Sır (*)

Her şey Serkan’ın askere gitmesiyle başlamıştı. Giderken, “Selma ve Aylin sana emanet!” diyerek, karısını ve kızını en yakın arkadaşı Fuat’a emanet etmişti. Çocukluk arkadaşıydılar, birlikte büyümüşler, aynı okullara gitmişlerdi. Serkan, üniversiteyi bitirince lise yıllarından beri arkadaşlık ettiği Selma ile evlenmişti. Fuat ise bekar olarak biraz daha hayatın tadını çıkarmak istiyordu.

Fuat, Serkan’a verdiği sözü tutmaya özen gösterdi, Selma’yı sık sık telefonla aradı. Hafta sonlarını onlara ayırmaya ça-lıştı. Kimi kez cumartesi günleri birlikte alışverişe çıkıyorlar, pazar günleri ise hava durumuna göre ya gezmeye ya da sine-maya gidiyorlardı. Aylin, amcası olarak bildiği Fuat’la iyi anla-şıyor, yanından, yöresinden ayrılmak istemiyordu. Bu birliktelik, Selma ile Fuat’ın aralarındaki samimiyeti de artırmıştı. Görenler onların mutlu bir aile olduğunu düşünüyor, gülümseyerek bakıyorlardı.

Serkan, temel eğitimini bitirdikten sonra Ankara’daki bir birlikte göreve başladı. Hafta sonları ara sıra kaçamak yapıp İstanbul’a geliyor, karısı ve kızıyla hasret gideriyor, Fuat’ la görüşüyordu. Bir gün Selma’yı telefonla arayarak, Güneydoğu’da çatışmaların sürdüğü bölgede konuşlanmış bir birliğin alarm ve gözetleme sistemlerini monte etmekle görevlendirildiğini, ertesi günü yola çıkacağını söyledi. Görev yerine ulaştıktan sonra da tekrar arayıp iyi olduğunu haber vermişti.

Bu konuşmadan sonra iki hafta boyunca Serkan’dan hiç haber gelmedi. Bir sabah kapı çalındı, Selma kapıyı açtığında karşısındaki subayı görünce şaşırdı. Subay kendisini tanıtıp Serkan’ın bir çatışmada yaralandığını ve Ankara’daki Gülhane Askeri Tıp Akademisi hastanesine kaldırıldığını, isterlerse ziyarete gitmesine yardımcı olacağını söyledi. Selma, korkmuş, şok olmuş ne diyeceğini, ne yapacağını şaşırmıştı. Subay sakinleştirmeye çalıştı. Selma, bir süre sonra kendini toparlayarak, ”Ne olmuş, lütfen bana anlatın!” dedi. Subay, Serkan’ın da içinde olduğu askeri aracın, arazide mayına çarptığını, araç şoförünün şehit olduğunu, iki koruma ile birlikte Serkan’ın yaralı olarak kurtulduğunu söyledi.

Selma, Fuat’ı iş yerinden arayıp durumu anlattı. Gelen su-bayın yardımı ile, ertesi günü için Ankara’ya kalkan ilk uçakta yer ayırttılar. Ankara’ya inince bir taksiye binip hastahaneye geldiler. Hemen Serkan’ı görmek istediler, fakat bölüm sorumlusu doktor binbaşı onları kendi odasına aldı. ”Asteğmen kasığından ve sağ omuzundan yaralanmış, hayati bir tehlike söz konusu değil.” diyerek, onları sakinleştirdi. Ardından, “Ancak hassas bir ameliyat geçirdi, bir süre daha ihtimamlı bir tedaviye ihtiyacı var.” diye ekledi. Sonra onları Serkan’ın yattığı odaya kadar götürdü, hastayı yormamaları ve çok konuşturmamaları için uyararak yanlarından ayrıldı.

Selma ve Fuat, Serkan’ın yüzünde göreceklerini sandıkları, ölümden dönmüş olmanın sevincinden bir iz bile göremediler. Bedbin, dalgın ve suskundu. Selma’nın sevecen ve şefkatli ilgisi, Fuat’ın gösterdiği kardeş yakınlığı durumu değiştirmedi. Pansuman için gelen hemşirenin ziyareti sona erdirmeleri ricası üzerine, Serkan’ı öpüp “Geçmiş olsun,” diyerek kalktılar. Ser-kan, onların yeniden ziyaret etme isteklerine karşı çıktı. Onlar ısrar edince de kesin ve hırçın bir dille tekrar gelmelerine gerek olmadığını, Selma’nın bir arkadaşına bıraktıkları Aylin’in üzül-memesi için İstanbul’a dönmelerinin daha iyi olacağını söyledi. Fuat ve Selma şaşırmıştı, gitmeden önce tekrar doktoru ile görüştüler. Doktor, Serkan’ın olayın şokunu atlamadığını, psikolojik yardımla düzeleceğini söyleyerek, Selma’yı yatıştırmaya çalıştı.

Selma uçakta kendini tutamayıp ağlamaya başlayınca, Fuat ellerini tutup, başını okşayarak sakinleştirmeye çalıştı. Fuat, ilk kez Selma’ya karşı içinde bir tür acımayla karışık, şefkat ve sevgi dalgası oluştuğunu fark etti. İstanbul’a döndükten sonra Selma, Serkan’ı her gün telefonla aradı, ona moral vermeye çalıştı, ama onun ketum ve karamsar halinin hiç değişmediğini fark edip üzüldü. Üzüntüsünü paylaştığı Fuat kendisi teselli et-meye, moral vermeye çalıştı. Hafta sonunda Selma’yı ve Aylin’i alarak, biraz olsun kederleri dağılsın diye gezmeye ve yemeğe götürdü. Selma’nın üzüntüsü dağılır gibi olsa da geçmiyor, bu Aylin’e de yansıyordu. Ne yapsa etse onları neşelendiremiyordu.

Aradan iki hafta geçtikten sonra Serkan, bir sabah Selma’ ya telefon edip, tedavisinin bittiğini ve iki gün sonra taburcu olacağını söyledi. Selma’nın ısrarına rağmen, “uçağa atlar gelirim,” diyerek, Ankara’ya gelmesini istemedi. Fuat’ın onu hava alanından alma teklifini de geri çevirdi. Serkan söylediği gibi

ikinci günün akşamı geldi. Eski neşeli halinden hiç eser yoktu. Karşılarında donuk, suskun bambaşka bir insan vardı. Fuat, ailece başbaşa kalmalarının daha iyi olabileceğini düşündü ve “Benim yapmam gereken işler var,” diyerek kalktı.

Ertesi gün telefon ettiğinde ise Selma, ağlamaklı sesle Serkan’ın yatağını ayırdığını söyledi. Fuat, dert etmemesini, sakin olmasını söyleyerek telefonu kapattı. Selma’ nın, duyduğu bu yakınlık ve güven, Fuat’ı hem sevindiriyor hem de huzursuz ediyordu. Serkan, en yakın, en sevdiği arkadaşıydı. Onların yeniden eski mutluluklarına kavuşması için her şeyi yapmaya hazırdı. Öğleden sonra Serkan ‘ı aradı ve akşama bir yerde buluşup sohbet etmeyi teklif etti. Serkan önce olumsuzlandı, fakat Fuat’ın ısrarına dayanamayarak teklifi kabul etti.

Fuat, bekârken arada bir gittikleri, Kumkapı’daki meyhane-bistro karışımı lokantaya geldiğinde, Serkan’ı cam kenarındaki masalardan birinde oturuyor görünce sevindi. Tokalaşıp bir birlerine sarıldılar. Bir süre havadan sudan kısa cümlelerle konuştular, içkilerini yudumladılar. Fuat, oluşan sessizliği dost bir sesle bozdu ve Serkan’ın gözlerinin içine bakarak, “Sen benim en yakınımsın, kardeşimden de yakınsın. Ama artık seni tanıyamıyorum, sanki eski sen değilsin. Mutsuz, suskun, ketum bir adam olup çıktın. Evet, ölümlerden döndün, kötü şeyler yaşadın. Ama artık hepsi bitti. Hayat devam ediyor. Sağlığına kavuştun. Seni seven dünya güzeli karın, tatlılar tatlısı kızın var. Daha ne istiyorsun? Nedir derdin?” diyerek bir çırpıda içindekileri döktü.

Serkan, gözlerini ondan kaçırıp denize doğru çevirdi. Elindeki bardaktaki viski sodayı bir yudumda dipledi. Ardından sigara yaktı. Bir şeyler söylemek için devindi. Sonra vazgeçti. Sustu. Fuat, garsona işaret edip içkilerini yenilemesini söyledi. Belki ikinci kadehten sonra açılır, konuşur diye düşünmüştü. Yanılmıştı. Serkan, heykel gibi gözleri denizde belirsiz bir noktaya takılı sustu kaldı. Serkan’ın yüzüne dikkatle bakınca gözlerinin dolduğunu fark etti. Ağlasa keşke diye düşünürken, Serkan birden ayağa kalktı. “Beni rahat bırak. Konuşacak bir şey yok!”’ diyerek, hızla kapıya yürüdü. Fuat donup kaldı. Ardından koşmadı, oturup sarhoş oluncaya kadar içti..

Ertesi gün kuşluk vakti telefon sesiyle uyandı. Arayan Selma idi. Ağlayarak, Serkan’ın evi terk ettiğini söyledi. Fuat, hemen geleceğini söyleyip kalktı. Selma bitkin, perişan bir haldeydi. Ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüştü. Fuat’ı görünce tekrar ağlamaya başladı. Fuat, Selma’ya sarıldı ve sakinleştirmek için güven veren bir sesle “Her şey düzelecek, yıkma kendini!” dedi. Selma’nın göz yaşlarını silerken, alnından hafifçe öptü. Selma, göğsünde bir kuş gibi titriyor, hıçkırıklarını bastırmaya çalışıyordu. Fuat ona şefkat ve sevgisini belli etmek istercesine biraz daha sıkı sarıldı. Selma da ona iyice sokuldu. Bir süre öyle kaldılar. Selma’ya sımsıkı sarılmışken içindeki duygunun şefkat ve sevgiden de öteye geçmekte olduğunu sezince endişeye kapıldı. Selma’yı bırakıp uzaklaşmak istedi. Selma bırakmadı, başını kaldırıp Fuat’ın gözlerinin ta içine “Beni bırakma,” der gibi uzun uzun baktı ve sonra uykudaymış gibi dalgın dudağından öptü.

Fuat şaşırmıştı, nasıl bir tepki göstermesi gerektiğini düşünürken, Selma onu elinden tutup salondaki geniş koltuğa götürüp oturmasını istedi. Kendisi de yanına oturup sakin ve şef-kat bekleyen bir tavırla Fuat’ın göğsüne yaslandı. Fuat Selma’yı kendine çekti. Bir süre öylece sarılmış durdular, sanki birbirlerinin kokusunu içlerine çekip, kalp atışlarını dinlediler. Sonra bir-birlerini okşamaya, yanaklarına, dudaklarına öpücükler kondur-maya başladılar. Sevişmeleri giderek daha şehvetli bir hal alınca, Fuat “Lütfen dur! Sonra pişman olacaksın!”diyerek, Selma’ yı durdurmaya çalıştı. Selma dudaklarını Fuat’ın dudaklarına yapıştırarak onu susturdu. Sonra doğrulup bluzunu çıkarıp Fuat’ ı kendine çekti. Ok yaydan çıkmıştı. Selma birden kasılıp sarsılarak bedeninin ulaştığı o sarhoş edici gerilimden kurtuldu. Kalp atışları, nefes alış verişi giderek sakinleşti. Fuat’ın kabaran duyguları geri çekildi, durumun nereye varacağını düşünmeye başladı. Başını kaldırıp soran bakışlarla Selma’ya baktı. Selma “bir şey sorma” der gibi gözlerini kapattı.

Fuat ayağa kalktı, üstüne başına çeki düzen verdi. Bir şey söylemeden kapıyı çekip çıktı. Bir kaç gün Selma’yı arayıp sormadı. Selma’nın cep telefonuna gönderdiği mesajları yanıtlamadı. Ancak çok huzursuzdu. Her şeye rağmen Selma’yı böyle ortada bırakmayı bir tür korkaklık ve acımasızlık olarak görüyor, vicdanı ve kalbi onu rahat bırakmıyordu. Bir gece rüyasında Selma’yı intihar etmiş, Aylin’i yanında ağlar görünce ter içinde bağırarak uyandı. Sabahı zor etti, saat sekiz olunca telefonu alıp Selma’nın numarasını çevirdi. Ahize de Selma’nın sesini alınca, bir an ne diyeceğim düşündü, sonra dudaklarından “Seni sevi-yorum” tümcesi döküldü. Tekrar sustu. Şaşıran Selma, ne söyleyeceğini bilemedi. Ardından, “Seni çok özledik” diyebildi. Fuat rahatladı. “Size gelmek istiyorum,” dedi. Selma, sevincini belli eder bir tonda “Bekliyoruz,” deyince telefonu kapatıp banyoya yürüdü.

Selma kapıyı açıp Fuat’ı karşısında görünce biran duraksadı, sonra birbirlerine sıkıca sarıldılar. Aylin henüz uyuyordu. İçlerinde biriken arzuya karşı koymayıp yatak odasına yöneldiler. Odada Serkan’ı hatırlatacak bir iz kalmamıştı. Soyundular ve birbirlerini öperek yatağa uzandılar. Sevişmeleri boyunca “seni seviyorum“ ve “seni özledim” birbirine karıştı. Bastırıl-maya çalışılan inilti ve çığlıklar yerini derin nefes alış verişlere bıraktı. Aylin’in yatak odasına gelmesi ile uyandılar. Aylin yatağa tırmanıp ikisinin arasına girdi. Fuat ve Selma’nın aksine gayet rahattı. Onların birlikte yatakta oluşuna hiç şaşırmamıştı sanki. İkisinin de yanaklarına birer öpücük kondurdu.

Bir süre sonra, Selma, “Benim karnım acıktı, güzel bir kahvaltıya ne dersiniz?” diyerek kalkıp duşa girdi. Duştan sonra her zaman yaptığı gibi günlük gazeteyi alırken posta kutusuna da baktı. Posta kutusundan üzerinde yabancı pullar olan bir başka zarf çıktı. Mutfağa geldi, bir sandalye çekip oturdu. Mektubu merakla açtı, Serkan’ın düzenli ve yumuşak el yazısını hemen tanıdı, merak ve heyecanla okumaya başladı:

Sevgili Selma,

Seni kafanda bir çok sorular ve kanayan bir yürek ile bırakıp gittiğimi biliyorum. Ama başka çarem yoktu. Şimdi yazacaklarımı okuyunca bana hak vereceğine inanıyorum.

Ben, mayın patlamasının vücudumda yol açtığı tahribat nedeniyle cinsel organımı kaybettim ve bunu sana söyleyemedim. Doğuda yaşayıp gördüklerim ve erkekliğimi yitirmemden sonra benim eski Serkan olarak kalıp seni mutlu etmem artık olanaksızdı. Sana kocalık yapamamak, aynı yatağı paylaşıp seninle sevişememek, düşüncesi bana onur kırıcı ve dayanılmaz geldi. Seni kendini en çok kadın hissettiğin yıllarda adeta dul bırakmak, Aylin’e bir kardeş yapma arzunu yerine getirememek duygusuyla baş edemeyeceğimi anladım.

Sana gerçeği ve içine düştüğüm çıkmazı anlatsaydım, eminim beni sevdiğin için bunların hiç önemli olmadığım söyleyip mutlaka beni kalmaya ikna etmeye çalışacaktın. Böyle bir özverinin bana yükleyeceği minnet duygusu ile daha çok ezilecek, hem kendimi hem seni mutsuz edecektim. Böyle mutsuz bir birlikteliği ne sana ne de kızıma reva göremezdim, çünkü ben de sizi çok seviyordum. Bu durumda tek çözüm, kaybolup sizin mutlu yaşamanıza bir açık kapı bırakmaktı.

Fuat’ın siz i sahipleneceğini, seni ve kızımı benim kadar sevebileceğini iyice fark ettikten sonra çok sevmene rağmen se-ni, bir tanecik kızımı ve güzel yurdumu terk etmeye karar verdim. Şimdi ben, zarftan da anlayacağın gibi çok uzaklarda bir ülkede yaşıyorum. Bu kadar uzaklara kaçmamın iki nedeni var. Birincisi beni aramaya kalkmanızı engellemekti, İkincisi de, güzel yurdumuzu iç savaşın eşiğine getiren, binlerce gencecik in-sanın ölmesine, sakat kalmasına göz yuman, Kürtlerle aramızda bir ‘kan davası’ yaratarak çıkar sağlayanların yalanlarını duymayacağım bir yerlere gitmek isteğiydi. Ayrıca aradaki uzak-lığın çok olmasının benim geçmişe sünger çekmemi, yeni bir hayata başlamamı kolaylaştıracağını düşündüm.

Selma, beni anlamanı ve bağışlamanı diliyorum. Tek istediğim, senin ve kızımın mutlu olmasıydı. Bana göre Fuat, size bu mutluluğu verebilecek insandır. Ona olan kardeşlik duygum ve güvenim de sonsuz. Bu mektubu ona da oku! Kendini suçluluk ve ihanet duygularının girdabına kaptırmasın. Mutlu olabilmenizin şartı, geçmişin izlerinden, bağlarından bir de feodal ahlakın katı değerlerinden kurtulmaya, özgürleşmeye bağlı olduğunu unutmayın…

Üçünüzü de son kez sevgiyle ve hasretle kucaklıyorum. Elveda geçmişte kalan güzelliklere; karıma, kızıma, arkadaşıma, yurduma…”

Selma, mektubu masaya bırakıp gözünde biriken yaşlara, boğazında düğümlenen hıçkırıklara yol verdi. Onun hıçkıra hıçkıra ağladığını duyan Aylin ile Fuat koşarak mutfağa geldiler. Selma boynuna sarılan Aylin’i göğsüne bastırırken, “Ne oldu, neyin var?” diyen Fuat’a gözleriyle masada duran mektubu işaret etti…

Duisburg, Aralık 2006

*) Mevlüt Asar, “Aşkın Halleri” Neziher Yayınları, Eylül 2016

Aşka Yer Yoktu (*)

AŞKA YER YOKTU

Gökyüzü ne kadar da yakındı. Gecenin koyu laciverdinde deniz ve gök birbirine karışmıştı. Genç adam, uzatsa elini, yıldızlara değebilirdi. Kıyıya, Samanyolu’nun bir uzantısı gibi vuran ak köpüklü dalgalar, onu bilmediği girdaplara doğru çeki-yordu. Ucuz kırmızı şaraba meze olan türküler, sarhoşluğunu kamçılıyor, yabansı duygularla yüreği çalkalanıyordu. Geçmiş, şimdi ve gelecek karışmıştı birbirine. Ayrımında değildi nerede olduğunun. Hangi dolunaydı bu? Hangi yıldızlardı şu eldeğimi yakınlıkta duran? Nereden seyrediyordu gökyüzünü? Tutuk evinin demir parmaklıklı penceresinden mi? Yoksa yaşlı Akdeniz’ in dost kıyılarından mı? Ya şu yanında oturmuş, insanın içine o-ya gibi işleyen türküler söyleyen kız! Nasıl olmuş da yan yana gelebilmişlerdi?

Ciğerlerine derin derin çektiği yosun kokusuyla kendine geldi. Denizden esen serin rüzgârın yüzünü okşamasıyla demir parmaklıklar ardında olmadığının ayrımına vardı. Evet, özgürdü. Her şeyden önce karşıdaki deniz özgürlüğünün kanıtıydı. Birden yüreği kabardı, kalktı oturduğu yerden. Koşup yakamozun ışıklarını kıyıya taşıyan köpüklü dalgalara atmak istedi kendini. Durumu sezinleyen kız kalktı, yanına geldi. Elini omuzuna

koydu. Genç adam vücuduna geçen akımla irkildi. Bir an yaşadığı elektrik işkencelerini anımsadı. Başını çevirdi, kızın gülümseyen ve güven veren bakışları ile sakinleşti.

Ne kadar endişelenmişti bu kız için. “Ya bu işkencecilerin eline o da düşerse?” korkusu ne denli kemirmişti içini. İşte şimdi yan yanaydılar. Solukları birbirine karışıyordu. Kızın bir kuğu boynu gibi duran boynundan öpmeyi arzuladı. Sarılıp teninin sıcaklığını duymak, kokusunu doyasıya içine çekmek istedi. Sonra utandı, kendinden. Kızın elini omuzundan hafifçe çekip uzaklaştı. Nasıl düşünebilirdi, böyle bedensel, cinsel bir güdüye teslim olmayı? Kimi mahpusta kimi işkencede olan arkadaşlarla verilmiş sözler, içilen antlar belleğinde mühür gibi kazılı dururken, olacak şey miydi, şimdi sevdalanmak? Sigarasını yeniledi. Dalgalara takıldı bakışları. Yeniden yakın geçmişe sürüklendi belleği. Nasıl da hızlı gelişmişti her şey? Nasıl da savrulmuşlardı dörtbir yöne. Nasıl silinip gitmişti önlerinde yürüdükleri kalabalıklar… Arkadaşlarının kendini çağırmasıyla sıyrıldı geçmişten. Boşalmış bardağına şarap doldurup kızın yanına oturdu. Arkadaşları, ortak türkülerinden birini söylemeye başlayınca o tekrar yakın anılara döndü.

Gece çoktan yarılanmıştı. Hep birlikte kalktılar. Motelin terasından sahile indiler. Karşıdaki Kalesinin silüeti ayışığında bir masal şatosunu anımsatıyordu. Genç adam, başının hafiften döndüğünü fark etti. Ayakları ince yumuşak ve hâlâ sıcak olan kumlara gömüldükçe ayaklarından kasıklarına doğru ılık bir haz yükseliyordu. Gidip gelen dalgalar sevişmelerdeki devinimleri, dalga sesleri ise sevişirken çıkarılan sesleri, solumaları çağrıştırıyordu. İçinde kabaran duygular ağır bastı. Kızın yumuşak ve sıcak ellerini aradı karanlık boşlukta; elleri birleşti.

Türküler söyleyerek yürüdüler kıyı boyunca. Toroslar’dan esen rüzgâr söyledikleri türkülerdeki hüznü alıp götürüyordu açık denize. Oysa kafasındaki hesaplaşma bütün yoğunluğuyla sürüyordu. Kan güllerinin çiçek verdiği, her gün ağıtların yakıldığı bu ortamda aşka yer yoktu, olamazdı. Bu yaptığı küçük burjuva duyarlılığı, bireycilik, hatta devrime ihanet değil de neydi?

Ah! Bu Akdeniz değil miydi suçlu olan? Bu, “hayır” dedirtmeyen, insanı baştan çıkaran deniz! Kızın elini bırakıp hızla, şuh ve deneyimli bir yosma gibi uzanan denize koşup kendini sulara attı. Kız ardından koşup geldi. “Delisin, sen!” diye hay-kırdı, sonra yarmaz bir çocuk gibi, kolundan yakalayıp sudan çıkardı. Arkadaşlarına yetişmek için daha hızlı yürüsün diye elinden tutup çekti…

Genç adam bir yandan yürüyor bir yandan düşünüyordu. Bu son geceleriydi işte. Yarın, ceza evlerine özgürlüğün, düşüncenin, umudun hapsedildiği, karanlık dehlizlerinde insanların işkence çarmıhına gerildiği, sokaklarında yarınların katle-dildiği o büyük kente döneceklerdi. Yüreğini yakan, beynini kemiren bu ‘sevdayı’ yanında taşıyıp götürmek istemiyordu. Mut-laka bir sonuca bağlanmalıydı bu gece…

Elini kızın elinden çekip tekrar uzaklaştı gruptan. Yalnız-lığın karar vermesini kolaylaştıracağını düşünüyordu. Motele döndü. Kaldığı bungalovun önündeki şezlonga attı kendini. Kız, arada bir o yana dönüp bakmakla yetindi. Karanlıkta yanıp sönen sigara ateşini seçebiliyordu. Tüm arkadaşları odalarına çekilirken, bir o gitmedi. Gelip genç adamın yanına oturdu.

Bir süre hiç konuşmadılar, dalgaların sesini dinlediler. Kız usulca genç adamın elini tuttu ve her şeyin farkında olduğunu gösteren bir tavırla okşadı. Sonra yumuşacık sordu, “Çok mu zor karar vermek?” Genç adamın tüm bedenine yeniden bir ateş yayıldı. Kıza doğru sokuldu, uzun uzun kızın gözlerine baktı. Gözleriyle anlatmak istediğini söze dökmeye karar verdi.

Yeni konuşmaya başlayan bir çocuğun ilk cümlesini söylemesi gibi yavaş yavaş “seni seviyorum” dedi. Sonra gözlerini kapatıp başını, bir süre önce deniz kıyısında öpmek istediği kuğu boynuna gömdü. Kızın eli saçlarını okşarken,yüreğini ezen o taş gibi şeyin eridiğini fark etti. Boğazındaki düğüm birden çözüldü. Tutamadığı göz yaşları yanaklarından bıyıklarına doğru süzülürken, kızın dudaklarını dudaklarında hissetti.

Mayıs 1978

*) Mevlüt Asar, “Aşkın Halleri”, Neziher Yayınları, Eylül 2016

%d blogcu bunu beğendi: