barış cesaret ister *

Resim:   Picasso, ” Guernica”

Barış Cesaret İster

Dünyamız savaşlardan çok çekti. Özelikle 20. yüzyıl ikisi dünya çapında olmak üzere irili ufaklı yüzlerce savaşa sahne oldu. İnsanlık bu savaşların yol açtığı milyonlarca ölüme, soykırımlara, Hiroşima’ya tanık oldu. II. Dünya Savaşından sonra savaşların sona ermesi beklenirken 1950’lerde “Soğuk Savaş” dönemi başladı. Ülkeler bloklara, askeri kamplara ayrıldı. Silahlanma yarışı hızlandı. Yerküreyi birkaç kez yok etmeye yetecek atom silahı üretildi. NâzımHikmet, Pablo Neruda gibi ünlü şairlerin de yer aldığı “Dünya Barış Konseyi” savaşa karşı kampanyalar yürüttü; insanlığı barışa çağırdı. Bir üçüncü dünya savaşının çıkması engellendi, fakat güçlü ülkelerin perde arkasından yönlendirdiği bölgesel savaşlar kan dökmeye devam etti.

Ve ilk kez 60’lı yılların sonunda dünya gençliği, savaşa karşı sesini yükselti. “Barış hareketi” bir çığ gibi büyüdü. O güne kadar ki “en çirkin” savaşlardan biri olan Vietnam savaşının bitmesinde büyük rol oynadı. 80’li yılların sonuna değin süren barış hareketi, insanların barış istemini güçlendirdi. Otomobil camlarını, okul çantalarını, duvarları, ceketlerin yakalarını gagasında zeytin dalı taşıyan beyaz barış güvercini amblemleri süsledi. Ama savaş çığırtkanı politikacılar, silah fabrikatörleri, silah tüccarları da boş durmadılar. Ortadoğu’da, Uzak Asya’da, Afrika’da ve Güney Amerika’da iç ya da yerel savaşların çıkmasını sağladılar. Çoluk çocuk, kadın erkek, genç yaşlı yüzbinlerce insanın ölmesine, sakat kalmasına, yurtlarını terk etmesine, şehirlerin köylerin yakılıp yıkılmasına neden oldular.

90’lı yılların başında biraz ortalık yatışır, barış rüzgârları eser gibi oldu. Anacak petrol kaynakları yüzünden çıkan Körfez Savaşı tüm umutları suya düşürdü. Yanan petrol kuyuları henüz sönmemişken, bu kez Yugoslavya’da savaş patlak verdi. Avrupa yirminci yüzyılın en kanlı iç savaşına hem sahne hem de seyirci oldu. Bosna ve Kosova savaşları, 20.yüzyıl tarihinde yeni utanç sayfaları, Avrupa uygarlığının vicdanında kapanması zor yaralar açtı.

21.yüzyıla tüm insanlık yeni umutlarla girdi. Ne var ki 11Eylül 2001’de Amerika’da yaşanan terör olayı dünyayı sarstı; barıştan henüz çok uzakta olduğumuzu gösterdi. Kültürler, dinler arası savaşlardan söz edilmeye başlandı. Barışı savunan, barışa inanan insanların umutları bir kez daha sarsıldı.

Neden barış hep gerçekleşmeyen bir istek, bir özlem olarak kalıyor? Neden yeryüzünde barış sağlanamıyor; insanlık barış içinde bir arada yaşayamıyor? Bunun suçlusu sadece politikacılar, savaştan çıkarı olanlar mı? Yoksa onlar bizim yeterince barışçı olmamamızdan, barış için daha etkin mücadele etmemizden mi yararlanıyorlar?

Sürekli barışa kavuşabilmek için bu sorulara yanıt bulmamız gerekiyor. Her şeyden önce kendimize, evde, okulda, sokakta, işyerinde ne ölçüde barışçı davrandığımızı, barışçı olabildiğimizi sormalıyız. Hangimiz nefrete karşı sevgiyi, düşmanlığa karşı dostluğu, ayrımcılığa karşı dayanışmayı savunabiliyoruz? Hangimiz kaba güç kullanma yerine anlaşarak çözüm arama cesaretini gösterebiliyoruz? Hangimiz barış istediğimizi korkmadan, yüksek sesle dile getirebiliyoruz? Oysa barıştan yana olanların, şiddetten ve savaştan yana olanlar kadar cesur olmaları gerekiyor. Bir başka deyişle, barışa giden yol galiba tek tek bireylerin barış kültürünü özümsemesinden ve bunu her yerde, her zaman cesaretle savunabilmesinden geçiyor. Çünkü ailede, okulda, sokakta, işyerinde barış olmazsa, toplumda, toplumlar arasında da barış olmuyor, barış kurulamıyor. Savaş isteyenlerin ekmeğine yağ sürülüyor.

Belki de işe önce kendimizden başlamak, kendi içimizdeki düşmanlıkların, şiddet eğilimlerinin üstüne gitmek gerekiyor. Hangimiz bir Alman olarak sınıfımızdaki Türk kökenli arkadaşımızla alay edilmesine, onun dışlanmasına, karşı çıkmak, ondan yana olmak cesaretini gösterebiliyor? Hangimiz bir Türk olarak arkadaşlarımızın tüm Almanları kötülemelerine, şiddeti ve kaba kuvveti övmelerine, aşırı milliyetçi düşüncelerine karşı çıkma cesaretini gösterebiliyor? Bırakalım bunları kendi aramızdaki Kürt-Türk, Sünni-Alevi ayrımına karşı çıkabiliyor muyuz? İçimizden kaç kişi, her gün karşılaştığımız, tanık olduğumuz ırkçı davranışlara, sözlere -kimden gelirse gelsin- karşı çıkabiliyor, ekilen düşmanlık ve nefret tohumlarının yeşermesini engellemeye çalışıyor?

Hepimiz bu işin öyle pek kolay olmadığını biliyoruz. Çoğumuz, doğal olarak kendi grubumuzdan dışlanmaktan, canımızı malımızı tehlikeye atmaktan korkuyoruz. Alman isek, Almanların, Türk isek Türklerin bize “hain” gözüyle bakmasından çekindiğimiz için susuyoruz. Belki de bu cesareti gösterebilsek, ayrımcılıktan, düşmanlıktan, savaştan yana olanlara, onlar gibi düşünmediğimizi söyleyebilsek, bizim gibi düşünüp de sesini çıkarmayanlar da bize katılacak. Barıştan yana olanların sayısı daha çok artacak. Yüreklerimizden havalanan binlerce barış güvercini savaş çığırtkanlarını susturacak. Bütün sorun işte o cesareti gösterebilmekte, yani yürekte.

Duisburg, Kasım 2004

© Mevlüt Asar

*) “İki Ülke – İki Lisan – Bir İnsan” Kibele Yayınları, Mart 2018

Yazar: Mevlüt Asar (Yazar/Autor)

Mevlüt Asar, 1951'de Konya'da doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi bitirdi. 1978'de Federal Almanya'ya yerleşti. “Çevirmenlik” ve “Metin Yazarlığı” sertifikaları olan Mevlüt Asar'ın Almanca, Türkçe ya da iki dilde şiir, öykü, deneme ve çeviri türünde yayımlanmış on kitabı bulunmaktadır. Kendisine, çok kültürlü yaşama ve halklar arasındaki kaynaşmaya yaptığı katkılardan dolayı Duisburg Belediyesi tarafından 2016 yılı Fakir Baykurt Kültür Ödülü verilmiştir. *** Mevlüt Asar wurde 1951 in Konya (Türkei) geboren. Er erhielt seine Schulbildung in Ankara und schloss 1974 sein Studium an der Fakultät für Politikwissenschaften an der Universität Ankara ab. Ende 1977 siedelte er nach Deutschland. Er wurde 2016 für seine literarische Arbeit und sein Engagement insbesondere für das friedliche Miteinander von Türken und Deutschen sowie für seine Arbeit im Literaturcafé Duisburg mit dem Fakir Baykurt Kulturpreis ausgezeichnet. E-Mail: asar.mevlut@gmail.com

%d blogcu bunu beğendi: