
Yurt Özlemi / Heimweh

Almanya’da pazar günlerinin olmazsa olmazı pazar
gezisi ve dışarıda yapılan kahve-pasta keyfidir. Havanın
soğuk, yağmurlu, karlı olması bile bu ritüeli engelleyemez.
Bugün ben de her ne kadar gerçek bir Alman olmasam da,
Alman pasaportu taşıyan bir yurttaş olarak, görevimi
yaptım.
Önce bir yeşil alanda yürüyüş, ardından bir komşu
kentin merkezindeki güzel bir mekânda kahve içtim.
Kahvemi içerken çevremdekilere bakıp düşüncelere
daldım: Dünyada doğal felaketler, savaşlar, ekonomik ve
siyasi nedenlerle binlerce yıldır bir ülkeden ülkeye, kıtadan
kıtaya göç etmeyi sürdürüyor. Tabii bu durum kişisel ve
toplumsal bir yığın sorunları, çatışmaları hatta felaketleri de
birlikte getiriyor. Fakat, bir şekilde göç etmek istediği “masal
ülkesi”ne ulaşmayı başaranlar, pek zorlanmadan doğaya ve
iklime uyum sağlıyor. Ekvatorlu bir siyahi Norveç’te dört
mevsim yaşayabiliyor. Ancak iş toplumsal yaşama “uyum”
sağlamaya gelince, işler sarpa sarıyor.
Biz Anadolu’dan gelenlerin Almanya’ya göçü çoktan
yarım asrı aştı. Son iki kuşağın büyük çoğunluğu burada
doğdu, burada büyüdü ve büyük bir ihtimal burada
yaşlanacak, burada ölecek. Yine de bu memleketin sosyal
yaşamına, ahlaki normlarına, kültürüne, insani ilişkilerine,
özgürlüklerine uymakta zorlanacaklar ve oluşturdukları
“paralel” bir dünyada, kendi kurallara göre yaşayacaklar,
burayı hâlâ “gurbet” olarak algılayarak, başarısızlıklarının,
mutsuzluklarının suçunu Almanya’ya ve Almanlara
yüklemeyi sürdürecekler.
Duisburg, Mayıs 2017
Şehr-i îstanbul’un Anadolu yakasını tanıyabilmek için neredeyse bir haftadır, otobüs, dolmuş, tramvay dolaşıp duruyoruz. Yalnız, karşı kıyılara biraz utangaç ve eziklikle bakan Asyalı Kadıköy’ü, Üsküdar’ı değil, zenginlere ev sahipliği yapan Moda, Bostancı, Suadiye, Bağdat Caddesi keşfetmeye, iyi kötü bir izlenim edinmeye çalıştığımız semtler.
Bostancıda, Suadiye’de denizi doldurup yeni sahil yolları, parklar, restoranlar, çareler ve tabii marketler, butikler yapmışlar. Paris’i, New York’u, Berlin’i hiç aratmayan bir lüks ve şatafat hemen dikkati çekiyor. Hiç bir etik kaygı ve çekinge duyulmadan, alabildiğine sergilenen bir zenginlik, tüketim çılgınlığı! Gösterişi bu kadar sevdiğimiz! unutmuşum:
Almanya’da hiç görmediğimiz cipler, yatlar, giyim kuşam ve takı eşyaları, özel kulüpler…
Tabii bu teşhirci, zengin azınlığın kendi semtlerine, sokaklarına girmesin; engelleyemedikleri ve kendi yarattıkları aşırı yoksulluğun temsilcileri: Dilenci kadınlar, mendil satan çocuklar, çöplük karıştıran adamlar…Az sayıda bile olsalar bu şatafatın ve debdebenin ortasında daha çok göze batıyorlar…
Ve İstanbul’un tipik özelliği Anadolu yakasına da hakim: Bitmek tükenmek bilmeyen bir araç ve insan seli. En sevimli ve en sakin ulaşım aracı ise eskiden olduğu gibi beyaz karınlı vapurlar. Neredeyse 24 saat hiç durmayan bir yaşam! Trafik bunca yoğunluğa rağmen şaşılacak derecede akıcı, İstanbullular kendine özgü trafik kuralları yaratmışlar, Almanya’da öğrendikleriniz! burada bir kenara bırakmazsanız araç sürmeniz adeta olanaksız!
İstanbul’un bu yakasını tanımak isteyişimizin asıl nedeni, kafamızdaki bir somya yanıt aramak: Ben emekli olduktan sonra en azından bütün bir yıl olmasa bile 6-7 ay burada yaşayıp yaşayamayacağımız? Soruyu İstanbul’da yaşayan tanıdıklara da soruyoruz. Uzun yıllar Almanya’da öğretmen olarak çalıştıktan sonra dönüp İstanbul’a hem de Cihangir’e yerleşen arkadaşımız: “Türkiye’nin başka bir kentinde yaşamayı düşünmek bile abes! İnsan Türkiye’de yaşayacaksa İstanbul’da yaşamalı!” diyor. Ve ardından nedenini açıklıyor:
“İstanbul bir ‘dünya şehri’. Kültür ve sanat metropolü… 2010’nün Essen’le birlikte Avrupa Kültür Başkenti seçildi. Sinema, tiyatro, konserler, sergiler, okumalar; kimi uluslararası düzeyde festivaller, toplantılar, fuarlar! İstanbul, çok yakında Paris’i, Londra’yı sollayacak!”
Arkadaşımız daha bunları anlatırken benim başım dönüyor. Yıllardır Ren kıyılarının sessizliğine, Duisburg’un ve Ruhr Bölgesinin mütevazi kültürel yaşamına alışmış insanlar olarak, İstanbul’un bu büyüklüğüne, hızına ve de keşmekeşliğine ayak uydurabilecek miyiz acaba? İnsan ilk anda bu devasalık karşısında kendini birden küçülmüş ve kaybolmuş hissediyor. Koca deryada bir küçük balık gibi! Sen deryanın farkındasın ama, onun senden hiç haberi bile yok!
İstanbul, 24 Mart 2008
© Mevlüt Asar
“Bir uzak masaldın sen çocukluk günlerimde. Akardın bir mavi su gibi rüyalarıma ışıklı minareler arasından”
Ey büyülü Kent! Gönlümün payitahtı İstanbul!
Sen, adını duyduğumdan beni kendine çeken ve kulaklarımdan hiç eksilmeyen büyülü şarkısın. Ta çocukluğumda gördüğüm Yeşilçam filmlerine kulis olan siyah beyaz manzaralarını fantastik renklere boyayarak belleğime nakış nakış işledim.
Biraz büyüdüğümde birçok yaşıtım gibi benim de gönlümü ele geçirmeye çalıştın. Sana her gelişimde merakımı kamçılamak, içimdeki oyun oynama içgüdüsünü tahrik etmek için bir fırsat olarak kullandığını; en baştan çıkarıcı en mahrem güzelliklerim bana uçundan kıyısından gösterip sonra yeniden gizlediğinin farkındayım. Kalbimi sana teslim edersem, karşılığında bana neler sunacağını bana sezdirmek istediğini biliyorum.
Senin kadınsı bir kent olduğunu epey sonra fark ettim. Dişil bir içgüdüyle bana kendini tamamen göstermekten ve teslim olmaktan bilinçli bir şekilde sakındığını anladım. Nazlanmadan, niyazlanmadan, kolayca kendini sunan kadın çabuk unutulur giderdi, ne kadar albenili ne kadar güzel olsa da! İşte bu yüzden koynunda sakladığın gizlerini, yabancıya mahrem yerlerini keşfetmem için beni kışkırtıyor, ben sana yakınlaştığımı sanırken yeni bir maskeyle karşıma çıkarak beni zorlayıp şaşırtıyorsun! Ve ben senden yorulmuş ve hayal kırklığına uğramış olarak senden kaçmak isterken, birden en güzel bir çehreyle bana gülümsüyor, beni yeni bir oyuna davet ediyorsun! Ve toy bir delikanlı yine sana kanıyor, sana tekrar tutkuyla koşuyorum.
Kim bilir belki de kalbimi ta o gece çalmıştın benden… Daha 16 yaşımdaydım. Yaz tatilinde Ankara’dan sana kaçıp gelmiştim. Senin aşkınla tutuştuğum bir yaz gecesini sokaklarında geçirmiş, sonra sabaha karşı deniz kıyısında bir bankta, Ankara otobüsünün zamanın gelmesini beklerken uyuya kalmıştım. Uyandığımda babamın bana liseye başladığımda armağan ettiği, Nacar marka saat kolumda yoktu. Senin usta hırsızlarından biri bana fark ettirmeden saatimi çalarken, mutlaka sen de kalbimi çalmış olmalısın benden. Seni – istesem de – kalbimden silip alamayışım, senden kopamayışım, her defasında eski bir sevgili gibi sana özlemle koşup gelişim belki de bu yüzden.
(İstanbul, 22 Mart 2008)
© Mevlüt Asar
Almanya’da pazar günleri aileyle birlikte olmaya, kentin sokaklarında ya da doğada birlikte gezmeye, yürüyüş yapmaya, bisiklete binmeye ayrılır. Pastane, cafe, bistro, birahane ve lokantalar dışında, dükkânlar, AVM’ler kapalıdır.
Hele günlük güneşlik havalarda parklara, sokaklara hayat gelir, insanlarla dolar. Dünya Kadınlar Günü’ne denk gelen, geçtiğimiz pazar da işte öyle bir gündü. Yakınımızdaki Dinslaken adlı küçük kentin sokakları, kahveleri, parkları yaşlılar, gençler, genç ana babalar, çocuklarla doluydu. Sanki hepsi, loş ve karanlık bir tutuk evi koğuşundan, Nazım Hikmet’in o meşhur şiirinde söylediği “ilk kez güneşe çıkmışlar”dı ve güneşten, havadan, yaşıyor olmaktan başka hiçbir şey onları ilgilendirmiyordu. Kadın, erkek, karşı karşıya geldikleri diğer insanlara, kısa, kaçamak da olsa sakin, mutlu ve gülümseyen bakışlarla bakıyorlardı…
Epey bir süre yürüyüp insanların huzurlu, sakin ve barışçı hallerini gözlemledikten sonra, bir sokak kahvesindeki boş masa görünce bir kahve içmeye karar verdim. Dudaklarında gülücük, ne içmek istediğimi soran genç garson kadına, kahve söyledim, ardından çevremdeki insanları göz ucuyla, biraz da kulak kabartarak izlemeye başladım. Almanca dışında, başka dillerden sözcükler de kulağıma geliyordu, ama Türkçe ya da Kürtçeyi çağrıştıran bir konuşma duyulmuyordu.
Dört kişilik bir masada tek başıma oturuyordum, köpüklü İtalyan kahvesini yudumlarken, bir Alman kadın, diğer sandalyelerin boş olup olmadığını, yanıma oturup oturamayacağını sordu. Gülerek, “Tabii, buyurun,” dedim, “bugün 8 Mart bütün sandalyeler sizin.” Biraz şaşırdı, teşekkür edip oturdu. 35-40 yaşlarında olmalıydı, boylu poslu, sarışın, yeşil gözlü ve bakımlı bir kadındı. Rahatlığı, özgüveni, konuşma stili eğitimli, iş güç sahibi bir kadın olduğunu gösteriyordu. Çantasından sigara paketini çıkarıp “İzinli miyim? Sizi rahatsız eder mi?” diye nazikçe, ama izin alacağından emin bir şekilde sordu. Ben, “Tabii, bugün 8 Mart, her şeye izinlisiniz…” deyince, güldü: “Ah, şimdi anladım ne kastettiğinizi. Bugün Uluslararası Kadınlar Günü değil mi?” “Evet,” dedim, “sizin gününüz, kutlu olsun!”
Teşekkür ettikten sonra sigarasını zarif bir şekilde yakıp ilk nefesi çekti, dumanı yine zarif bir şekilde havaya üfledikten sonra, bana döndü bir süre yüzüme, biraz mahcup, biraz 68’li bir solcuya yarı sempati yarı acıma duygusuyla bakar gibi baktıktan sonra: “8 Mart’ı biliyorum; daha çok sendikacıların ve solcuların kutladıklarını sanıyorum.” dedi. Ardından biraz düşünüp ekledi: “Almanya’da kadınlar için çok şeyler yapıldı, kadın erkek eşitliğini sağlamak için yasalar çıkarıldı… Ben şahsen kendimi pek ezilmiş ya da mağdur olarak görmüyorum. Onun için, 8 Mart’ı pek önemsemiyorum doğrusu.”
Masa arkadaşımın sözlerinden, sohbetin benim hangi ülkeden geldiğime ve oradaki kadın haklarına geleceğini sezdim… Huzursuzlandım, onun bu güzel pazar gününü, anlatmak zorunda kalacağım acı gerçeklerle gölgelemek istemedim. Kendisine “iyi pazarlar” dileyerek kalktım.
Duisburg, Mart 2014
Mevlüt Asar, „İki Ülke – İki Lisan – Bir İnsan“ , S. 41-42, Kibele Yayınları, İstanbul Mart 2018
1- GURBET İKİLEMİ'nden ( Ortadoğu Verlag, 1986 Almanya) Almanya'da Kadınlarımız Renk renk yazmalar uçuşur Almanya sokaklarında Ayşeler Fatmalar Elifler Kırçiçekleri endüstri bahçelerinin Sustular Burçak tarlalarında Susuyorlar Fabrika tezgahlarında Sararmış gelinlikler gibi Kağıt kaplı loş konutlarda Özlüyorlar kırlarda gelincik devşirmeyi Çeşme başlarında türkü yakmayı Sustular Koşulurken yanına sarı öküzün Susuyorlar Akord çalışırken döner şeritlerde Özveriyle döner günler Dünyadan kopmuş yeşil avlularda Anadolu ezgileri akar kulaklarına Bel ağrısıyla düştükçe yataklara Sustular sılada Susuyorlar burada Şaşıyorum sabrınıza ''Acıyı bal eyleme'' gücünüze Bir yanda Analık kadınlık ve işçilik Öte yanda Başörtüleriyle bağlanmış özgürlük Sabır taşı mısınız siz ** Rita Rita köşedeki barda çalışır Gözleri İtalyanca Göğüsleri Rumca Kalçaları Türkçe Dudakları Almanca konuşur Sandro, Dimitris ve ben Üç Akdeniz uşağı birden Garson Rita'ya - Bal sarısı bir kız - Sırılsıklam vurgunuz Rita içki dağıtır İçki değil mavi boncuk Bize gülücüğün sahtesini Hans'a öpücüğün hasını verir Dışarıda sicim gibi bir yağmur İçimizde esen sıcak güney yeli Kalbimizde hoyrat bir horon Rita'nın gönlü ise tangoda Saat gece yarısı on iki Karım camdadır şimdi ** Bir Yabancı Dilin Öğrenilişi Yağmur bulutlarım Kilise çanlarının çağırdığı O kuzey Avrupa kentinden Valizimde kalan Birkaç resim Bir de yabancı dil Karanlık kış günlerinde Bir kız gelirdi odama Adımlarında ceylan sekişi Gözlerinde Akdeniz mavisi Üşümüş ince elleri Sığınırdı usulca iki küçük kanarya gibi Yuva sanıp avuçlarıma Azalınca ellerinin sızışı Çay isterdi mutlaka ince belli bardağı Bir gül gibi tutar Damla damla içerdi Isınıp çıkarınca paltosunu Portakal kokuşu yayılırdı odaya Dışarda yağmur ansızın durur Bıyıklanma ak güvercinler konardı Özgürlük yontusu yüzünü Hafifçe dayayıp göğsüme Bir süre susar Sanki kalbimin söylediği Sevda şarkılarım dinlerdi Nice sonra usulca "Haydi anlat bana Nâzım'ı Kerem ile Aslı'yı Akdeniz'i..." derdi Ağır ağır anlatırken Onun dilinde ben Yanakları al al olur Gözlerinin mavişi derinleşirdi İlk kez onun dilinde "Seviyorum seni" dedim En güzel sevdayı Ayrılığın en acısını O kızın dilinde yaşadım Akdeniz kıyısında şimdi Baktıkça resmi ne Özlüyorum ölesiye Gözlerinin mavisini Avuçlarıma konacak ellerini ** 2- DENİZİNİ YİTİREN MARTI'dan ( Neziher Yayınları, Eylül 2015) ayrılık umut çiçeğe durduğunda ölümü bir gülücük gibi takıp sol yakama "merhaba" dediğimde kavgaya yitirdim elleri uzak bir anı şimdi o sevdalı bahar sabahları ay ışığında öpmek seni adın bir hazin ezgi denizini yitirmiş martının çığlığında kim bilir belki ikinci ömrümüzde bir Ege akşamında tutuşup yine el ele şarkılar söyleyeceğiz o en yalın en içten en genç sesimizle ** Sebep seni, sevmeme sebep gamzendeki gülücük dilindeki büyü yanağından devşirdiğim güldür sen, sevdasına şiirimi sunduğum hayalimde başımı göğsüne dayayıp bulutlarla oynadığım şımarık kız sen, yüreğimin uslanmaz hali aklımın delişmen yanı kalemimin yazdığı son sevdasın nasıl anlatmalı sana hasretimi sen masmavi deniz ben denizini yitirmiş martı ** çiy damlası sen şiirimin yaprağına çiy damlası gibi düşeli dilim lâl kalemim kekeme göğün sonsuz karanlığına direnen titrek yıldızlardan yeni bir alfabe yaptım kendime seni anlatabilmek için içimdeki öksüz çocuğa ** 3- GÜN GELİR'den ( Kanguru Yayınları, Mayıs 2020) Britta'ya yağmur ülkesinin şair kızı, gel birlikte indirelim güneşi karabulutların ardından gurbetimin sarışın sılası, gel kovalım anadilimizden kini, nefreti, düşmanlığı yorgun kalbimin sarı gülü, gel barış dilinde susalım birlikte sonra şiirini yazalım: kardeşliğin, aşkın, kavganın güzel günlere olan hasretin ** gülün aşkı yeni açmış bir gül idim bahçıvan eli değmemişti henüz tenime suretin girdiğinde kanıma aktın yeşil bir gecede yaz yağmuru gibi ılık ılık düşlerime böldü sıcak nefesin seher yeli uykumu ... ah, tutsak olmazdım ben saksılara çağırmasaydı aşk bülbül dilinde değmeseydi tenin bir seher vakti içimin dikenlerine ** armağan şu elimdeki umut sana getirdiğim şu yüreğimdeki sevi sana sunduğum şu da çantamdaki ekmek seninle bölüşmek istediğim ** tanımsız ben ben değildim gözlerime izin düşeli sen bana benden yakın ben sana gökte yıldız idim sen ne sevda ne de aşktın yüreğime düşen bir ateş aklımı çelen bir rüya idin uyandım şimdi saçlarıma ak düşüren o sancılı rüyadan şiir topluyorum “görecek güzel günler”e ** iz benden bir iz kaldıysa teninde say ki dişin elmaya dokunuşu sindiyse saçlarına ellerimin kokusu say ki uzak denizlerin rüzgarı ayışığı değmişse kirpiklerine bil ki imgedir o gecelerimi terleten senden bana armağan ** üşür kalemim bir avuç da kalsa eksik olmadı umut mavisi şiirim göğünden hiç kesilmedi şiirimin sütü ülkemde çocuklara barış adı verileli her mevsim tomurcuğa duracak yüreğime ektiğin yediveren gülü bir seni bir de sevdamı kutsayacak her mevsim içimin yorgun savaşçısı gidersen sen kara kış çöker sevdamın dağlarına donar kardelenler üşür kalemim gitme! **
MEVLÜT ASAR’IN ŞİİRLERİ: “GURBET İKİLEMİ” (*)
Adına “gurbet” dediğin
Bu toprak Filozoflar eskitir
Üstünde başak değil
Fabrika bacası yeşerir
Dinlenmez bu ülkede
İnsana olan sevdan senin
Günlerdir elimde bir kitap. Bakarsan 100 sayfa. Ama içindeki Türkçe-Almanca iki dilli şiirler birbirinden güzel. Acı, umut, sabır, başkaldırı, yazıklanış içeren bu şiirleri Mevlüt Asar yazdı. Kapak ve şiirleri destekleyen iç resimler Silvia Hagedorn’un.
Mevlüt Asar 1951’de Konya’ da doğdu. Yedi yaşındayken ailesiiyle birlikte Ankara’ya geldi. Orada okuyup üniversite bitirdi. 1977’nin sonunda Almanya’ya göçtü. Duisburg’da küçük “Merhaba” gazetesini yönettiğim .aylarda tanıdım kendisini. Öğrencililere okutulan Türkçe ders kitaplarının tutarsızlıklarını eleştiren bir yazı getirmişti. Öğretmenlik yapıyordu. Sonra pek çok meslek toplantısında rastlaştık. Yabancı işçi çocuklarının eğitim sorunlarıyla uğraşan ve kısa adı RAA olan iş yerimde düzenlediiğim Edebiyat Akşamları’nın izleyicisi ve destekçisi oldu. Meslek toplantılarında akıcı Almancasıyla yabancı işçilerin sorunlarını dile getirdiği konuşmalarım dinleyenler onun dalları kuş ve ışık yüklü çınarlar örneği bir kişilik olduğunu elbet anlar, ama kendini saklayan bir şair olduğunu dünyada düşünemez.
Onun özlü, pırıl pırıl, başkalarından çok kendine benzeyen, ağır başlı bir sessizliğin içinde sevgi ve öfke topları fışkırtan şaşırtıcı bir kişiliği var. Şiiri kimi zaman iki üç tekil sözcükle insanı büyük çoğullara götürüyor.
Kuzeyden esen bir sert rüzgar
Dağıttı köylerimizi
Koyup gençliğimizi
Tahta bavullara
Toplandık tren istasyonlarına
Koştuk kara vagonlar doluşu
Soğuk kentlerine Avrupa’nın
Elimden düşmeyen bu kitap daha basılmadan, onun içinde yer alan şiirlerden ikisi türküleşdirilip Duisburg ve çevresinde yapılan gecelerde söylenmişti. Buna benzer düşünce ve duygulara onlan dinlerken de kapılmıştım. Bilmiyorum kaç yılın, kaç uzun günün, gecenin ürünüdür bu dizeler?
Mevlüt Asar’a bunca güzel şiirler yazmışken niçin kitap çıkarmayı düşünmediğim sorduğum-da, yağız bozkırlı yüzünde alevler parlamıştı, Uzun süre böyle bir karan olmadı. Oysa şiirleri almış basını gidiyordu. Dergilerde basılıyor, okullarda okunuyordu. Özellikle Duisburg ve çevre okullarında Alman öğretmenler onları ders konuşu yapıyorlardı. Şiirleri böylesine yürürlüğe giren şairin kitap çıkarmayacağım diye direnmesi çoğu zaman boşunadır,
Oberhausen’deki Ortadoğu Yayınevi onun direncin! kırdı, kitap elimizde. Böyle kitaplar çıktığında biri bunlardan söz etmeli. Ama Duisburg’da eleştirmen olacak arkadaşlar henüz beğeni ya da tepkilerin, yazıya dökme aşamasına gelmediler. Bir eleştirmen olmadığım halde Mevlüt Asar’ın kitabım ele alışım bundan. Nice deneylerle biliyorum, bin bir emeğin ürünü kitaplar, onları yazanların umutlarıyla birlikte, dibi belirsiz sessizlik kuyularına atılmış taşlar gibi yitip, unutulup gidiyorlar hem de hiçbir yankı uyandırmadan. Bu büyük haksızlığa kendi çapımda başkaldırırken zaman azlığı yüzünden, tanıtılması gereken her kitabı tanıtamıyor, böylece ben de bir haksızlık yapıyorum. Kimi bol sözcüklü arkadaşlar, yeterince gelişmemiş yazarların kitaplarını abartarak övdüm diye beni iğneleyip sözlü yazılı eleştirdiler. Kitap tanıtmayan, eleştiri yazmayan, kimselerin hiçbir kusuru, eksiği olmaz. Kusur ve eksikler elbet bir şeyler yapıp ortaya koyanlarda görülür. Benimkilerin iyi niyetime bağışlanmasını dilerim.
Ey Akşam ülkesi’nin yorgun
insanı öyle uzak
Öyle yabancı durma bana
Hepinize merhaba
Mevlüt Asar, Ren ile Ruhr’un birleştiği yerde 600 bin nüfuslu bu büyük endüstri ve işçi şehrinde sanki bir Türk işçisi adına konuşyor. Yunus’un, Mevlana’nın, Nazım’ın, Sinan’ın yurdundan göğsü armağanlar ve dostça isteklerle dolu gelmiş, ama tokalaşmak için uzattığı eli havada, verdiği selam dudaklarında kalmış gibidir.
Gözüm yok
Ekmeğinizde suyunuzda
Bağdaş kurup aranıza
Ortak türküler söylemeğe geldim
Hans-Herbert Dreiske adlı genç Alman şairi ses veriyor sesine: “Yüreğinde ve ellerinde getirdiklerinin çok olduğunu biliyorum. Bir gün oturup birlikte türküler söyleyeceğiz, mutlaka…” Bu şiiri Mevlüt Asar kitabinin arka kapağına almış.
Gene de kırgındır şairimiz. içinde acılar yumaklanır.
Tarih öncesi
Bir mağaradayım sanki
İçeride
Sürek avı
Dışarıda kurt ulumaları
Bir çocuk ağlıyor içimde
Aynı zamanda bir kültür şehri olan Duisburg’da insan yalın gözle her şeyi göremez. Endüstri dumanları gözyüzünü sürekli kapatır. Ortalığı sık sık sisler kaplar, Buna bir de yabancı olmanın getirdiği çekingenliği ekleyin. Görmek gerçekten zorlaşır.
Çoğaldıkça iş yerlerinde robotlar
Artıyor yaratan ellerin korkuşu
taşıyor utancı işsizliğin
Kuytu yerlerinden parkların
…
Bir avuç güneş
Birkaç hasta tomurcuk
Düzeltecek sanki her şeyi
Şairin sılası Konya, Ankara bugün ne denli yoksul olursa olsun, bol güneşi, Eti, Selçuk, Osmanlıı, kat kat kültürleriyle sürekli özlenir. Orası mı, burası mı? Seçimi zor bir ikilemdir. Orada güneşli doğa, burada iş ekmek…
Alışmak gerek artık buna
Hiç olmayacak o alev topu
Dumanlı gökyüzünde Duisburg’un
Kocaman kırmızı bir elma
Zaman zaman birahanelerden birine dalar Içeride İtalyan. Yunan arkadaşlar. Kitapların yazdığı kadar bir dayanışma ne yazık yoktur, Şairimiz bulduğuyla yetinir:
Garson Rita’ya –
Bal sarışı bir kız-
Sırılsıklam vurgunuz
Bize gülücüğün sahtesin!
Hans’a Öpücüğün hasını verir
Saat gece yansı on iki
Karım camdadır şimdi
Anadolu erkeğinin içi ne dönük efendi görgüsü,. Ancak çocuk bayramlarında, sokak şenliklerinde, karnavallarda biraz neşesi açılır. Umutları, düşleri akmaya başlar..
Bir sihirbaz olsam
Elimde sihirli değnek
Yok etsem açlığı
Kaldırsam yeryüzünden
Ulusları ayıran sınırları
Alman öğretmenin hasta olması ya da izin alıp gitmesi nedeniyle yerine derse girer gün.
Sevinçliyim
öğretmeniniz yerine
Size konuk gelişime
Ama bir saat gerçekte 45 dakikadır, bitiverir.
“Üzülmeyin çocuklar” dedim
“Bir başka sefere hoşça kalın”
Doyum yoktur çevrede, günlük yaşamda. En kötüsü de gidip gidip gelen sıla özlemidir, yurtsama. Ne yapsa etse, üç dört bin kilometre uzaklardaki güneşli yurttan kopamaz.
Yurdum
Uzaklarda
Yıkılmış Bir gül bahçesi
Kesin dönüşe zorlanan İşçi ise daha da kırgındır:
Utanın ey kentler
Duisburg Essen Dortmund
On beş yıl boyunca temizlediğim
Meydanlarınız tren istasyonlarınız
“Türkler dışarı” yazılarıyla kirlendi
Oysa taşıyacağım dizlerimde ömür boyu
Tutulduğum romatizmanın sızısını
İşte gidiyorum şimdi
Düşlerimi bırakarak burada
Hoşça kalın elveda
Gel yerle? buraya, havasına suyuna uy. Bu yakınmaları da keş.,. Demezler ya. Dediklerim varsayın, “Hayır” der. Git denince de kırılır. Zorun zoru ikilem budur. Önceki yurdundan kopamamış, yeni yurduna yerleşememiş işçinin acı buruk duygularıyla örülür Mevlüt Asar’ın şiiri.
Bugünden besbellidir, bir gün bu ikilem bitecek, şairimiz yeni şiir çevrelerine açılacak. Ama o zaman da şimdiki acılı konularım bırakmayacak. Bir sigara molası zaman içinde düşlere dalan madenciyi, tezgah basında. tıpkı yurttaki gibi, sabır taşından beter susan “endüstri bahçelerinin kır çiçekleri” Anadolu kadınlarım hiçbir zaman şiirinin dışına atmayacaktır,
İlk kitabında 100 sayfaya serpilmiş otuz şiirin küçüklü büyüklü dizelerinde büyük şiirin çekirdekleri saklı. Yakında onlar çatlayıp yeşerecek, Mevlüt Asar bize bu umudu fazlasıyla veriyor.
“Gurbet İkilemi”nin uygun yerlerine ünlü yazarlardan alıntılarda serpiştirmiş. Hermann Kosack, “Şiir yazmak yazan ile okuyan arasına bir köprü kurmaktır” diyor. Bizim atasözünü başka türlü anımsatan Christian Morgenstern’in sözü epey düşündürücü: “Kişinin sılası oturduğu yer değil, anlaşıldığı yerdir.”
Biz iş gücü çağırdık, insanlar çıkıp geldi” diyen ünlü yazar Max Frisch ise. ikilem içindeki insanımıza ve şairimize, yıllar önceden arka çıkıyor: “Bizim yurdumuz İnsandır.”
Bir dizede bin anlam ile gönlümüzü dolduran Mevlüt Asar’ın şiir harmanı büyük. Dilerim üstüne zehirli yağmurlar yağmaz, taneler sele gitmez. O harmandan sadece Duisburg’da değil, yurdumuzda ve bütün dünyada insanlara azık olur. Onun gibi biz de umutluyuz:
Kalbinde yeşeren inanç
Ellerinde büyüyen isyan
Yıkacak bir gün mutlak
Gökyüzüne çekilen duvarı
(*) Mevlüt ASAR, GURBET İKİLEMİ/DİLEMMA DER FREMDE Şiirler/Gedichte, 1986, Ortadoğu Verlag Diana Str. 43, 4200 Oberhausen 11