Gedichte auf Deutsch

Frühling in Duisburg

Es ist April
Der Himmel ist traurig 
Die Wolken sind weinerlich 
Nur die Fabrikschornsteine Lachen in Duisburg
Je mehr Roboter an den Werktischen
Desto größer wird die Angst der schaffenden Hände
In den dunklen Ecken der Grünanlagen
Ist die Scham der Arbeitslosen
Nicht mehr zu verbergen
Wenn du nach Hoffnung fragst
Sie ist ein großer Luftballon
In der Kralle des preußischen Adlers
Er wird gleich platzen
Die Duisburger warten schweigend ab
In alten Arbeiterwohnungen
Die schützend nahe
Doch weit entfernt sind
Werden Väter mit leeren Bierflaschen
Und die Kinder mit “Micki — Maus” filmen
In der Nacht zum Schlafen gebracht
Ein armer Maler
Von dieser Landschaft erschreckt
Setzt sich ans Rheinufer
Er hockt vor der Leinwand
Und ruft den Frühling
Als ob eine Handvoll Sonne
Und ein paar kranke Knospen
Alles wiedergutmachen könnten         .
**
Rita

Rita arbeitet in der Bar an der Ecke
Ihre Augen sprechen Italienisch
Ihr Busen Griechisch
Ihre Hüften Türkisch
Ihre Lippen sprechen Deutsch
Sandro, Dimitris und ich
Wir drei Männer vom Mittelmeer
Alle sind in Kellnerin Rita
— Sie ist honigblond —
Bis über beide Ohren verliebt
Rita schenkt Schnaps aus 
Flirtet mit jedem von uns zugleich 
Uns gibt sie unechtes Lachen 
Aber Hans einen wahren Kuß
Draußen regnet es Bindfäden 
In uns weht ein warmer Südwind 
In unseren Herzen sprudeln Sirtakis 
Und Rita wünscht sich einen Tango
Es ist zwölf Uhr nachts 
Meine Frau wartet jetzt sicher am Fenster
**
frisches Gedicht

aus den vermissten Träumen
geerntet in langen Nächten 
wachte ich auf und kam zu Dir
als der Morgen sich mit Regen wusch
im meinem Mund der Geschmack des Weins
auf den Lippen das Pfeifen 
eines jungen Mannes
in der Tasche ein frisches Gedicht
und an meinen Fingern 
die Spannung des Abzugs
mein Dichterherz wird
nie wieder schlagen
wenn ich dich nicht überzeugen kann
von der fruchtbaren Schönheit
des Liebens und des Lebens
**
Rückblick

Was gegen das Ufer brandet,
sind nicht die Wellen
sondern unsere Träume,
um sie zu sammeln, kamen wir
einen Kontinent weit her
Was uns in der Hand bleibt
sind nur Kieselsteine und Algengeruch
Wir fragten nie
woher das Salz des Meeres kommt
Verbannt in die kalten Städte
überlassen wir unser Schicksal
dem Stern des Nordens
und vergessen die Wärme des Südens
Nun brennen unsere blassen Gesichter
in der Sonne des Mittelmeers
In der Kühle des Abends
sitzend in einer Strandbar
bei einem Glas kaltem Raki
versuchen wir zu vergessen,
die unerfüllten Träume
und die vergeudeten Jahre
in der Fremde
**

Tagebuch des Exils

durch Gewalt wurdest du vertrieben 
über Grenzen hinaus ins Exil
versperrt sind die Wege
die dich in die Heimat führen
ein Meer des Schweigens sind sie nun
die fernen Länder, in denen du Asyl suchst
einsamen Inseln gleich sind die großen Städte
in denen du zu Gast bist
die Wärme der Sonne
in diesem regnerischen Himmel
erreicht nicht dein Herz
die bunten Straßen, die du begehst
ängstigen dich wie Minenfelder
das stumpfe Messer der Sprachlosigkeit
entfremdet deinen Gruß
du sehnst dich nach ein paar Worten 
die heimatliche Lieder auf deinen Lippen
sind Salz in deinen Wunden
nur drei Worte fließen aus deiner Feder
ins Tagebuch des Exils:
Abschied, Einsamkeit 
und Hoffnung
**
Aussteigen

eines müden Großstadtabends 
möchte ich einen Punkt setzen
dem eintönigen Alltag des Lebens
und die nicht erlebten Jahre
die veralteten Träume
die noch blutenden Erinnerungen
ganz dick durch streichen
dann alles
was vom Leben und von der Hoffnung
übrig geblieben ist, in einen Koffer packen
am Bahnhof in den nächsten Zug einsteigen 
und mit einer endlosen Reise 
nach Süden beginnen
– die großen Kämpfe sollen die anderen weiterführen –
sagt dem Lokführer
er soll nur fahren, nie anhalten
in diesen kalten Ländern 
und in den Großstädten
die nach Einsamkeit riechen
sobald die Morgensonne das Mittelmeer küsst
möchte ich erneut meine Jugendzeit umarmen
**

Nikolaus

Euch Kinder
habe ich Liebe mitgebracht
aus meiner Heimat Myra in der Türkei
Liebe – so warm wie das Mittelmeer
und so groß, dass es für alle reicht
Euch Kinder
habe ich Glück mitgebracht
als ein kleines Geschenk
von alten Festtagesabenden
die lachenden Kindergesichter
Euch Kinder,
habe ich Freude mitgebracht:
Schattenspiele von Karagöz
Märchen vom Glatzkopf Keloglan
lustige Witze von Nasreddin Hodscha
Euch Kinder
habe ich Frieden mitgebracht
vom Berg Ararat weiße Tauben
von der Ägäis grüne Olivenzweige

**
mit vierzig

Nie im Bett war uns so kalt wie jetzt
wir träumten nur von dem
was uns die Seele erwärmte
Im Himmel, der uns zudeckte
fehlten niemals die Sterne
So schweigsam waren wir nie
wir hatten viel zu erzählen
und redeten nächtelang
von der Philosophie, von der Revolution
und von der glücklichen Zukunft
Damals gab es die Wörter:
Verlieren
Irrtum
Alt werden
oder Sterben
nicht in unserem Wörterbuch
Nun haben wir Angst
vor der Zukunft
vor der Liebe
und vor dem Tod

umut gömücüler *

Aylin, salonun geniş penceresinin önünde durmuş masmavi akan Boğaz’ı seyrediyordu. Bulunduğu mekan, İstanbul’daki ünlü bir yayınevinin merkezinin üst katındaki toplantı salonuydu. Biraz sonra basın toplantısı başlayacak ve yeni yayınlanan kitabı, yazılı ve görsel medyanın sanat, edebiyat redaktörlerine, eleştirmenlere tanıtılacaktı. Karmaşık duygular içindeydi, ama bu duygular arasında kesinlikle sevinç yoktu. Bu anı yaşamak için ödemek zorunda kaldığı bedelin ağırlığı yüreğini acıtıyor, sevinmesini engelliyordu.

Birden, omuzuna konan bir elin ağırlığını fark etti. Oteldeki iri taşlı altın yüzükten ve burnunu dolduran ağır losyon kokusundan, gelenin yayın evi sahibi Volkan Taşkın olduğunu anladı. Midesi bulandı, yine de gülümsemeye çalıştı. Adamın “Ne düşünüyorsun?” sorusuna karşılık bir an gerçekten ne düşündüğünü onun suratına haykırmak istedi, sonra vazgeçip kuru bir “Hiç”le geçiştirdi. Belleğinde canlanan bir önceki gece ye ait resimler midesindeki bulantıyı artırınca, iki elini birden karnına bastırdı. Adam, ”Heyecandan,” dedi kaygısızca, “Sakin ol!”

Şu anda tatlı bir heyecan duymayı ne çok isterdi. Hep bu anı beklememiş miydi? Günlerdir reklamı yapılan kitabıyla seçkin gazetecilerin, eleştirmenlerin karşısına çıkıp övgüler toplayacağı bu anı düşlememiş miydi? Bunun için her şeyi göze almamış mıydı? Şu içindeki sesi susturabilse, Volkan Taşkın’ın yatağında yaşadıklarını unutabilse, tenine yapışan kirden arınabilse, işte o zaman kendini mutlulu hissedebilirdi.

Aniden salonun kapısı açıldı, önde yayınevi müdürü Ahmet Bey, ardından davetliler, onlara eşlik eden kameralar, fotoğrafçılar salona girdiler. Volkan Taşkın, Aylin’in koluna girerek basın toplantısı için hazırlanmış masaya doğru götürdü. Patlayan fotoğraf flaşları, yanan kamera spotlarının parlak ışığı altında her şeyi unutup masada kendisi için ayrılmış yere oturdu. Sağında oturan Genel Yayın Müdürü Ahmet Bey, medya mensuplarını her zamanki kibar tavırlarıyla selamlayıp geldikleri için teşekkür etti. Ardından Türk edebiyatına yeni bir yazar kazandırmaktan onur duyduklarını belirterek, sözü Aylin’e verdi. Aylin, artan heyecanını yatıştırmak için bir kaç kez öksürdü, sonra sakin bir sesle konuşmaya başladı:

– Nazan’ın Dünyası adlı romanımın tanıtımına katıldığınız için teşekkür ederim. Daha önce Almanya’da yayımlanan kitaplarımı saymazsak bu benim Türkiye’de yayımlanan ilk kitabım. Roman, adından da anlaşıldığı gibi, bir Türk kızının çelişkiler, çatışmalar ama bir o kadar da farklılıklar, zenginliklerle dolu yaşam öyküsünü anlatıyor. Bir başka deyişle, göçmen bir ailenin kızı olan Nazan’ın önüne çıkan tüm engellere karşın ne pahasına olursa olsun, yükselmek ve mutlu olamak için verdiği mücadeleyi, sonunda kazandığı zaferi anlatmaya çalıştım. (Bir süre sustu: Nazan’ın kazandığı zaferin kendisi için bir teslimiyet olduğunu düşündü!) Romanın ayrıntılarına girmek istemiyorum. Buyurun sorularınız varsa, onları yanıtlamaya çalışayım.”

İlk soru bir kadın dergisinin redaktöründen geldi:

– Yazın serüveniniz nasıl başladı?

– Gençlik yıllarımda başladım yazmaya. Konuşacak, dertleşecek kimse yoktu. Çevremdekilerin beni anlamadığını düşünüyordum. Duygularımı, düşüncelerimi kağıda dökmeye başladım. Bunun bana iyi geldiğini fark ettim. Böyle başlayan yazma uğraşım, zamanla bir tür tutkuya dönüştü..

– Peki, yazdıklarınızı okuyucuyla paylaşmak, yayınlatmak fikri nasıl oluştu?

– Öyle bir an geldi ki, tanımadığım, bilmediğim diğer insanların, yazdıklarıma gösterecekleri tepkiyi merak etmeye başladım. Fakat Almanca yazdığım ilk kitabımı yayınlatacak bir yayınevi bulmak kolay olmadı. Epey bir kapı çaldıktan sonra, “alternatif kitaplar” yayınlayan tanınmış bir yayınevi kitabımı basmayı kabul etti. Bu ilk öykü kitabımı elime aldığımda dünyalar benim oldu. Eleştirmenlerin olumlu tepkisi, okuyucuların ilgi ve beğenisi beni daha çok yazmaya teşvik etti; daha yoğun ve uzun soluklu yazmaya başladım…

Bir büyük gazetenin sanat köşesi yazarı söz aldı:

– Romanınızı Türkçe yazmak size zor gelmedi mi? Çocuk yaşta Almanya’ya gitmişsiniz, Türkçeyi unutmadınız mı?

– Okuduğum okullarda verilen isteğe bağlı Türkçe anadili derslerine katıldım. Lisede okumamızı, yazmamızı teşvik eden, iyi bir edebiyat öğretmenim oldu. Yazdıklarımı beğeniyor, yetenekli olduğumu söylüyordu. Buna rağmen ben de başlangıçta Türkçe bir roman yazıp yazamayacağımdan emin değildim. Ama anadilimde de yazmak için müthiş bir istek duyuyordum. Önce kısa denemeler, öyküler yazdım. Okuyanlar yazdıklarımı beğeniyor, Türkçemin de Almanca kadar güzel olduğunu söylüyorlardı. Türkçe bir roman yazmak gibi bir amacım olmadığı halde, sonunda bu roman ortaya çıktı…

Romanını Türkiye’de yayınlatarak, adını oradaki edebiyat çevresinde tanıtmak, Türkiye’deki okurlara ulaşmak arzusu yüzünden, son birkaç ay içinde yaşadıkları belleğinde canlanınca keyfi kaçtı. İçinden,“Bir bitse şu toplantı,” diye geçirdi içinden. Kendini çok yorgun hissediyordu. Tek istediği otel odasına çekilip yatağında dertop olup uyumak, uyumak, uyumaktı. Aylin’in kafasından bunlar geçerken, tanınmış bir sanat ve edebiyat dergisinin eleştirmeni Tayfun Keskin söz istedi. Edebiyat dünyasında oldukça etkin olduğundan, söylediklerini duyabilmek için herkes susmuştu. Aylin huzursuzlandı. Yayın evinin sahibi Volkan Taşkın, mutlaka onunla yemeğe çıkmasını, romanı hakkında iyi şeyler yazması için etkilemeye çalışmasını tavsiye etmişti. Fakat, Aylin bunun ne anlama geldiğini sezdiği için bu teklife hiç sıcak bakmamıştı.

-Aylin Hanım, kitabınızı okudum. Kendi yaşadıklarınızdan yola çıkarak yazdığınız bu roman, kimilerine ilginç gelebilir. Ama bana göre “artist olmak isteyen yoksul kız” izleğinin Almanya versiyonundan başka bir şey değil. Belki önyargı diyeceksiniz ama, Almanya’da Türkçe yazılan kitapların kalitesi genellikle düşük. Gerek dil gerek içerik olarak üst düzeyde bir edebiyat yapıldığı söylenemez. Sizin romanınızda da hem kurgu ve hem dil yanlışları var. Bence romanınızın en başarılı bölümleri kahramanınızın cinsel dünyasını anlattığınız bölümler. Oldukça erotik betimlemeler var. Bu sahneleri yazabilmek için çok görmüş geçirmiş olmak gerekir öyle değil mi?

Aylin’in huzursuzluğu giderek gerilime, gerilimden öfkeye dönüştü. Bir şeyler söylemek, adamı susturmak istedi, fakat sözlerin boğazına düğümlenip kalmasından korktu. Masadaki bardaktan elleri titreye titreye bir yudum su içti. Sonra birden ayağa kalkıp su bardağını, Tayfun Keskin’e doğru fırlatarak bağırdı:

– Yeter, aşağılık herif! Kafanın içinde beyin yerine cinsel organ mı var! Romanı okurken kaç kere mastürbasyon yaptın?

Aylin’in titreyen sesi birden kesildi, kendini düşer gibi sandalyeye bıraktı. Bir an herkes şaşırmış ne diyeceğini ne yapacağını bilememişti. Tayfun Keskin, kıpkırmızı bir suratla üstüne dökülen suları eliyle silkelemeye çalışıyordu. İlk kendine gelen genel yayın müdürü Ahmet Bey oldu:

“Beyler, özür dileriz. Aylin hanım oldukça yorgun, son günlerin stresi olmalı! Tanıtım toplantımızı burada bitirelim lütfen. Tekrar özür dileriz,” diyerek Aylin’in yanına geldi. Şefkatle omuzlarından tuttu, kulağına bir şeyler fısıldayarak salondan çıkarmak istedi. Aylin, çok sakin bir sesle; “Lütfen bırakın beni Ahmet Bey, henüz söyleyeceklerim bitmedi,” dedi.

Ayağa kalktı birkaç kez derin nefes aldıktan sonra, karşısında oturanları teker teker süzdü. Bu sırada Tayfun Keskin’in kapıya doğru hızlı adımlarla ilerlediğini gördü. “Korkak!” dedi, içinden. Sonra yüzüne yansıyan bir boşvermişlik ve acı tebessümle tane tane konuşmaya başladı:

– Sizin peşinden tutkuyla koştuğunuz, hayatınıza anlam katacak bir düşünüz oldu mu hiç? Şayet olsaydı, benim ve hayatını yazdığım Nazan’ın düşlerine saygı duyar, düş kurmayı seven binlerce insanı kendine çeken bu kentte boğmaya, Boğaz’ın sularına atmaya kalkışmazdınız. Almanya’da bir yabancı kadın yazara gösterdikleri ilgi ve saygının onda birini, Anadilimin konuşulduğu bu ülkede görmedim. Yayınevleriniz emeği sömürülecek bir Almancı, eleştirmenleriniz acemiliğinden yararlanılıp yatağa atılacak bir yazar adayı olarak gördüler beni. Tamam, siz kazandınız! Almanya’da ulaştığım başarıya bu ülkede ulaşmanın bedelinin çok ağır olacağını bana öğrettiniz, kutlarım sizi!

Aylin, gözleri yaşlı fakat mağrur bir şekilde ayağa kalktı,masada duran romanlardan birini alıp ortasından yırttı. Bir parçasını medya mensuplarına, öteki parçasını allak bullak bir yüzle olanları izleyen Volkan Taşkın’a fırlattı ve ekledi: “Bedeli fazlasıyla ödenmiştir, değil mi!” Ardından olan biteni tam kavrayamamış olan medya mensuplarına dönerek acı bir gülümsemeyle, “Siz de münasip yerlerinize kına yakabilirsiniz!” dedi. Kalkıp hızla kapıya yöneldi. Çıkmadan önce durdu, salondakilere baktı, ardından “Tschüss sayın umut gömücüler!” diyerek gözden kayboldu.

*) © Mevlüt Asar, “Aynadaki Kelebek”, Neziher Yayınları, Ekim 2014

%d blogcu bunu beğendi: