kitaplar, biz ve çocuklar (*)

İnsanoğlunun “entelektüel özerkliği” çağımızda büyük bir kuşatmaya uğradı, iletişim araçları (medya) alanındaki her yeni gelişme kuşatmanın çemberini biraz daha daraltıyor. Dünyayı, yaşamı ikinci, üçüncü ellerden görüp algılıyoruz. Düşünce üretmiyor, hazır düşüncelerle doyuruluyoruz. TV, video, radyo, elektronik araçlar insanı “dışarıda gürül gürül akan” dünyadan yalıtmanın, onu edilgenleştirmenin, dahası düşünme yetisini körleştirmenin işlevleriyle donatılıyor.
Çocuklarımız da aslında bu resmin dışında değiller. Hatta onların kuşatılmışlığı yetişkinlere göre daha büyük boyutlarda. Onları baştan çıkarmaya verilen önem belki de daha fazla. Renkli ekranların, elektronik sihirbazlıkların çekiciliği kapıp götürüyor çocukları. Bu kuşatmanın amacı, sistemle bütünleşen, tek tip düşünen tüketiciler yaratmak. Bunun farkında olan bilim adamları, psikologlar, pedagoglar gelişmeleri kaygı ile izliyor, iletişim araçlarının bu saldırısını önlemenin yollarını arıyorlar. Özünde insandan ve yaşamdan yana olan gerçek edebiyat da bu gelişmelere karşı direniyor. Çünkü gelişmeler sonucu, okumak çağımızın en zor, en gereksiz bir eylemi konumuna düşürülüyor. Okuyan insan sayısı giderek azalıyor.
Okur yazar oranının çok düşük olduğu, kâğıt tüketiminde dünya sıralamasında en alt sıralarda yer alan bir ülkeden, Türkiye’den Almanya’ya göçmüş insanların durumu ise endişe verici boyutlarda. Okuma alışkanlıkları olmayan Türkiyeli göçmenler denetimli bir iletişim araçları tüketimi (Medienkonsum) yapacak konumdan çok uzaktalar. Buna bir de kültürel yaşamlarına göçün getirdiği kısırlık eklenince,
dünyalarını Türk televizyonlarındaki dizilere, arabesk türkülerin içeriğine ya da renkli gazetelerin çarpık haberlerine indirgiyorlar. Dünyayı değişik perspektiflerden gösteren, yorumlayan diğer şeylere kulaklarını ve gözlerini kapatıyorlar. Edebiyatla, sanatla ilgilenmeyi yararsız bir eylem olarak algılıyorlar. Çocuklarını ders kitapları dışında
kitap okumaya özendirmek gibi bir kaygıları yok.

Şüphesiz ana-babaların hepsini bu gruba katmak yanlış olur. Çocuklarımızın hepsi de ana-babaların genel tavrını benimsemiyorlar. Özellikle düzenli bir eğitim görme olanağı bulanlar, kendi özgün koşullarında okumanın boş bir uğraşı değil, bir zorunluluk olduğunu öğreniyorlar. Gözleyebildiğim kadarıyla okumaya yöneliş, “Ben kimim?” sorusuyla başlayan ve “yeni bir kimlik” aramaya varan süreçte kendini gösteriyor. Bu süreçte karşılaştıkları soruları/sorunları ne
yaygın-egemen iletişim araçları, ne televizyon, ne Yeşilçam filmleri ne
de arabesk yanıtlayamıyor. Böylece okumanın verimli tarlasına adımlarını atıyorlar. Almanca ve Türkçe yazılmış edebi yapıtlara, bilgi verici kitaplara sarılıyorlar. Ne var ki bu sarılış genellikle ya oyumsuzluk ya da düş kırıklığı ile sonuçlanıyor. Karşılarına çıkan ilk güçlük kitaba ulaşmak oluyor. Kitapla buluşabilecekleri yerleri tanımıyorlar. Buraları tanıyınca kısıtlı bir sunumla karşılaşıyorlar. İkinci güçlük kendini dilde
gösteriyor. Çocuklarımızın çoğu Almancayı yeğliyor. Ama onların ilgi alanlarına giren Almanca yapıtlar çok değil. Bulabildikleri Türkçe kitapları okurken zorlanıyorlar. Bu zorlukları aşmayı başarabilenler de okudukları kitaplarda aradıklarını bulamıyorlar. Gerek anadillerinde gerek Almanca’da okudukları kitaplar onları doyurmuyor. Bu yazıların-yapıtların çoğunda kendi gerçekliklerinin ya saptırılmış-tahrif edilmiş ya da hiç ilgisi olmayan yansımalarıyla karşılaşıyorlar. “Kendileri için” ya da kendilerini anlatan bu yazılanları bir köşeye fırlatıp atıyorlar. Hatta bir kısmı “Ben daha iyi yazabilirim” diyerek, yazıcılığa
soyunuyor.
Alman yazarlarının yabancı-göçmen çocukları konu alan kitaplarını-yazılarını iki grupta toplamak mümkün: Bunlardan bir kısmı Avrupa Merkezci (Eurozentrik) düşüncenin ürettikleri. Bunların belirgin özelliği göçmen çocukların geldikleri ülkelerin, dolayısıyla ana-babalarının
ilkelliğini ortaya koymak, onların kültürel-eğitsel normlarını eleştirmek, hatta aşağılamak oluyor. Bu yazarların niyetleri üstü kapalı da olsa, göçmen çocuklarını özlerinden koparıp onlardan “Avrupalı insanlar” yaratmak. İkinci gruba girenler ise, olaya misyoner bir anlayışla/bakışla yaklaşanlar. Bunların yazdıklarının belirgin özelliği ise çocuklarımızın nasıl acınacak durumda olduklarını, dokunaklı bir biçimde yansıtmak ve böylece de yerlilerin vicdanlarını entegrasyona
açmak.
Göçmenliği ya da göçmen çocuklarını konu alan Türkiyeli yazarların yapıtlarından birçoğu da izlekleri ve içerikleri açısından yukarıdakilerden daha iyi değil. Türkiye’deki çocuk edebiyatı anlayışının yanlış çizgilerinin yansımasını bir kıyıya koysak bile, Almanya gerçeğine doğru yaklaşanların sayısı çok az. Yeni iklimlerin bitkilerine, eski yöntemle aşı vurma gayretleri çok. Yazarlarımız yazarken “Kime yazıyorum?” sorusunu pek sormuyorlar kendilerine. Belki de çocuk ve
gençlerin yeni “kimlik arayışlarını” görmezden gelip Avrupa’da “Türkiyeli insanlar” yaratma çabasındalar. Bunların yapıtlarında, Alman meslektaşlarının (birinci grubun asimileci, ikinci grubun entegrasyoncu yanı ağır basan) tutumlarını dengelemek kaygısıyla olsa gerek, feodal değerleri yüceltici, üstü kapalı milliyetçilik ve Alman
düşmanlığı gibi tavırlara rastlamak ya da bunların belirgin izlerini görmek olası.

Durum böyle iken, çocuklarımızı, gençlerimizi okumaktan
kaçmakla suçlamaya dilim pek varmıyor. Çocuklarımız “geleceğin taşıyıcıları” olduklarına göre bir şeyler yapmak zorundayız. Onlar artık yerleşme aşamasına gelmiş bir göç sürecinde “yeni kimlik” aramaya zorlanırken, belki de batı-doğu çelişkisinin harman oluşturduğu topraklarda yeni çiçekler açacakken, onları susuz, güneşsiz bırakamayız. Bu, yazarlarımızın, öğretmenlerimizin, ana-babaların sırtından
atamayacakları bir görev oluyor.
Bu görevin bilincine ulaşanların sayısı giderek artıyor. Ama yeterli hızda değil. Oysa zaman bir şelale gibi akıp gidiyor. Konuyu daha derin boyutları ile bilimsel düzeylerde tartışıp çözüm yolları aramanın kapısı iyice açılmalı. Yazarlarımız çocuklara yazmayı ciddi bir iş olarak görmeli, onları tanımaya yönelmeli; onların severek okuyacakları,
kahramanları ile bütünleşebilecekleri, doktrinden uzak,
insana yakın, yaşamı savunan daha çok yapıtlar üretmeliler.Öğretmenlerimiz klasik “Türkçe Dersi” anlayışını aşarak, Türkiye kaynaklı Türkçe kitaplarını bir yana bırakmalı ve öğrencilerine okumayı-yazmayı sevdirmeye çalışmalılar. Kütüphaneler çocuklara giden yolları bulmalı, onları “iyi” yapıtlarla tanıştırmalı. Ana-babalar da artık, yaşamın sadece ders kitaplarından öğrenilemeyeceğini, okumanın zor ama boş bir uğraşı olmadığım öğrenmelidirler.

Duisburg, Şubat 1995

Mevlüt Asar

*) “İki Ülke-İki Lisan -Bir İnsan”, Kibele Yayınları, Mart 2018