Ay: Kasım 2020
Türkiye’nin halleri (*)
Geldiğimiz noktada düşünecek ve söylenecek o kadar çok şey var ki! İnsan, sorumluluk bilincine sahip olunca, dünyanın gidişatını, yaşadığımız, doğduğumuz ülkelerin halini, hem insanlığın hem kendisinin büyük küçük dertlerini düşünmeden, çözüm için kafa yormadan yapamıyor.
Sadece düşünmek yetmiyor, bir de düşündüklerimizi, gördüğümüz acı gerçekleri insanlara, onları kırmadan, incitmeden, yanlış anlaşılmadan anlatmak gerekiyor. Oysa kirletilmiş, iğfal edilmiş, su katılmış bir dile mahkumuz. Kirletilmiş, kutuplaşmış, yıpratılmış bir dilde insanlara gerçeği anlatmak, yeni ve bir şeyler söylemek kolay mı? Buna rağmen Türkiye konusundaki, düşüncelerimi, endişelerimi objektif ve anlaşılır bir şekilde dile getirmeye çalışacağım.
Avrupa’dan bakınca Türkiye’nin giderek dünyadan hızla kopuşu, dünyada olup bitenler kendi at gözlüğümüzle bakışımız, her şeyi kendi geçmişimizle bağlantılamaya, kendi korkularımız, endişelerimiz ve vizyonumuzla değerlendirmeye çalışmamız daha bir somut görünüyor. İktidar sorununun siyasi gündemin temel sorunu olaması, yurttaşların kutuplaşması,
[…]
Küresel bağlamda, tüm insanlığı ilgilendiren çok acil ve derin bir “iklim sorunu”, bir açlık “sorunu”, bir “gelir ve kaynak dağılımı sorunu” varmış, bizi pek hatta hiç ırgalamıyor. Biz hâlâ (türban, kız-erkek ilişkisi, ulusal devlet, ulusal bağımsızlık… vb. gibi ) orta çağın ya da 19 uncu yüzyılın dini, ahlaki ve politik paradigmaları ya da referansları ile günümüzü yargılıyor, geleceğimizi kurmaya kalkışıyoruz. Tarihin tekerini, geriye çevirmeye çalışmak bir erdemmiş gibi kendimizi ve dünyayı kandırmaya çalışıyoruz…
Ne diyeyim, yine moda ve prim yapan bir deyimle “Allah sonumuzu hayır etsin!”
Duisburg, Mart 2015
*) “İki Ülke-İki Lisan – Bir İnsan“, Kibele Yayınları, Mart 2018
belki ararsın
Ne kadar yorgun görünüyorum! Bu altı morarmış, mavisi donuklaşmış gözler benim mi? Dudaklarım sonbahar yaprakları gibi. Vücudumun o eski diriliği ve canlılığından eser yok. Ah, Yaşlanıyorum. Ve ben hâlâ yapayalnızım. Sığınabileceğim, beni seven, sevgilim diyebileceğim bir erkek yok. Bernhard’dan ayrılalı sahibi ölmüş bir köpek yavrusundan farkım kalmadı.
Oysa ne çok sevmiştim onu. Üniversite de tanışıp birbirimizi sevmiştik. O, okulu bitirip Köln’de iyi bir iş bulunca, öğrenimi bırakıp onun peşine takılarak Berlin’den Köln’e gelmiştim. Onu çılgınca seviyordum, istese onunla dünyanın öbür ucuna giderdim. O zaman başım bulutlardaydı. Sevgiyi, aşkı önemsemeyen, kadın erkek ilişkisini cinselliğe indirgeyen arkadaşları anlamıyor, onları küçümsüyordum. Onlar da beni fazla romantik ve tutucu buluyorlardı. Yoksa onlar mı haklıydı? Çıkmalıyım, birahaneye gecikirsem patron yine rezillenir….
İşte yine akşam oldu, müşteriler yavaş yavaş gelmeye, alıştıkları masalara veya bardaki taburelere yerleşmeye başladılar. İlk müşteriler genellikle yalnız gelen erkekler olur. Günün yorgunluğunu atmak isteyen, iş yeri sahipleri, avukatlar, sigortacılar, bankacılar; yaşlı, orta yaşlı, gözlüklü, gözlüksüz, kravatlı, kravatsız, şişman, zayıf, onlarca adam. Çoğu kendine yabancılaşmış, para canlısı züppe. İçkilerini yavaş yavaş yudumlarlar ya birbirleriyle ya da benimle çene çalarlar. Hoşlanmadığım halde gevezeliklerine katlanırım. Hep işlerinden güçlerinden, kazandıkları paradan veya yaptıkları, yapacakları tatillerden bahsederler. İçkiyi biraz fazla kaçıranlar yılışarak benimle flört etmeye, beni birlikte çıkmaya ikna etmeye çalışırlar…Yine de seviyorum işimi, insanlarla olmak hoşuma gidiyor. Böylece kendimi dinlemekten kurtuluyorum…
Tanıdık iki müşterinin arkasından, uzunca boylu, esmer güzeli gençten bir adam giriyor. Bara doğru gelip “Merhaba,” diyerek yüksek taburelerden birine oturuyor. Bu adamı daha önce gördüğümü sanmıyorum. Arada bir düşen yeni müşteriler ilgimi çeker. Bu yakışıklı adam, Akdeniz ülkelerinden birinden olmalı. Belki Yunan belki İtalyan, Türk de olabilir. Şimdiye değin birahaneye takılan yabancılardan farklı bir havası var. Gülümsüyorum, o da bana gülümseyerek, “Bir konyak lütfen!” diyor, “Duble olsun!” Isınmış kadehteki konyağı önüne bırakıyorum. “Teşekkür ederim, sağlığınıza!” diyerek büyükçe bir yudum alıyor.
Hareketleri, mimikleri canlı, sıcak etkileyici. Sanatçılarda görülen türden meraklı, rahat, öz güvenini yansıtan doğal bir havası var. Almancayı hafif aksanlı ama güzel konuşuyor.
“Güzel geçen bir günü noktalıyorum, siz de benden bir şey içmez miydiniz?”
Kibarlığından hoşlandığımı ele veren bir sesle, “Teşekkür ederim, ben içmeye izinli değilim,” diyorum.
“Galiba buraya ilk kez geliyorsunuz?”
Masum bir gülümsemeyle gözlerime bakarak, “Evet, sizin burada çalıştığınızı bilseydim, başka bir yere gitmez hep buraya gelirdim.”
Gülüyorum, “Neden?”
“Çünkü siz Köln’ün en güzel ve en hoş barmenisiniz!”diye iltifat ediyor.
Ardından, elini uzatarak, “Tanışalım, benim adım Murat, ya sizin ki?”
Uzattığı güçlü ama sevecen eli sıkıyorum, “Rita,” diyorum.
Adımı tekrarlıyor: “Rita…Rita… ne güzel bir isminiz var!”
Sonra cebinden küçük bir defter ve kalem çıkararak bir şeyler yazıyor. Merak edip soruyorum.
“O güzel adınızı akıl defterime yazıyorum.” diye yanıtlıyor.
“Şimdi de telefon numaramı isteyecekseniz, unutun!” diyorum.
Espriye keyifli keyifli gülüyor: “O kadar çabuk karar vermeyin!”
Murat, daha sözünü bitirmeden tanıdık eski bir müşteri araya girip içki istiyor. İçkisini uzatırken elimi tutup “Ne o? hoşlandın galiba o yabancı’dan bizi hiç görmüyorsun!” diyor. Elimi sertçe çekip “Evet, hoşlandım” diyorum, “bu gece onunla çıkacağım!” Bunlar işte böyledir. Kendi karılarının başkalarıyla kırıştırmalarına ses çıkarmazlar, ama ben bir yabancıyla flört edince ulusal namusun bekçisi kesilirler. Beni kızdırmak için, “İstediğinle, istediğin gibi yatabilirsin!” diyor. Bakışlarımdaki küçümseme onu susturmaya yetiyor. Murat olanın bitenin farkında, keyfi kaçmış, gergin. Adama öfkeyle dik dik bakıyor. Ses çıkarsa üstüne yürümeye hazır. Elini tutup “Ciddiye alma, boş ver!” diyorum. Gözlerindeki kıvılcımlar sönüyor, sakinleşiyor. Konyağını yeniliyorum. Kadehini kandırıp “Dostluğa ve sevgiye” diyor. Gülümsüyor ve kendi kendime, “O dediklerin çoktan antikacıya düştü… Dostluk, sevgi aşk öldü.” diyorum. Yine de içimde bir umut, bir gün yeniden sevmek, sevilmek.
Bu sırada, Bernard beni bırakıp gideli peşimi bırakmayan Florian kapıdan giriyor. Keyfim kaçıyor. Köln’de yayınlanan bir bulvar gazetesinde muhabir olarak çalışıyor. Ona ta baştan kanım ısınmadı. İlk andaki kıvılcım benim için çok önemli. İşte o kıvılcım çakmadı. Sırıtarak gelip Murat’ın yanındaki boş tabureye oturuyor. Her zamanki yılışıklığıyla “Bira ve bir duble Korn…“ diyor. Yüz vermeden istediklerini doldurup bir şey demeden önüne sürüyor ve tekrar Murat’a dönüyorum. O, cebinden çıkardığı küçük deftere yine yazıyor.
“Şimdi ne yazıyorsun?” diye soruyorum. Kopya çekerken yakalanmış bir öğrenci rolünde: “Hiç,” diyor, “şu anda aklıma gelen bir kaç dizeyi not ettim.”
“Ne dizesi? Yoksa sen şiir mi yazıyorsun, şair misin?”
“Eh, öyle de denebilir. Şairlik, biz Akdenizlilerin kanında var. Her beş İtalyandan, her dört Yunandan ve tabii ki her üç Türkten biri şairdir.”
Hüzünle gülümseyerek, “Naziler, yalnız Yahudileri değil bizim romantik ve şair yanımızı da yok ettiler. Şiire inan pek kalmadı. Biliyor musun ben de severim şiiri. Heine’yi, Rilke’yi, Celan’ı başucumdan eksik etmem. Ama bana şimdiye kadar kimse şiir yazmadı.” diyorum. Sevinçle, sevecen sevecen bakıyor yüzüme bir süre. Sonra şiir okurcasına: “Sen şiiri yazılacak kadar albenili ve güzelsin.. Hayır sen henüz yazılmamış bir şiirsin!”diyor. Gülüyorum:
“Şairler hep böyle coşkulu ve çapkın mı olur?”
“Karşılarına ilham perisi çıkınca…” diyor.
Birlikte gülüyoruz.
Bizim kaynaştığımızı gören Florian, bira bardağını banka vurarak, “Bir bira daha!” diyor. “Daha kibar olabilirsin!” diyorum. Bana yanıt vermeden Murat’a dönüyor. “Demek sen şairsin ha! İnanmam, bedevilerin dilinde şiir yazacak kadar sözcük olamaz!” diyerek, kahkahayı basıyor. Bira bardağını önüne koyarken, “Kapa çeneni. Gülünç duruma düşüyorsun!” diyorum. Hırsla birayı yarısına kadar içiyor, dudağının üstüne yapışan köpüğü elinin tersiyle siliyor. “Bırak biraz neşeleneyim, şair bir deve çobanıyla ilk kez karşılaşıyorum,” diyerek çirkin çirkin gülüyor.
Murat elindeki bardağı kıracak gibi sıkıyor, her an patlamaya hazır. Yatıştırmak için “Aldırma,” diyorum, “asıl derdi benimle.” Florian çenesini tutamıyor: “Geldiğin çölde develerin seni bekliyor…” Bu söz bardağı taşıran son damla oluyor. Murat yerinden fırlayıp Florian’ın yakasından tutarak dışarıya sürüklüyor. “Yapmayın!” diyerek peşlerinden koşuyorum. Murat’ın öfkesini teninde hisseden Florian korkudan titriyor. Yalvaran bir tonda “Tamam, özür dilerim. Bırak beni!” diyor. Murat’ın gözlerindeki öfke ateşi yavaşça sönüyor. Belki de Florian’ı saldırganlaştıran şeyin aşk olduğunu düşünüyor. Karşılıksız aşkın insana nereler yaptırabileceğini, nereye sürükleyeceğini biliyor. Parmakları gevşiyor ve adamın yakasını bırakıyor. Florian yenik, başı önde süklüm püklüm uzaklaşıyor.
Ne olduğunu merak ederek dışarıya çıkan bir kaç müşteri tekrar içeri giriyor. Dışarıda ikimiz kalıyoruz. Elini tutup onu kendime çekiyorum. Zeytin karası gözlerini arıyorum, gözlerimiz buluşuyor. Murat’ın bakışlarındaki şimşekler yerini Akdeniz güneşine bırakmış. Gözlerinin aynasında, aradığım o sıcak ve güvenli limanı görüyorum. Kanım kaynıyor, yanağından belli belirsiz öpüyorum. Beklemediği için utanıyor. Patron kapıda sabırsız, içeri girmemi bekliyor. Murat’ın bir daha buraya gelmeyeceğini seziyorum. Alelacele telefon numaramı yazıp eline sıkıştırıyorum. Yüreğimin sesini ve yalnızlığımı ele veren bir sesle: “Belki ararsın…” diyorum.
@mevlutasarMevlüt , “Aynadaki Kelebek”, Neziher Yayınları, Ekim 2014
Yazmak ve Okunmak
Kimileri öyle olduğunu iddia etseler de, kimse kendisi için yazmaz! Bu bağlamda, yazma işini mesleğin yanında bir “yan uğraş” olarak sürdüren, ne yazarlık ne de şairlik katında fazla bir iddiası olmayan, biri olarak, yazdıklarımın ilgi görmesi, okunması, tartışılması beni elbette sevindiriyor.
Çünkü ben kendim için, kendimi tatmin için yazmıyorum; aksine hem Almanya’da hem Türkiye’de yaşladığım çelişkileri, kendime dert ettiğim sorunları, yaşadığım güzellikleri, tutkularımı ve elbet de umutlarımı birlikte yaşadığım insanlarla paylaşmak için yazıyorum.
Bir Alman yazarın dediği gibi, “yazmak” yazanla okuyan arasında bir “köprü” kurmak girişimidir. Siz “köprü”yü kurarsınız, dileyen, merak eden o köprüden geçip size ulaşır. Kimseyi o köprüden geçmeye zorlayamazsınız, ancak inşa ettiğiniz köprü “güzel” ve “iyi” olursa birçok insanı kendine çekeceğini umut edebilirsiniz. Bakalım bu akşam köprüden kimler geçecek… 🙂
İnsanlığın büyük sorunları kadar, insanın “küçük” sorunları da beni ilgilendiriyor. Bu “sorunlar” dile gelsin, tartışılsın, çözülsün istiyorum. Fakat bunun sadece edebiyat yaparak olmayacağının da farkındayım. Sözün gücüne inanıyorum, ancak eyleme dönüşmeyen “söz”ün hoş bir seda olarak kalacağına da…
Mevlüt Asar
bir derviş gibi…
Nüfus kağıdında 10 Mayıs 1951 yazmasına karşılık, doğum günü tam olarak belli değildi. Biraz da o nedenle doğum günü kutlamak gibi bir adeti yoktu. Ancak 50 yaş, önemli bir yaştı, yaşadığı ülke Almanya’da “yuvarlak yaşalar” önemsenir, sıradışı yaş günleri olarak kutlanırdı. Bunu gerekçe olarak gösteren çocuklarının ve karısının önerisini geri çevirememiş, “tamam” demişti.
Aile üyeleri dışında birkaç yakın arkadaşının katıldığı mütevazi “doğum günü kutlaması” bitip konuklar uğurlandıktan sonra, gecenin mehtaplı ve havanın sıcak olmasın bahane ederek, karısına bir süre daha bahçede kalacağını söyledi. Yalnız başına, kadehinde kalan kırmızı şarabını yudumlarken, geride bıraktığı 50 yıllık yaşamı bir film şeridi gibi belleğinde canlanmaya başladı…
1950 yılı kışında, bir ihtimal Aralık ayında Toroslar’ın kuzeyinde, Beyşehir ile Şeydişehir arasındaki bir Anadolu köyünde dünyaya gözünü açmıştı. O yıllarda doğan yaşıtları içinde kızamıktan, sıtmadan paçayı kurtarıp hayatta kalmayı başaranlardandı. Hayat bir ırmak gibi akmış, kitaplara, ciltlere sığmayacak anılar, resimler, izler, acılar, sevinçlerle dolu bir 60 yıl geride kalmıştı.
Hem kağnı arabasına, hem saatte yüzlerce kilometre hızla giden otomobillere, bin kilometre hızla uçan uçaklara binmişti. Köyde, ninelerinden idare lambası ışığında dinlediğin masalların dünyasından Holywood’un rüya fabrikalarında üretilen filmlerin dünyasına uçmuş; İçindeki insanları bir türlü göremediğin yeşil gözlü bataryalı radyodan, yüzlerce kanallı çanak-tv ekranları ile tanışmıştı. Ağaçtan yapılmış telgraf direklerine kulağını dayayıp duymaya çalıştığın telgrafı bir kolla çevrilen manyetolu telefonu görmüş cep telefonu çağını yaşamıştı. Önce bir köpeğin, ardından insanların uzaya gidişini, insanın aya ayak basışını ve ilk kalp nakli ameliyatını televizyonda görmüş, Gramofonu, kaset-çaları, disk-çaları, bilgisayarı, dizüstü bilgisayarı kullanmıştı.
Ninesinin başka katık bulamadığı için arasına ot toplayıp koyduğu yufka ekmekle seni doyurduğu, tereyağına kırılmış bir tek yumurtanın ziyafet olduğu çocukluk günleri yaşamış, düştüğü hapislerde açlık grevlerine katılmıştı. Gecekondu semtlerindeki okullarda, kendisi gibi işçi çocukları ile birlikte okumuş, öğrenmekten, bilmekten keyif almıştı. Ama kendisini daha çok kitapların, filmlerin büyüsüne kaptırmıştı. Kendini okuduğu romanların, izlediği filmlerin kahramanları ile özleştirmiş, ne büyük hayaller kurmuştu. Zamanı gelince aşık olmuş, sevdiği kıza aşkını söyleyemeden; sevgisini gönderilmemiş mektuplara, gizli almış şiirlere dökmüştü
Yoksul bir işçi ailesinin en büyük çocuğu olarak, ta ilk okuldan itibaren simit satarak, çıraklık, işçilik yaparak cep harçlığını çıkarmaya çalışmıştı. On yedi yaşında kendi alın teriyle kazandığı parayla diktirdiği ilk takım elbiseyi giymenin anlatılamaz gururunu, bir kızla birlikte çıkmanın, onu pastahaneye götürmenin, sinemada ele ele tutuşmanın unutulmaz heyecanını ve tadını yaşamıştı.
Okudukça bilinçlenmiş, dünyayı farklı bir gözle algılamaya başlamıştı. Lisede okurken yaz tadillerinde çalıştığı işlerde emeği ve sömürüyü öğrenmişti. Üniversite sınavlarında Mülkiye’yi kazanmış, orada daha da bilinçlenmiş, dünyanın değişebileceğine, daha hakça daha insanca bir dünya kurulabileceğine inanmıştı. Bir çok arkadaşı gibi o da Dev-Genç’li olmuş, “devrimci mücadele”ye katmıştı.
12 Mart, askeri darbesiyle gelen fırtına sonrasında, aynı saflarında yürüdüğü on binler birden kaybolmuş, devrimci marşların yerini askeri marşlar almıştı. Birçok arkadaşı gibi tutuklanmış, işkence görmüş, Ankara Yıldırım Tutuk evinde, Mamak hapishanesinde Türkiye’nin en aydın insanları ile aynı koğuşlarda yatmıştı. Yaşadığı deneyimler sonunda devrimin, devrimciliğin kolay olmadığını anlamıştı. İdeolojik tabuları aşmaya, aklını özgürleştirmeye, gerçeği bulmaya karar vermişti.
Tutuklanmalara, hapislere rağmen öğrenimi bırakmamış, hırs ve azimle Mülkiye’den mezun olmuştu. Fakat “fişlenmiş” biri olarak kendisine iş vermeyeceklerini hatta yaşam hakkı tanımayacaklarını kısa zamanda anlamıştı. Avrupa’ya gidip doktora yapmayı istemiş, ancak kendisine “devletin güvenliği”ni bahane edilerek pasaport verilmemişti. Askerli görevini de ertelemeyerek askere gitmeye mecbur bırakmışlardı. Yedek subay okulundan, çavuş çıkarılmayı beklerken yedek subay Kıbrıs’a gönderilmiş, savaş görmüş acılı topraklarda teskere almak için gün saymıştı.
Terhis olduktan sonra çok sevdiği, halkının daha özgür daha insanca yaşaması için ölümleri göze aldığınız yurdunu bırakıp karısıyla birlikte bir süreliğine Almanya’ya gitmişti. Türkiye’ye dönmeye hazırlığı yaparken yaşanan bir kaza ve ölüm, ardından gelen 12 Eylül fırtınası, kendilerini Almanya’da kalmaya mecbur etmişti. Yaban elleri, yaban dilleri kendine yurt edinmek, hayata sıfırdan başlamak zorunda kalmıştı. Uzun çabalarla tüm engelleri aşmış bir lisede öğretmen olmayı başarmış, öğrencilerinin iyi yetişmesi ve haklarını korumak için mücadele ediyordu
Yurdun gidebildiği, anasını, babasını ve kardeşlerini kucaklayabildiği yaz tatillerini her yıl dört gözle beklemişti. Tatil başlar başlamaz yola çıkmış, Edirne’ye varınca, binlerce kilometrelik araba yolculuğunun sıkıntısını, yaşadıkları eziyetleri unutmuştu. Dört haftalık tatil süresinde hasretleri gidermeye, özlemleri doyurmaya, karanlık ve ıslak Almanya günleri için yeterince mavi ve güneş toplamaya çalışmıştı.
Dört gözle beklediği o yaz tatillerden birinde, akciğer kanseri olan babası götürdüğü hastahanede kollarına yığılıp kalmıştı. Onu kara toprağa verip yüreği acıyla dolu Almanya’ya dönmüştü. Bir başka yaz tatilden döndükten bir hafta sonra ülkende yaşanan korkunç deprem, tatillerde görmeye doyamadığın ellerinde büyümüş kardeşini, onun dünya tatlısı karısını toprağın derinlerine çekip almıştı. Onları kurtarmak umuduyla koşmuş, fakat yetişememişti. O depremden yüreğinde kapanmaz yaralar, acılar, belleğinde silinmez görüntüler kalmıştı…
Belleğinde yaptığı yolculuğu sonlandırıp, kadehinde kalan şarabı içti. Saatine baktı gece yarısını çoktan geçmiş hava da serinlemişti. Biran içi ürperdi. Kalıp içeriye girdi, çalışma odasına geldi. Masasındaki günlüğü açtı günün tarihini ve o andaki saati yazdıktan sonra, altına şu notu düştü:
“Her şeye rağmen hiçbir zaman bencil bir insan olmadın, kendi dertlerini öne çıkarmadın. İçinde kopan fırtınaları, yaşadığın ikilemleri dilin döndüğünce, kalemin yazdığınca yazıya, şiire öyküye dökmeye çalıştın… Kendinle barışık yaşamayı, hayat karşısında mütevazi olmayı öğrendin. Üne, mevkiye, dünya malına kıymet vermeyen bir derviş gibisin. Ve bu yaşamın tek ve tekrarlanamaz olduğunu biliyorsun…”
Duisburg, 10 Mayıs 2001
kitaplar, biz ve çocuklar (*)
İnsanoğlunun “entelektüel özerkliği” çağımızda büyük bir kuşatmaya uğradı, iletişim araçları (medya) alanındaki her yeni gelişme kuşatmanın çemberini biraz daha daraltıyor. Dünyayı, yaşamı ikinci, üçüncü ellerden görüp algılıyoruz. Düşünce üretmiyor, hazır düşüncelerle doyuruluyoruz. TV, video, radyo, elektronik araçlar insanı “dışarıda gürül gürül akan” dünyadan yalıtmanın, onu edilgenleştirmenin, dahası düşünme yetisini körleştirmenin işlevleriyle donatılıyor.
Çocuklarımız da aslında bu resmin dışında değiller. Hatta onların kuşatılmışlığı yetişkinlere göre daha büyük boyutlarda. Onları baştan çıkarmaya verilen önem belki de daha fazla. Renkli ekranların, elektronik sihirbazlıkların çekiciliği kapıp götürüyor çocukları. Bu kuşatmanın amacı, sistemle bütünleşen, tek tip düşünen tüketiciler yaratmak. Bunun farkında olan bilim adamları, psikologlar, pedagoglar gelişmeleri kaygı ile izliyor, iletişim araçlarının bu saldırısını önlemenin yollarını arıyorlar. Özünde insandan ve yaşamdan yana olan gerçek edebiyat da bu gelişmelere karşı direniyor. Çünkü gelişmeler sonucu, okumak çağımızın en zor, en gereksiz bir eylemi konumuna düşürülüyor. Okuyan insan sayısı giderek azalıyor.
Okur yazar oranının çok düşük olduğu, kâğıt tüketiminde dünya sıralamasında en alt sıralarda yer alan bir ülkeden, Türkiye’den Almanya’ya göçmüş insanların durumu ise endişe verici boyutlarda. Okuma alışkanlıkları olmayan Türkiyeli göçmenler denetimli bir iletişim araçları tüketimi (Medienkonsum) yapacak konumdan çok uzaktalar. Buna bir de kültürel yaşamlarına göçün getirdiği kısırlık eklenince,
dünyalarını Türk televizyonlarındaki dizilere, arabesk türkülerin içeriğine ya da renkli gazetelerin çarpık haberlerine indirgiyorlar. Dünyayı değişik perspektiflerden gösteren, yorumlayan diğer şeylere kulaklarını ve gözlerini kapatıyorlar. Edebiyatla, sanatla ilgilenmeyi yararsız bir eylem olarak algılıyorlar. Çocuklarını ders kitapları dışında
kitap okumaya özendirmek gibi bir kaygıları yok.
Şüphesiz ana-babaların hepsini bu gruba katmak yanlış olur. Çocuklarımızın hepsi de ana-babaların genel tavrını benimsemiyorlar. Özellikle düzenli bir eğitim görme olanağı bulanlar, kendi özgün koşullarında okumanın boş bir uğraşı değil, bir zorunluluk olduğunu öğreniyorlar. Gözleyebildiğim kadarıyla okumaya yöneliş, “Ben kimim?” sorusuyla başlayan ve “yeni bir kimlik” aramaya varan süreçte kendini gösteriyor. Bu süreçte karşılaştıkları soruları/sorunları ne
yaygın-egemen iletişim araçları, ne televizyon, ne Yeşilçam filmleri ne
de arabesk yanıtlayamıyor. Böylece okumanın verimli tarlasına adımlarını atıyorlar. Almanca ve Türkçe yazılmış edebi yapıtlara, bilgi verici kitaplara sarılıyorlar. Ne var ki bu sarılış genellikle ya oyumsuzluk ya da düş kırıklığı ile sonuçlanıyor. Karşılarına çıkan ilk güçlük kitaba ulaşmak oluyor. Kitapla buluşabilecekleri yerleri tanımıyorlar. Buraları tanıyınca kısıtlı bir sunumla karşılaşıyorlar. İkinci güçlük kendini dilde
gösteriyor. Çocuklarımızın çoğu Almancayı yeğliyor. Ama onların ilgi alanlarına giren Almanca yapıtlar çok değil. Bulabildikleri Türkçe kitapları okurken zorlanıyorlar. Bu zorlukları aşmayı başarabilenler de okudukları kitaplarda aradıklarını bulamıyorlar. Gerek anadillerinde gerek Almanca’da okudukları kitaplar onları doyurmuyor. Bu yazıların-yapıtların çoğunda kendi gerçekliklerinin ya saptırılmış-tahrif edilmiş ya da hiç ilgisi olmayan yansımalarıyla karşılaşıyorlar. “Kendileri için” ya da kendilerini anlatan bu yazılanları bir köşeye fırlatıp atıyorlar. Hatta bir kısmı “Ben daha iyi yazabilirim” diyerek, yazıcılığa
soyunuyor.
Alman yazarlarının yabancı-göçmen çocukları konu alan kitaplarını-yazılarını iki grupta toplamak mümkün: Bunlardan bir kısmı Avrupa Merkezci (Eurozentrik) düşüncenin ürettikleri. Bunların belirgin özelliği göçmen çocukların geldikleri ülkelerin, dolayısıyla ana-babalarının
ilkelliğini ortaya koymak, onların kültürel-eğitsel normlarını eleştirmek, hatta aşağılamak oluyor. Bu yazarların niyetleri üstü kapalı da olsa, göçmen çocuklarını özlerinden koparıp onlardan “Avrupalı insanlar” yaratmak. İkinci gruba girenler ise, olaya misyoner bir anlayışla/bakışla yaklaşanlar. Bunların yazdıklarının belirgin özelliği ise çocuklarımızın nasıl acınacak durumda olduklarını, dokunaklı bir biçimde yansıtmak ve böylece de yerlilerin vicdanlarını entegrasyona
açmak.
Göçmenliği ya da göçmen çocuklarını konu alan Türkiyeli yazarların yapıtlarından birçoğu da izlekleri ve içerikleri açısından yukarıdakilerden daha iyi değil. Türkiye’deki çocuk edebiyatı anlayışının yanlış çizgilerinin yansımasını bir kıyıya koysak bile, Almanya gerçeğine doğru yaklaşanların sayısı çok az. Yeni iklimlerin bitkilerine, eski yöntemle aşı vurma gayretleri çok. Yazarlarımız yazarken “Kime yazıyorum?” sorusunu pek sormuyorlar kendilerine. Belki de çocuk ve
gençlerin yeni “kimlik arayışlarını” görmezden gelip Avrupa’da “Türkiyeli insanlar” yaratma çabasındalar. Bunların yapıtlarında, Alman meslektaşlarının (birinci grubun asimileci, ikinci grubun entegrasyoncu yanı ağır basan) tutumlarını dengelemek kaygısıyla olsa gerek, feodal değerleri yüceltici, üstü kapalı milliyetçilik ve Alman
düşmanlığı gibi tavırlara rastlamak ya da bunların belirgin izlerini görmek olası.
Durum böyle iken, çocuklarımızı, gençlerimizi okumaktan
kaçmakla suçlamaya dilim pek varmıyor. Çocuklarımız “geleceğin taşıyıcıları” olduklarına göre bir şeyler yapmak zorundayız. Onlar artık yerleşme aşamasına gelmiş bir göç sürecinde “yeni kimlik” aramaya zorlanırken, belki de batı-doğu çelişkisinin harman oluşturduğu topraklarda yeni çiçekler açacakken, onları susuz, güneşsiz bırakamayız. Bu, yazarlarımızın, öğretmenlerimizin, ana-babaların sırtından
atamayacakları bir görev oluyor.
Bu görevin bilincine ulaşanların sayısı giderek artıyor. Ama yeterli hızda değil. Oysa zaman bir şelale gibi akıp gidiyor. Konuyu daha derin boyutları ile bilimsel düzeylerde tartışıp çözüm yolları aramanın kapısı iyice açılmalı. Yazarlarımız çocuklara yazmayı ciddi bir iş olarak görmeli, onları tanımaya yönelmeli; onların severek okuyacakları,
kahramanları ile bütünleşebilecekleri, doktrinden uzak,
insana yakın, yaşamı savunan daha çok yapıtlar üretmeliler.Öğretmenlerimiz klasik “Türkçe Dersi” anlayışını aşarak, Türkiye kaynaklı Türkçe kitaplarını bir yana bırakmalı ve öğrencilerine okumayı-yazmayı sevdirmeye çalışmalılar. Kütüphaneler çocuklara giden yolları bulmalı, onları “iyi” yapıtlarla tanıştırmalı. Ana-babalar da artık, yaşamın sadece ders kitaplarından öğrenilemeyeceğini, okumanın zor ama boş bir uğraşı olmadığım öğrenmelidirler.
Duisburg, Şubat 1995
Mevlüt Asar
*) “İki Ülke-İki Lisan -Bir İnsan”, Kibele Yayınları, Mart 2018
aşka değer
“…Asıl sorun sevgisiz yaşayabilmekte mi? Sevgisiz kalıp direnmeyi, sevgisiz kalıp gene de boyun eğmemeyi, dilenmemeyi öğrenmekte mi?“ (Leyla Erbil)
Nasıl bir yazgıydı bu, yazanı yazdıranı hiç belli olmayan? Hangi kader çizgisiydi onunla yollarını kesiştiren? Ununu elemiş, eleğini asmış”, tüm sevdaları sürgünlere göndermişken… Hangi rastlantıydı sakin denizlerinde fırtınalar estiren, dün-yasını, kafasını allak bullak eden?
Ah, yüreği değil miydi aslında onu bu hallere düşüren! Göğsüne sığmayan, yaşlanmayan deli yürek. Lamı cimi yoktu, düştüğü durumun bir tek adı vardı: Aşk! Aşkın kendine olmadık işler yaptırabileceğini hissediyor ve korkuyordu. Fakat yüreği aklına ağır bastı, kendini aşkın şarap rengi sularına bıraktı. Yıllar önce içine gömdüğü duygular, arzular aşkın kanatlarında yeniden uçmayı öğrendi.
Mutluydu, yepyeni bir insan olmuştu. Fakat Aşkın bir gün biteceği korkusu, Demokles’in Kılıcı gibi mutluluğunun üstünde sürekli sallanıp duruyordu. Kısacık ayrılıklar bile ona dayanılmaz geliyordu.
Bir ara aşk acısını, ak kağıda dökerek azaltabileceğini düşündü. Fakat bunun olanaksız olduğunu çabuk anladı. Aşk acısı kendini yazdırmıyor, kağıda dökülmüyordu…
İşte, âşık olduğu kadın yine uzaklardaydı. Günlerdir on-dan bir haber alamıyor, telefondaki sesini, gülüşünü,çıldırasıya özlüyordu. Ona bir merhaba diyebilmek, sesini duyabilmek için her yolu deniyor, ama ulaşamıyordu. Kendini terk edilmiş öksüz bir çocuk gibi hissediyordu. Ne bildiği bilge sözler ne kitaplarda okudukları ne de hayattan öğrendikleri teselli etmiyor, aşk acı-sını dindirmiyordu. Adını pencerelerden bağırsaydı sokaklara, diner miydi acısı? Batmakta olan güneşin kızıllığına, süt mavisi kesilen gökyüzüne çizseydi aşkını, azalır mıydı acısı? Gecenin karanlığına dökse içini aydınlanır mıydı ruhu?
Uzun zamandır aklı bu aşkın çıkmazını tekrarlıyor, “Bunca acıya değer mi!“ diyerek, onu aşktan vazgeçirmeye çalışıyordu. Ama kalbi inatla direniyor; “Değer!”, diyordu. Çünkü aşk bittiğinde kuru bir hayatın, mavisiz ve güneşiz günlerin geri döneceğini biliyordu. İşte bu yüzden, “Değer!” diyordu, “Aşk her şeye değer! Deli divane olmaya, uğrunda yanmaya değer!”
Mevlüt Asar
“Aşkın Halleri”, Neziher Yayınları, Eylül 2016
