Geldiğimiz noktada düşünecek ve söylenecek o kadar çok şey var ki! İnsan, sorumluluk bilincine sahip olunca, dünyanın gidişatını, yaşadığımız, doğduğumuz ülkelerin halini, hem insanlığın hem kendisinin büyük küçük dertlerini düşünmeden, çözüm için kafa yormadan yapamıyor.
Sadece düşünmek yetmiyor, bir de düşündüklerimizi, gördüğümüz acı gerçekleri insanlara, onları kırmadan, incitmeden, yanlış anlaşılmadan anlatmak gerekiyor. Oysa kirletilmiş, iğfal edilmiş, su katılmış bir dile mahkumuz. Kirletilmiş, kutuplaşmış, yıpratılmış bir dilde insanlara gerçeği anlatmak, yeni ve bir şeyler söylemek kolay mı? Buna rağmen Türkiye konusundaki, düşüncelerimi, endişelerimi objektif ve anlaşılır bir şekilde dile getirmeye çalışacağım.
Avrupa’dan bakınca Türkiye’nin giderek dünyadan hızla kopuşu, dünyada olup bitenler kendi at gözlüğümüzle bakışımız, her şeyi kendi geçmişimizle bağlantılamaya, kendi korkularımız, endişelerimiz ve vizyonumuzla değerlendirmeye çalışmamız daha bir somut görünüyor. İktidar sorununun siyasi gündemin temel sorunu olaması, yurttaşların kutuplaşması,
[…]
Küresel bağlamda, tüm insanlığı ilgilendiren çok acil ve derin bir “iklim sorunu”, bir açlık “sorunu”, bir “gelir ve kaynak dağılımı sorunu” varmış, bizi pek hatta hiç ırgalamıyor. Biz hâlâ (türban, kız-erkek ilişkisi, ulusal devlet, ulusal bağımsızlık… vb. gibi ) orta çağın ya da 19 uncu yüzyılın dini, ahlaki ve politik paradigmaları ya da referansları ile günümüzü yargılıyor, geleceğimizi kurmaya kalkışıyoruz. Tarihin tekerini, geriye çevirmeye çalışmak bir erdemmiş gibi kendimizi ve dünyayı kandırmaya çalışıyoruz…
Ne diyeyim, yine moda ve prim yapan bir deyimle “Allah sonumuzu hayır etsin!”
Duisburg, Mart 2015
*) “İki Ülke-İki Lisan – Bir İnsan“, Kibele Yayınları, Mart 2018