırtıyor, ben sana yakınlaştığımı sanırken yeni bir maskeyle karşıma çıkarak beni zorlayıp şaşırtıyorsun! Ve ben senden yorulmuş ve hayal kırklığına uğramış olarak senden kaçmak isterken, birden en güzel bir çehreyle bana gülümsüyor, beni yeni bir oyuna davet ediyorsun! Ve toy bir delikanlı yine sana kanıyor, sana tekrar tutkuyla koşuyorum.

Kim bilir belki de kalbimi ta o gece çalmıştın benden… Daha 16 yaşımdaydım. Yaz tatilinde Ankara’dan sana kaçıp gelmiştim. Senin aşkınla tutuştuğum bir yaz gecesini sokaklarında geçirmiş, sonra sabaha karşı deniz kıyısında bir bankta, Ankara otobüsünün zamanın gelmesini beklerken uyuya kalmıştım. Uyandığımda babamın bana liseye başladığımda armağan ettiği, Nacar marka saat kolumda yoktu. Senin usta hırsızlarından biri bana fark ettirmeden saatimi çalarken, mutlaka sen de kalbimi çalmış olmalısın benden. Seni – istesem de – kalbimden silip alamayışım, senden kopamayışım, her defasında eski bir sevgili gibi sana özlemle koşup gelişim belki de bu yüzden.

(İstanbul, 22 Mart 2008)

© Mevlüt Asar

Almanya’da bir 8 Mart günü…

Almanya’da pazar günleri aileyle birlikte olmaya, kentin sokaklarında ya da doğada birlikte gezmeye, yürüyüş yapmaya, bisiklete binmeye ayrılır. Pastane, cafe, bistro, birahane ve lokantalar dışında, dükkânlar, AVM’ler kapalıdır.

Hele günlük güneşlik havalarda parklara, sokaklara hayat gelir, insanlarla dolar. Dünya Kadınlar Günü’ne denk gelen, geçtiğimiz pazar da işte öyle bir gündü. Yakınımızdaki Dinslaken adlı küçük kentin sokakları, kahveleri, parkları yaşlılar, gençler, genç ana babalar, çocuklarla doluydu. Sanki hepsi, loş ve karanlık bir tutuk evi koğuşundan, Nazım Hikmet’in o meşhur şiirinde söylediği “ilk kez güneşe çıkmışlar”dı ve güneşten, havadan, yaşıyor olmaktan başka hiçbir şey onları ilgilendirmiyordu. Kadın, erkek, karşı karşıya geldikleri diğer insanlara, kısa, kaçamak da olsa sakin, mutlu ve gülümseyen bakışlarla bakıyorlardı…

Epey bir süre yürüyüp insanların huzurlu, sakin ve barışçı hallerini gözlemledikten sonra, bir sokak kahvesindeki boş masa görünce bir kahve içmeye karar verdim. Dudaklarında gülücük, ne içmek istediğimi soran genç garson kadına, kahve söyledim, ardından çevremdeki insanları göz ucuyla, biraz da kulak kabartarak izlemeye başladım. Almanca dışında, başka dillerden sözcükler de kulağıma geliyordu, ama Türkçe ya da Kürtçeyi çağrıştıran bir konuşma duyulmuyordu.

Dört kişilik bir masada tek başıma oturuyordum, köpüklü İtalyan kahvesini yudumlarken, bir Alman kadın, diğer sandalyelerin boş olup olmadığını, yanıma oturup oturamayacağını sordu. Gülerek, “Tabii, buyurun,” dedim, “bugün 8 Mart bütün sandalyeler sizin.” Biraz şaşırdı, teşekkür edip oturdu. 35-40 yaşlarında olmalıydı, boylu poslu, sarışın, yeşil gözlü ve bakımlı bir kadındı. Rahatlığı, özgüveni, konuşma stili eğitimli, iş güç sahibi bir kadın olduğunu gösteriyordu. Çantasından sigara paketini çıkarıp “İzinli miyim? Sizi rahatsız eder mi?” diye nazikçe, ama izin alacağından emin bir şekilde sordu. Ben, “Tabii, bugün 8 Mart, her şeye izinlisiniz…” deyince, güldü: “Ah, şimdi anladım ne kastettiğinizi. Bugün Uluslararası Kadınlar Günü değil mi?” “Evet,” dedim, “sizin gününüz, kutlu olsun!”

Teşekkür ettikten sonra sigarasını zarif bir şekilde yakıp ilk nefesi çekti, dumanı yine zarif bir şekilde havaya üfledikten sonra, bana döndü bir süre yüzüme, biraz mahcup, biraz 68’li bir solcuya yarı sempati yarı acıma duygusuyla bakar gibi baktıktan sonra: “8 Mart’ı biliyorum; daha çok sendikacıların ve solcuların kutladıklarını sanıyorum.” dedi. Ardından biraz düşünüp ekledi: “Almanya’da kadınlar için çok şeyler yapıldı, kadın erkek eşitliğini sağlamak için yasalar çıkarıldı… Ben şahsen kendimi pek ezilmiş ya da mağdur olarak görmüyorum. Onun için, 8 Mart’ı pek önemsemiyorum doğrusu.”

Masa arkadaşımın sözlerinden, sohbetin benim hangi ülkeden geldiğime ve oradaki kadın haklarına geleceğini sezdim… Huzursuzlandım, onun bu güzel pazar gününü, anlatmak zorunda kalacağım acı gerçeklerle gölgelemek istemedim. Kendisine “iyi pazarlar” dileyerek kalktım.

Duisburg, Mart 2014

 Mevlüt Asar, „İki Ülke – İki Lisan – Bir İnsan“ , S. 41-42, Kibele Yayınları, İstanbul Mart 2018

Kadınlara / kadınlar için yazılmış şiirler…

1- GURBET İKİLEMİ'nden  ( Ortadoğu Verlag, 1986 Almanya) 

Almanya'da Kadınlarımız

Renk renk yazmalar uçuşur
Almanya sokaklarında
Ayşeler Fatmalar Elifler
Kırçiçekleri endüstri bahçelerinin

Sustular
Burçak tarlalarında
Susuyorlar
Fabrika tezgahlarında
Sararmış gelinlikler gibi
Kağıt kaplı loş konutlarda
Özlüyorlar kırlarda gelincik devşirmeyi
Çeşme başlarında türkü yakmayı

Sustular
Koşulurken yanına sarı öküzün
Susuyorlar
Akord çalışırken döner şeritlerde

Özveriyle döner günler
Dünyadan kopmuş yeşil avlularda
Anadolu ezgileri akar kulaklarına
Bel ağrısıyla düştükçe yataklara

Sustular sılada
Susuyorlar burada
Şaşıyorum sabrınıza
''Acıyı bal eyleme'' gücünüze

Bir yanda
Analık kadınlık ve işçilik
Öte yanda
Başörtüleriyle bağlanmış özgürlük

Sabır taşı mısınız siz

**


Rita 

Rita köşedeki barda çalışır
Gözleri İtalyanca
Göğüsleri Rumca
Kalçaları Türkçe
Dudakları Almanca konuşur 

Sandro, Dimitris ve ben
Üç Akdeniz uşağı birden 
Garson Rita'ya
- Bal sarısı bir kız - 
Sırılsıklam vurgunuz

Rita içki dağıtır
İçki değil mavi boncuk
Bize gülücüğün sahtesini 
Hans'a öpücüğün hasını verir

Dışarıda sicim gibi bir yağmur
İçimizde esen sıcak güney yeli
Kalbimizde hoyrat bir horon
Rita'nın gönlü ise tangoda 

Saat gece yarısı on iki
Karım camdadır şimdi

**

Bir Yabancı Dilin  Öğrenilişi

Yağmur bulutlarım
Kilise çanlarının çağırdığı
O kuzey Avrupa kentinden
Valizimde kalan
Birkaç resim
Bir de yabancı dil

Karanlık kış günlerinde 
Bir kız gelirdi odama 
Adımlarında ceylan sekişi 
Gözlerinde Akdeniz mavisi

Üşümüş ince elleri 
Sığınırdı usulca 
iki küçük kanarya gibi 
Yuva sanıp avuçlarıma

Azalınca ellerinin sızışı 
Çay isterdi mutlaka 
ince belli bardağı 
Bir gül gibi tutar 
Damla damla içerdi

Isınıp çıkarınca paltosunu 
Portakal kokuşu yayılırdı odaya 
Dışarda yağmur ansızın durur 
Bıyıklanma ak güvercinler konardı

Özgürlük yontusu yüzünü 
Hafifçe dayayıp göğsüme 
Bir süre susar 
Sanki kalbimin söylediği 
Sevda şarkılarım dinlerdi

Nice sonra usulca
"Haydi anlat bana
Nâzım'ı
Kerem ile Aslı'yı
Akdeniz'i..." derdi

Ağır ağır anlatırken 
Onun dilinde ben 
Yanakları al al olur 
Gözlerinin mavişi derinleşirdi

İlk kez onun dilinde 
"Seviyorum seni" dedim 
En güzel sevdayı 
Ayrılığın en acısını 
O kızın dilinde yaşadım

Akdeniz kıyısında şimdi 
Baktıkça resmi ne 
Özlüyorum ölesiye 
Gözlerinin mavisini 
Avuçlarıma konacak ellerini

**
2- DENİZİNİ YİTİREN MARTI'dan ( Neziher Yayınları, Eylül 2015)

ayrılık

umut çiçeğe durduğunda
ölümü bir gülücük gibi
takıp sol yakama
"merhaba" dediğimde kavgaya
yitirdim elleri
uzak bir anı şimdi
o sevdalı bahar sabahları
ay ışığında öpmek seni
adın bir hazin ezgi
denizini yitirmiş
martının çığlığında
kim bilir belki
ikinci ömrümüzde
bir Ege akşamında
tutuşup yine el ele
şarkılar söyleyeceğiz
o en yalın en içten
en genç sesimizle

**

Sebep 

seni,
sevmeme sebep
gamzendeki
gülücük
dilindeki
büyü
yanağından
devşirdiğim
güldür
sen,
sevdasına
şiirimi sunduğum
hayalimde başımı
göğsüne dayayıp
bulutlarla oynadığım
şımarık kız
sen,
yüreğimin uslanmaz hali
aklımın delişmen yanı
kalemimin yazdığı
son sevdasın
nasıl anlatmalı
sana hasretimi
sen masmavi deniz
ben denizini yitirmiş martı

**

çiy damlası

sen şiirimin yaprağına
çiy damlası gibi düşeli
dilim lâl kalemim kekeme
göğün sonsuz karanlığına
direnen titrek yıldızlardan
yeni bir alfabe yaptım kendime
seni anlatabilmek için
içimdeki öksüz çocuğa

**

3- GÜN GELİR'den ( Kanguru Yayınları, Mayıs 2020)

Britta'ya 

yağmur ülkesinin şair kızı, gel
birlikte indirelim güneşi
karabulutların ardından

gurbetimin sarışın sılası, gel
kovalım anadilimizden
kini, nefreti, düşmanlığı

yorgun kalbimin sarı gülü, gel
barış dilinde susalım birlikte
sonra şiirini yazalım:

kardeşliğin, aşkın, kavganın
güzel günlere olan hasretin

**

gülün aşkı

yeni açmış
bir gül idim
bahçıvan eli
değmemişti henüz tenime
suretin girdiğinde kanıma
aktın
yeşil bir gecede
yaz yağmuru gibi
ılık ılık düşlerime
böldü sıcak nefesin
seher yeli uykumu
...
ah, tutsak olmazdım
ben saksılara
çağırmasaydı aşk
bülbül dilinde
değmeseydi tenin
bir seher vakti
içimin dikenlerine

**
armağan

şu elimdeki umut
sana getirdiğim
şu yüreğimdeki sevi
sana sunduğum
şu da çantamdaki ekmek
seninle bölüşmek istediğim

**



tanımsız

ben ben değildim
gözlerime izin düşeli
sen bana benden yakın
ben sana gökte yıldız idim
sen ne sevda
ne de aşktın
yüreğime düşen bir ateş
aklımı çelen
bir rüya idin
uyandım şimdi
saçlarıma ak düşüren
o sancılı rüyadan
şiir topluyorum
“görecek güzel günler”e

**

iz

benden
bir iz
kaldıysa
teninde
say ki
dişin
elmaya
dokunuşu
sindiyse
saçlarına
ellerimin
kokusu
say ki
uzak
denizlerin
rüzgarı
ayışığı
değmişse
kirpiklerine
bil ki
imgedir o
gecelerimi
terleten
senden
bana
armağan
**
üşür kalemim

bir avuç da kalsa
eksik olmadı
umut mavisi
şiirim göğünden
hiç kesilmedi
şiirimin sütü
ülkemde çocuklara
barış adı verileli
her mevsim
tomurcuğa duracak
yüreğime ektiğin
yediveren gülü
bir seni bir de sevdamı
kutsayacak her mevsim
içimin yorgun savaşçısı
gidersen sen
kara kış çöker
sevdamın dağlarına
donar kardelenler
üşür kalemim
gitme!

**

Fakir Baykurt’tan

MEVLÜT ASAR’IN ŞİİRLERİ: “GURBET İKİLEMİ” (*)

Adına “gurbet” dediğin

Bu toprak Filozoflar eskitir

Üstünde başak değil

Fabrika bacası yeşerir

Dinlenmez bu ülkede

İnsana olan sevdan senin

Günlerdir elimde bir kitap. Bakarsan 100 sayfa. Ama içindeki Türkçe-Almanca iki dilli şiirler birbirinden güzel. Acı, umut, sabır, başkaldırı, yazıklanış içeren bu şiirleri Mevlüt Asar yazdı. Kapak ve şiirleri destekleyen iç resimler Silvia Hagedorn’un.

Mevlüt Asar 1951’de Konya’ da doğdu. Yedi yaşındayken ailesiiyle birlikte Ankara’ya geldi. Orada okuyup üniversite bitirdi. 1977’nin sonunda Almanya’ya göçtü. Duisburg’da küçük “Merhaba” gazetesini yönettiğim .aylarda tanıdım kendisini. Öğrencililere okutulan Türkçe ders kitaplarının tutarsızlıklarını eleştiren bir yazı getirmişti. Öğretmenlik yapıyordu. Sonra pek çok meslek toplantısında rastlaştık. Yabancı işçi çocuklarının eğitim sorunlarıyla uğraşan ve kısa adı RAA olan iş yerimde düzenlediiğim Edebiyat Akşamları’nın izleyicisi ve destekçisi oldu. Meslek toplantılarında akıcı Almancasıyla yabancı işçilerin sorunlarını dile getirdiği konuşmalarım dinleyenler onun dalları kuş ve ışık yüklü çınarlar örneği bir kişilik olduğunu elbet anlar, ama kendini saklayan bir şair olduğunu dünyada düşünemez.

Onun özlü, pırıl pırıl, başkalarından çok kendine benzeyen, ağır başlı bir sessizliğin içinde sevgi ve öfke topları fışkırtan şaşırtıcı bir kişiliği var. Şiiri kimi zaman iki üç tekil sözcükle insanı büyük çoğullara götürüyor.

Kuzeyden esen bir sert rüzgar

Dağıttı köylerimizi

Koyup gençliğimizi

Tahta bavullara

Toplandık tren istasyonlarına

Koştuk kara vagonlar doluşu

Soğuk kentlerine Avrupa’nın

Elimden düşmeyen bu kitap daha basılmadan, onun içinde yer alan şiirlerden ikisi türküleşdirilip Duisburg ve çevresinde yapılan gecelerde söylenmişti. Buna benzer düşünce ve duygulara onlan dinlerken de kapılmıştım. Bilmiyorum kaç yılın, kaç uzun günün, gecenin ürünüdür bu dizeler?

Mevlüt Asar’a bunca güzel şiirler yazmışken niçin kitap çıkarmayı düşünmediğim sorduğum-da, yağız bozkırlı yüzünde alevler parlamıştı, Uzun süre böyle bir karan olmadı. Oysa şiirleri almış basını gidiyordu. Dergilerde basılıyor, okullarda okunuyordu. Özellikle Duisburg ve çevre okullarında Alman öğretmenler onları ders konuşu yapıyorlardı. Şiirleri böylesine yürürlüğe giren şairin kitap çıkarmayacağım diye direnmesi çoğu zaman boşunadır,

Oberhausen’deki Ortadoğu Yayınevi onun direncin! kırdı, kitap elimizde. Böyle kitaplar çıktığında biri bunlardan söz etmeli. Ama Duisburg’da eleştirmen olacak arkadaşlar henüz beğeni ya da tepkilerin, yazıya dökme aşamasına gelmediler. Bir eleştirmen olmadığım halde Mevlüt Asar’ın kitabım ele alışım bundan. Nice deneylerle biliyorum, bin bir emeğin ürünü kitaplar, onları yazanların umutlarıyla birlikte, dibi belirsiz sessizlik kuyularına atılmış taşlar gibi yitip, unutulup gidiyorlar hem de hiçbir yankı uyandırmadan. Bu büyük haksızlığa kendi çapımda başkaldırırken zaman azlığı yüzünden, tanıtılması gereken her kitabı tanıtamıyor, böylece ben de bir haksızlık yapıyorum. Kimi bol sözcüklü arkadaşlar, yeterin­ce gelişmemiş yazarların kitaplarını abartarak övdüm diye beni iğneleyip sözlü yazılı eleştirdiler. Kitap tanıtmayan, eleştiri yazmayan, kimselerin hiçbir kusuru, eksiği olmaz. Kusur ve eksikler elbet bir şeyler yapıp ortaya koyanlarda görülür. Benimkilerin iyi niyetime bağışlanmasını dilerim.

Ey Akşam ülkesi’nin yorgun

insanı öyle uzak

Öyle yabancı durma bana

Hepinize merhaba

Mevlüt Asar, Ren ile Ruhr’un birleştiği yerde 600 bin nüfuslu bu büyük endüstri ve işçi şehrinde sanki bir Türk işçisi adına konuşyor. Yunus’un, Mevlana’nın, Nazım’ın, Sinan’ın yurdundan göğsü armağanlar ve dostça isteklerle dolu gelmiş, ama tokalaşmak için uzattığı eli havada, verdiği selam dudaklarında kalmış gibidir.

Gözüm yok

Ekmeğinizde suyunuzda

Bağdaş kurup aranıza

Ortak türküler söylemeğe geldim

Hans-Herbert Dreiske adlı genç Alman şairi ses veriyor sesine: “Yüreğinde ve ellerinde getirdiklerinin çok olduğunu biliyorum. Bir gün oturup birlikte türküler söyleyeceğiz, mutlaka…” Bu şiiri Mevlüt Asar kitabinin arka kapağına almış.

Gene de kırgındır şairimiz. içinde acılar yumaklanır.

Tarih öncesi

Bir mağaradayım sanki

İçeride

Sürek avı

Dışarıda kurt ulumaları

Bir çocuk ağlıyor içimde

Aynı zamanda bir kültür şehri olan Duisburg’da insan yalın gözle her şeyi göremez. Endüstri dumanları gözyüzünü sürekli kapatır. Ortalığı sık sık sisler kaplar, Buna bir de yabancı olmanın getirdiği çekingenliği ekleyin. Görmek gerçekten zorlaşır.

Çoğaldıkça iş yerlerinde robotlar

Artıyor yaratan ellerin korkuşu

taşıyor utancı işsizliğin

Kuytu yerlerinden parkların

Bir avuç güneş

Birkaç hasta tomurcuk

Düzeltecek sanki her şeyi

Şairin sılası Konya, Ankara bugün ne denli yoksul olursa olsun, bol güneşi, Eti, Selçuk, Osmanlıı, kat kat kültürleriyle sürekli özlenir. Orası mı, burası mı? Seçimi zor bir ikilemdir. Orada güneşli doğa, burada iş ekmek…

Alışmak gerek artık buna

Hiç olmayacak o alev topu

Dumanlı gökyüzünde Duisburg’un

Kocaman kırmızı bir elma

Zaman zaman birahanelerden birine dalar Içeride İtalyan. Yunan arkadaşlar. Kitapların yazdığı kadar bir dayanışma ne yazık yoktur, Şairimiz bulduğuyla yetinir:

Garson Rita’ya –

Bal sarışı bir kız-

Sırılsıklam vurgunuz

Bize gülücüğün sahtesin!

Hans’a Öpücüğün hasını verir

Saat gece yansı on iki

Karım camdadır şimdi

Anadolu erkeğinin içi ne dönük efendi görgüsü,. Ancak çocuk bayramlarında, sokak şenliklerinde, karnavallarda biraz neşesi açılır. Umutları, düşleri akmaya başlar..

Bir sihirbaz olsam

Elimde sihirli değnek

Yok etsem açlığı

Kaldırsam yeryüzünden

Ulusları ayıran sınırları

Alman öğretmenin hasta olması ya da izin alıp gitmesi nedeniyle yerine derse girer gün.

Sevinçliyim

öğretmeniniz yerine

Size konuk gelişime

Ama bir saat gerçekte 45 dakikadır, bitiverir.

“Üzülmeyin çocuklar” dedim

“Bir başka sefere hoşça kalın”

Doyum yoktur çevrede, günlük yaşamda. En kötüsü de gidip gidip gelen sıla özlemidir, yurtsama. Ne yapsa etse, üç dört bin kilometre uzaklardaki güneşli yurttan kopamaz.

Yurdum

Uzaklarda

Yıkılmış Bir gül bahçesi

Kesin dönüşe zorlanan İşçi ise daha da kırgındır:

Utanın ey kentler

Duisburg Essen Dortmund

On beş yıl boyunca temizlediğim

Meydanlarınız tren istasyonlarınız

“Türkler dışarı” yazılarıyla kirlendi

Oysa taşıyacağım dizlerimde ömür boyu

Tutulduğum romatizmanın sızısını

İşte gidiyorum şimdi

Düşlerimi bırakarak burada

Hoşça kalın elveda

Gel yerle? buraya, havasına suyuna uy. Bu yakınmaları da keş.,. Demezler ya. Dediklerim varsayın, “Hayır” der. Git denince de kırılır. Zorun zoru ikilem budur. Önceki yurdundan kopamamış, yeni yurduna yerleşememiş işçinin acı buruk duygularıyla örülür Mevlüt Asar’ın şiiri.

Bugünden besbellidir, bir gün bu ikilem bitecek, şairimiz yeni şiir çevrelerine açılacak. Ama o zaman da şimdiki acılı konularım bırakmayacak. Bir sigara molası zaman içinde düşlere dalan madenciyi, tezgah basında. tıpkı yurttaki gibi, sabır taşından beter susan “endüstri bahçelerinin kır çiçekleri” Anadolu kadınlarım hiçbir zaman şiirinin dışına atmayacaktır,

İlk kitabında 100 sayfaya serpilmiş otuz şiirin küçüklü büyüklü dizelerinde büyük şiirin çekirdekleri saklı. Yakında onlar çatlayıp yeşerecek, Mevlüt Asar bize bu umudu fazlasıyla veriyor.

“Gurbet İkilemi”nin uygun yerlerine ünlü yazarlardan alıntılarda serpiştirmiş. Hermann Kosack, “Şiir yazmak yazan ile okuyan arasına bir köprü kurmaktır” diyor. Bizim atasözünü başka türlü anımsatan Christian Morgenstern’in sözü epey düşündürücü: “Kişinin sılası oturduğu yer değil, anlaşıldığı yerdir.”

Biz iş gücü çağırdık, insanlar çıkıp geldi” diyen ünlü yazar Max Frisch ise. ikilem içindeki insanımıza ve şairimize, yıllar önceden arka çıkıyor: “Bizim yurdumuz İnsandır.”

Bir dizede bin anlam ile gönlümüzü dolduran Mevlüt Asar’ın şiir harmanı büyük. Dilerim üstüne zehirli yağmurlar yağmaz, taneler sele gitmez. O harmandan sadece Duisburg’da değil, yurdumuzda ve bütün dünyada insanlara azık olur. Onun gibi biz de umutluyuz:

Kalbinde yeşeren inanç

Ellerinde büyüyen isyan

Yıkacak bir gün mutlak

Gökyüzüne çekilen duvarı

(*) Mevlüt ASAR, GURBET İKİLEMİ/DİLEMMA DER FREMDE Şiirler/Gedichte, 1986, Ortadoğu Verlag Diana Str. 43, 4200 Oberhausen 11

%d blogcu bunu beğendi: