“İslamcı akımlar, zulme ve zorbalığa karşı ilkeli, hakkaniyetli ve örnek bir duruşu gösterdiklerinde, ezilenlerin özlemi, umudu oldular. Ne zaman ki, iktidara ve iktidarda kalmaya odaklandılar, işte o zaman zulmün öznesi ve yüklemi oldular!” 1
İslam’ın ortaya çıkışıyla birlikte dinin temel ilkelerinden çok siyasi hedefleri öne çıktı. Muhalifleri bugün olduğu gibi, İslam hâkimiyetini yıkmaya çalışanlar olarak algılandı, hak ve özgürlükler bir tehlike olarak görmeye başlandı.
Günümüzde iktidarda olan İslamcı Siyasetler de, iktidara okadar odaklanıyorlar ki, muhalefete düşme olasılığınıkabullenemiyorlar. Onların en zayıf ve de en tehlikeli yanı işte bu iktidarı kaybetme korkusudur. Oysa dinler tarihine bakıldığında, zahiri zafer kazanımları yerine ilkeli, ahlaki duruşların yüceltildiği görülür.
Toplumunu ikna edip inancı yayamadığı için üzülen elçilerini, Allah: “Adil ve hakkaniyetle davrandın, görevini yaptın!” diyerek teselli eder ve “Senin için doğru yol, hak ve adalet üzere olmadır, zalimlerle ortaklık yapmaman, zalimleşmemendir, iktidar kriterin değildir!” der.
Peki, iktidar yerine adaletten ayrılmamayı öğütleyen bir dinin üyeleri niçin bu kadar iktidara odaklanmış durumdalar? Çünkü dini bir ideoloji haline getirerek siyasete girerseniz, kaybetme fikrini kabullenmeniz zordur. Bunun için de hâkimiyete odaklanmayan tüm İslami cemaatleri de küçümser ve dışlarlar. Toplumu tektipleştirici, ve tekfirci bir anlayış egemen olur. Şu anda bu, dini bir söylem ile yapılmıyor sanılabilir, ama “küresel operasyon, dış güçler, vatan hainleri” kelimeleri artık bunu ifade ediyor.
İslamcılar, Hristiyanlıkta olduğunun aksine, tarihsel ve düşünsel olarak hatalarını kabul etmeme eğiliminde oldukları için özeleştiri yapmaya kesinlikle yanaşmıyorlar. Çünkü öz eleştiriyi bir zafiyet, bir tür “günah çıkarma”, dolayısıyla hâkimiyeti sarsacak bir tavır olarak görüyorlar. Özeleştiriye açık beyinlerden hiç hazzedilmiyor, özeleştiri yapanlar hemen dışlanıyor ve “karşı tarafın adamı” olmakla itham edilebiliyor…
Duisburg, Kasım 2016
Mevlüt Asar
1) Ömer Faruk Gergerlioğlu
*) İki Ülke – İki Lisan – Bir İnsan, Kibele Yayınları, İst. Mart 2018
Ayvalık Kültür Sanat Günleri’nin bence en ilginç ve önemli etkinliklerden biri 24 Ağustos’ta, Sanat Fabrikası’nda Türkolog ve kültür tarihçisi Ali Canip Olgunlu ile yapılan söyleşi idi. Maalesef, Başkan Rahmi Gençer’in de üzülerek dile getirdiği gibi bu önemli etkinliğine katılım çok düşüktü…
Ali Canip Beyin, Anadolu kültürüne bakış açısı, sonradan kendisine de söylediğim gibi benimki ile bire bir örtüşüyordu: “Anadolu Kültürü, her gelenin getirdiği ile burada bulduğunu sentezleyerek oluşturduğu bir kültürler bileşimidir. O bir mozaik değil, bir ‘hamur’dur. On iki bin yıllık bu hamuru oluşturan her kavim bizim ‘atalarımız’dır. Bu hamur, uygarlık bağlamında hem Doğulu hem de Batılıdır…”
Cumhuriyetten önce başlayan ve hala süren “kültürel kimlik” arayış ve tartışmalarına, nokta koyacak nitelikteki bu bakış açısı/ görüş, Halikarnas Balıkçısı, İsmet Zeki Eyüboğlu, Azra Erat gibi entellektüelin içinde yer aldığı, “Anadolu Hümanizmacıları” olarak da adlandırılan grup tarafından 1940’lı yıllarda oldukça ciddi bir şekilde dillendirdi. Ancak Hitler Faşizmi’nin etkisiyle Türkiye’de yükselen ırkçı-milliyetçi dalga karşısında seslerini duyuramadılar…
Bu görüşü, tezi bir “demokrasi” ve “kültür” krizi/kavgası” yaşadığımız bu günlerde tekrar duymak, doğrusu beni çok heyecanlandırdı ve duygullandırdı. Heyecanımı dile getirmek için kendisine, “Denizini Yitiren Martı” dan “kimlik” başlıklı şiirimi okudum:
Avcumdaki çizgiler / Asya’dan Avrupa’ya / uzun bir yolun izdüşümü / yüreğimin bir yanı / Homeros’a akar / bir yanı biçare / Yunus’a çıkar /
Kâbemi yedi tepeli / bir şehre kurmuşum /ortasından çağlar akar / bir kulağımda / hazin ezanlar / bir kulağımda / yanık çan sesleri / tenim Akdeniz sıcağı / bir elimde güvercin / bir elimde zeytin dalı …
Dünyamız savaşlardan çok çekti. Özelikle 20. yüzyıl ikisi dünya çapında olmak üzere irili ufaklı yüzlerce savaşa sahne oldu. İnsanlık bu savaşların yol açtığı milyonlarca ölüme, soykırımlara, Hiroşima’ya tanık oldu. II. Dünya Savaşından sonra savaşların sona ermesi beklenirken 1950’lerde “Soğuk Savaş” dönemi başladı. Ülkeler bloklara, askeri kamplara ayrıldı. Silahlanma yarışı hızlandı. Yerküreyi birkaç kez yok etmeye yetecek atom silahı üretildi. NâzımHikmet, Pablo Neruda gibi ünlü şairlerin de yer aldığı “Dünya Barış Konseyi” savaşa karşı kampanyalar yürüttü; insanlığı barışa çağırdı. Bir üçüncü dünya savaşının çıkması engellendi, fakat güçlü ülkelerin perde arkasından yönlendirdiği bölgesel savaşlar kan dökmeye devam etti.
Ve ilk kez 60’lı yılların sonunda dünya gençliği, savaşa karşı sesini yükselti. “Barış hareketi” bir çığ gibi büyüdü. O güne kadar ki “en çirkin” savaşlardan biri olan Vietnam savaşının bitmesinde büyük rol oynadı. 80’li yılların sonuna değin süren barış hareketi, insanların barış istemini güçlendirdi. Otomobil camlarını, okul çantalarını, duvarları, ceketlerin yakalarını gagasında zeytin dalı taşıyan beyaz barış güvercini amblemleri süsledi. Ama savaş çığırtkanı politikacılar, silah fabrikatörleri, silah tüccarları da boş durmadılar. Ortadoğu’da, Uzak Asya’da, Afrika’da ve Güney Amerika’da iç ya da yerel savaşların çıkmasını sağladılar. Çoluk çocuk, kadın erkek, genç yaşlı yüzbinlerce insanın ölmesine, sakat kalmasına, yurtlarını terk etmesine, şehirlerin köylerin yakılıp yıkılmasına neden oldular.
90’lı yılların başında biraz ortalık yatışır, barış rüzgârları eser gibi oldu. Anacak petrol kaynakları yüzünden çıkan Körfez Savaşı tüm umutları suya düşürdü. Yanan petrol kuyuları henüz sönmemişken, bu kez Yugoslavya’da savaş patlak verdi. Avrupa yirminci yüzyılın en kanlı iç savaşına hem sahne hem de seyirci oldu. Bosna ve Kosova savaşları, 20.yüzyıl tarihinde yeni utanç sayfaları, Avrupa uygarlığının vicdanında kapanması zor yaralar açtı.
21.yüzyıla tüm insanlık yeni umutlarla girdi. Ne var ki 11Eylül 2001’de Amerika’da yaşanan terör olayı dünyayı sarstı; barıştan henüz çok uzakta olduğumuzu gösterdi. Kültürler, dinler arası savaşlardan söz edilmeye başlandı. Barışı savunan, barışa inanan insanların umutları bir kez daha sarsıldı.
Neden barış hep gerçekleşmeyen bir istek, bir özlem olarak kalıyor? Neden yeryüzünde barış sağlanamıyor; insanlık barış içinde bir arada yaşayamıyor? Bunun suçlusu sadece politikacılar, savaştan çıkarı olanlar mı? Yoksa onlar bizim yeterince barışçı olmamamızdan, barış için daha etkin mücadele etmemizden mi yararlanıyorlar?
Sürekli barışa kavuşabilmek için bu sorulara yanıt bulmamız gerekiyor. Her şeyden önce kendimize, evde, okulda, sokakta, işyerinde ne ölçüde barışçı davrandığımızı, barışçı olabildiğimizi sormalıyız. Hangimiz nefrete karşı sevgiyi, düşmanlığa karşı dostluğu, ayrımcılığa karşı dayanışmayı savunabiliyoruz? Hangimiz kaba güç kullanma yerine anlaşarak çözüm arama cesaretini gösterebiliyoruz? Hangimiz barış istediğimizi korkmadan, yüksek sesle dile getirebiliyoruz? Oysa barıştan yana olanların, şiddetten ve savaştan yana olanlar kadar cesur olmaları gerekiyor. Bir başka deyişle, barışa giden yol galiba tek tek bireylerin barış kültürünü özümsemesinden ve bunu her yerde, her zaman cesaretle savunabilmesinden geçiyor. Çünkü ailede, okulda, sokakta, işyerinde barış olmazsa, toplumda, toplumlar arasında da barış olmuyor, barış kurulamıyor. Savaş isteyenlerin ekmeğine yağ sürülüyor.
Belki de işe önce kendimizden başlamak, kendi içimizdeki düşmanlıkların, şiddet eğilimlerinin üstüne gitmek gerekiyor. Hangimiz bir Alman olarak sınıfımızdaki Türk kökenli arkadaşımızla alay edilmesine, onun dışlanmasına, karşı çıkmak, ondan yana olmak cesaretini gösterebiliyor? Hangimiz bir Türk olarak arkadaşlarımızın tüm Almanları kötülemelerine, şiddeti ve kaba kuvveti övmelerine, aşırı milliyetçi düşüncelerine karşı çıkma cesaretini gösterebiliyor? Bırakalım bunları kendi aramızdaki Kürt-Türk, Sünni-Alevi ayrımına karşı çıkabiliyor muyuz? İçimizden kaç kişi, her gün karşılaştığımız, tanık olduğumuz ırkçı davranışlara, sözlere -kimden gelirse gelsin- karşı çıkabiliyor, ekilen düşmanlık ve nefret tohumlarının yeşermesini engellemeye çalışıyor?
Hepimiz bu işin öyle pek kolay olmadığını biliyoruz. Çoğumuz, doğal olarak kendi grubumuzdan dışlanmaktan, canımızı malımızı tehlikeye atmaktan korkuyoruz. Alman isek, Almanların, Türk isek Türklerin bize “hain” gözüyle bakmasından çekindiğimiz için susuyoruz. Belki de bu cesareti gösterebilsek, ayrımcılıktan, düşmanlıktan, savaştan yana olanlara, onlar gibi düşünmediğimizi söyleyebilsek, bizim gibi düşünüp de sesini çıkarmayanlar da bize katılacak. Barıştan yana olanların sayısı daha çok artacak. Yüreklerimizden havalanan binlerce barış güvercini savaş çığırtkanlarını susturacak. Bütün sorun işte o cesareti gösterebilmekte, yani yürekte.
Paylaşmak eyleminin arka planında sosyal, ahlaki hatta ideolojik bir yüklenme olduğu muhakkak. Uzlaşmaz iki kutup gibi duran İslam ve Marksizm farklı amaçlarla da olsa ‘paylaşmak’tan yana. Paylaşabilen insan daha sosyal daha ahlaklı bir insandır. Buna bir itirazım yok.
Ancak, konuya yazar-okur ilişkisi bağlamında duruma bakarsak, söz konusu olan bir paylaşma değil belki de bir alışveriştir. Aslında yazar kendinden vererek eksilir, eksilenin yerine yenileri doldurmak, “ Yaratmak” zorundadır. Okuyucunun ise – alabildiği oranda- ruhsal dünyası zenginleşir, yaşama ilişkin bilgisi artar. Demek ki burada bir veren (eksilen) bir de alan (çoğalan) söz konusudur. Ve insan paylaşabildiğince değil ‘karşılık beklemeden’ verebildiğince daha çok ‘insan’dır.
Bu bağlamda iki tür insan vardır: (daha çok) veren insanlar ve (daha çok) alan insanlar. Ve insanlık tarihine baktığımız-da adı ölümsüzleşen tüm “büyük” adamlar/kadınlar, bir inanç, bir düş, bir sevda veya bir tutku uğruna bir ömür veren, yaşadıkları dönemin günahlarının ‘bedelini’ yaşamlarıyla ödeyen in-sanlardır. Hatta klasik dünya edebiyatının o unutamadığımız kahramanları da bir şeyleri ‘paylaşan’ insan tiplerinden çok koşulsuz, hiç bir karşılık beklemeden kendilerinden veren kişiler değil midirler?
Peki, sevgi ve aşk için “paylaşmak” hangi anlamı taşır, sevgi ve aşk paylaşılabilir mi? Onu paylaşanları çoğaltır mı? Sevgi ya da aşk iki taraflıysa bence evet. O zaman sevgi azalmaz, tersine karşılıklı olarak çoğalır. Çoğalan sevgi taşar sel olur, nehir olur denizlere, okyanuslara karışır, yağmur olur insan-lığın yüreğini sular. Ancak “tek taraflı” yani “karşılıksız” ise seveni tüketir, Mecnun eder, çöllere düşürür, Kerem gibi yakar.
Gerçek büyük adamlar/kadınlar ve büyük sanatçılar sadece bir tek insan, örneğin sevdiği için veya ‘büyük insanlık” için yahut da edebiyat için, sanat için, bilim için yanmayı göze alabilen insanlar arasından çıkmıştır. İşte onlardan biri, büyük şair bak nasıl haykırmış:
”… Ben yanmasam / sen yanmasan / biz yanmasak,/ nasıl /çıkar / karan- / lıklar /aydın-/lığa… (N. Hikmet)
Mevlüt Asar
*) “Aşkın Halleri & Belinda’ya Mektuplar”, Neziher Yayınları, Eylül 2016
Sevgili Belinda, Uzun zamandır sana yazmak istediğim halde yazamadım. Doğruyu söylemek gerekirse, sen gerçekten var mısın, yok musun; yoksa sadece düşümde yarattığım mısın, bilmiyorum. Bu sabah içimden bir ses bana, aslında bu soruların yanıtının hiç de önemli olmadığını ve senin uzaklarda da olsa bir yerlerde mutlaka yaşadığını, mektuplarımın bir şekilde eline ulaşacağını kulağıma fısıldayarak, beni sana yazmaya ikna etti.
Yazacağım mektupları okuyup okumamak ya da yanıt verip vermemek tamamen sana bağlı. Yani, sen kabul etsen de etmesen de, ben seni kendime bir sırdaş, bir yoldaş, bir dost hatta bir ”sevgili’ olarak seçtim. Şimdi, “İyi de neden ben?” dediğini duyar gibiyim. Çünkü seni ben, el değmemiş bir beyaz kağıt, yazılmamış bir öykü, okunmamış bir kitap gibi; merak, paylaşma, sevilme, sevme ve sevdiğini dile getirme yetisini yitirmemiş, sözün, yazının değerini bilen olarak düşlüyorum. Çünkü sana bir şeyleri gizlemek zorunda kalmadan içimi dökebileceğimi, seninle sırlarımı, umutlarımı, sevincimi, öfkemi, kırgınlık ve hüznümü paylaşabileceğimi sanıyorum. Çünkü -her şeyden önemlisi beni eksiklerim, yanlışlarım, çelişkilerimle, yani olduğum gibi kabulleneceğine, bana karşı dürüst kalacağına, bana yazacaklarının, içten ve yürekten olacağına bütün kalbimle inanıyorum.
“Bana yazmanın amacı ne?Benden ne bekliyorsun?” dersen, bunu ben de açık seçik bilmiyorum. Amacımı, yosun tutmaya başlamış gölün durgun suyuna bir taş atmak olarak da algılayabilirsin. İnsanlık tarihinde kazanım olarak bilinen her şeyin yıkıldığı, insani değerlerin tepe takla edildiği, sanatın ve edebiyatın post modern rüzgârların peşine takılarak, insandan uzaklaştığı; insanın insanlığından çıkarılmaya çalışıldığı günümüz dünyasında neredeyse hepimiz tek başımıza kaldık. Ortasına itildiğimiz bu yalnızlığı, içine düştüğümüz bu suskunluğu, güvensizliği, umutsuzluğu… yazışarak da olsa kırabilir miyiz? Bırakalım diyaloglar kurmayı, hiç değilse monologlarla karşımızdakilere ya da yanımızdakilere ”İşte ben varım ve yaşıyorum!’ diyebilir miyiz? Bu soruya yüreğim ‘evet’ diyor. Çoktan unuttuğumuz yüreğimizin sesini dinlemeyi yeniden öğrenmek gerekiyor. Bu girişim, bu mektup da bunun bir sonucu.
Uzakların hüznü, yalnızlığın sessizliği ile…
Mevlüt Asar
*) “Aşkın Halleri & Belinda’ya Mektuplar” adlı kitaptan alınmıştır, Neziher Yayınları, Eylül 2016
Duisburg’daki büyük bir demir çelik fabrikasında çalışan Mehmet Küçük, ikinci el mobilya satan bir mağazadan iki yüz Mark’a aldığı görkemli yatağa uzandığında bitkindi. Akşam üstü köylüsü Süleymangil gelmiş, gecenin geç saatlerine kadar oturmuşlardı. Çoğu kez olduğu gibi, Almanya’da giderek artan sorunlar, yaşadıkları düşmanlık eğilimleri, yurda dönüş üzerine söyleşmişlerdi. Türkiye işi cam bardaklardan içilen demli çaylar da Mehmet’in uykusunu giderememiş, gizli gizli esneyip durmuştu. Giderek ağırlaşan göz kapakları düştü, derin bir uykuya daldı.
Aradan birkaç saat geçmişti ki, horozlar ötmeye başladı. Mehmet uyandı, şaşkındı. Yoksa köyünde miydi? Perdeyi aralayıp dışarıya baktı. Pencereden köyünün kıraç tepeleri değil, fabrika bacaları yükseliyordu. Tam o sırada yükseliveren güneşin altın gümüş karışımı renkleri evi masal kitaplarına çizilen bir resme dönüştürdü. Mehmet kendini bu resmin tam ortasında buldu. Bir süre şaşkın şaşkın eşyaları seyretti. Sonra alışkanlığın verdiği dürtüyle banyoya yöneldi. Tıraş olurken içinden türkü söylemek geldi, uzun süredir böyle bir istek duymamıştı:
Allı turnam bizim ele varırsan
şeker söyle kaymak söyle bal söyle…
Mehmet, her sabah yapmaya koşullandığı hareketlerle uyuşmadığı için türküyü yarım bıraktı. Tıraş olması bitince, elbiselerini giyinip mutfağa gitti. Bir tek kuş sütü eksik denilen şekilde hazırlanmış kahvaltı masasını görünce iştahla oturdu. Kahvaltısı bitince gözü, kapının yanında hazır duran iş çantasına ilişti. Kalktı, ayakkabılarını giydi, çantasını aldı. Kapıyı açmaya davrandı, ama kapı kendiliğinden açılıverdi. Mehmet altın yaldızlı boyayla boyanmış, otomatik olarak açılıp kapanan kapıdan geçip koridora çıktı. Kendini yer çekiminin etkisinden kurtulmuş gibi hafif hissediyordu. Çok eski olduğu için cila tutmayan, gıcırdaması yıldan yıla biraz daha artmış küf kokulu ahşap merdiven bu kez o inerken hiç gıcırdamadı. İkinci katta komşusu Müller’le karşılaştı; onun her zamanki gibi başını çevirip evine girmesini beklerken, Bay Müller, Mehmet’e yabancı bir içtenlikle; “Guten Morgen, Herr Kücük!” dedi. “Bugün hava çok güzel, değil mi?” Mehmet, ne diyeceğini şaşırdı. Kekeleyerek, “Ya, ya…” diyebildi.
Dışarısı günlük güneşlik, gökyüzü hiç görmediği kadar maviydi. Yıllar önce Polonyalı göçmen işçiler için yapılmış olan bir örnek binaların iki taraflı uzandığı, kışla düzenindeki, şimdi daha çok kendi yurttaşlarının oturduğu sokağı tanıyamadı. Her yer tertemiz ve bakımlıydı. Bu haliyle gerçek bir Alman sokağı görünümü almıştı. Gözleri bir bahçe duvarına yazılmış olan, “TÜRKEN RAUS” (Türkler Dışarı!) yazısını aradı, ama bulamadı. Onun yerinde, beyaz boyalı zemine Türkçe ve Almanca olarak yazılmış şu dizleri okudu :
“YAŞAMAK BIR AĞAÇ GİBİ TEK VE HÜR / VE BİR ORMAN GİBİ KARDEŞCESİNE / BU HASRET BİZİM” Dizeler hoşuna gitti, yüzüne bir gülümseme yayıldı.
Durağa doğru yürümesini sürdürdü. Karşıdan iki Alman bayanın geldiğini gördü. Gelenler yan binada oturan komşularıydı. Yan yana geldiklerinde ikisi birden gülerek başlarıyla Mehmet’i selamladılar. Mehmet şaşkınlığını yenip kibar bir şekilde “Guten Morgen, die Damen!” diyerek karşılık verdi. Neşesi arttı, içi yaşama sevinciyle doldu. Islık çala çala durağa geldi. Canı sigara istedi. Cebinden paketi çıkardı, fakat içi boştu. Yan duvardaki otomattan çekmek için ceplerinde bozuk para arandı, ama yeteri kadar yoktu. Birden neşesi kaçtı. Sigara almak için yakındaki büfeye gitmesi gerekiyordu. Büfenin sahibi, Topal Fritz’ti. Sağ ayağının yarısını Rus cephesinde kaybettiği için kendisine bu ad takılmıştı.
Fritz son sıralarda Türk müşterilerine eskisi gibi iyi davranmıyordu. Artık Türkçe gazete satmadığı gibi Neo-Nazilerin gazetelerini sayfa sayfa açılmış olarak büfenin önüne asıyordu. Büfenin yanından geçen Türkler, orada bira ya da Schnapps içen ayak takımı ile Fritz arasında geçen konuşmaları duydukça sinirleniyorlardı:
“İşte onlardan biri daha!”
“Bunlar da çok oldular! Misafir olduklarını unutuyorlar!”
“Defolup gitsinler artık!”
“Bize yeni bir Hitler gerek!”
…
Otobüsün gelmesine daha epey zaman vardı. Tiryakiliği ağır bastı, istemeye istemeye büfeye yürüdü. Büfenin önünde iki Alman bira içiyordu. Mehmet, Almanların sabah sabah içki içmelerini anlayamıyordu. Aslında başka birçok alışkanlıklarını da anlayamıyordu ya, ona neydi? Onları görmezden geldi. Fakat ikisi birden, “Guten Morgen Herr!” deyince Mehmet durakladı. “Na, zur Arbeit?,“ diye sordu biri. Mehmet, “Ja“ diye geçiştirdi. Bu kez öteki Alman: “Siz, Türkler çalışkan insanlarsınız. Ülkemizin kalkınmasına büyük katkılarda bulundunuz. Siz olmasaydınız ne yapardık?” Bu sözler karşısında Mehmet mahcup oldu, ne diyeceğini bilemedi. Hafif bir gülümsemeyle karşılık verdi. Bu arada başını camdan uzatmış, onları dinleyen Fritz’e dönerek, “Eine HB, bitte!,” dedi. Fritz, sigarayı “Bitte schön…” diyerek uzatırken, “Türk gazetesi de var. İster misin?” diye sordu. Mehmet şaşkın “Ja, bitte eine Hürriyet.” dedi. Aldıklarının parasını ödeyip ayrılırken üç Alman birden Mehmet’i “Tschüss!”diyerek uğurladılar.
Mehmet, durağa neşeyle döndü, yaktığı sigarayı keyifle tüttürdü. Sigarası bitmek üzereyken otobüs göründü. Mehmet,“Şimdi her şey bitecek, eskiye dönecek…” endişesiyle otobüse bindi. Şoför bileti suratına fırlatır gibi değil, “Buyurun,” diyerek uzatınca rahatladı. Yolcuların çoğunu tanıyordu. Bunlar iki durak ileride, firmanın yaptığı yeni konutlarda oturan Alman iş arkadaşlarıydı. Yönünü onlara döndüğünde, ön tarafta oturanlar, “Günaydın Mehmet!” diyerek, onu selamladılar. O da içten bir “Guten Morgen ”la karşılık verdi. Bir süre ayakta durup oturacak boş bir yer olup olmadığına baktı. Ortalara doğru, güzel ve bakımlı bir Alman bayanın yanı boştu. Oraya doğru yürüdü, bayanın yanına gelince durdu. Oturup oturmamakta kararsız bekledi. Çünkü yanına bir Türk erkek oturunca, “Sanki başka yer yok!“ diye homurdanan Alman kadınlara o da tanık olmuştu. Kendi kendine, “Bu güzel günü berbat etmeye gerek yok!” diye düşündü. “Zaten fabrikaya kadar çok bir şey kalmadı.” derken, sarışın kadın oturması için ona yer açtı. Mehmet, “Danke!” diyerek, dikkatlice oturdu.
Kaçamak bakışlarla otobüsün içini incelemeye koyuldu. Gözü, şoförün tam arkasındaki cama yapıştırılmış açıklamaya takıldı. Her otobüs ve tramvayda olan, Almanya’da konuşulan belli başlı göçmen dillerinde yazılmış açıklamadaki Türk bayrağı resmindeki ay yıldızın bu kez aslına uygun çizilmişti. Biletsiz binen yolcuları yüklü bir para cezasıyla uyaran cümle yerine de “Tramvayla seyahat ederek, çevre sağlığına katkıda bulundukları için yabancı hemşerilerimize teşekkür ederiz.” yazılmıştı. Otobüste kimse birbirine eğri bakmıyor, göz göze geldiklerinde birbirlerine gülümsüyorlardı. Yanındaki Alman kadının elindeki BILD gazetesini görünce, Mehmet’in neşesi kaçar gibi oldu. Göz ucuyla bulvar gazetesine baktı. Hayret! Manşette Türklerle ilgili ne bir cinayet ne de bir uyuşturucu haberi vardı! Tam aksine, Hristiyan Demokratik Birlik Partisi liderinin “Türkler bizim vefakar ve tarihi dostlarımızdır!“ diyen sözlerini manşetten vermişti. Kadın, Mehmet’in gazeteye baktığını fark edince, ona manşeti göstererek, “Bu çok doğru!“ dedi. Mehmet memnun, “Evet, öyle!“ diye onayladı.
Bir süre sonra otobüs fabrikanın önünde durdu. Yolcuların çoğu ayaklandı. Mehmet kadına saygılı bir biçimde: “Auf Wiedersehen,” diyerek kalktı. Kadın içten bir gülümsemeyle, “Görüşmek üzere!” diye karşılık verdi. Mehmet’i izleyen iş arkadaşı Alfred, omuzuna vurarak, “Seni çapkın Türk!“ diyerek şakalaştı.
Büyük bir alana yayılan fabrikanın giriş kapısından geçip soyunma odalarına doluştular. İş giysilerini giyerlerken radyodan haber sinyali duyuldu. Sesler azaldı, Mehmet spikerin söylediklerini anlamaya çalıştı:
Federal Başbakan, Almanya’nın bir göçmen ülkesi olarak kabul edilmesinin zamanının geldiğini, bu nedenle yabancılar yasası ile çalışma yasa ve yönetmeliklerindeki göçmenler aleyhindeki kısıtlamaların kaldırılacağını belirterek, Alman anayasasındaki tüm haklar yabancılar için de geçerlidir, demiştir. Başbakan, işsiz kalan hiçbir yabancının sınır dışı edilmeyeceğini, isteyenlerin kolayca Alman vatandaşlığına geçebileceğini bildirerek, tüm yabancılara seçme ve seçilme hakkı tanınacağını söylemiştir. Federal Başbakan ayrıca yabancılara yönelik düşmanca eylemlere de göz yumulmayacağını, kovuşturulup cezalandırılacağını vurguladı...
Haberi duyan tüm yabancı işçiler, “Hurraa!”, “Yaşasın, bravo!.. “diyerek alkışlamaya koyuldular. Sonra el ele tutuşup halay çekmeye, horon tepmeye başladılar. Kendilerine şaşkın bakan Alman arkadaşlarının da kollarına girip aralarına aldılar. Bu coşku ve şamata çalışma saatinin başladığını haber veren zilin çalmasına kadar sürdü. İstemeyerek halayı bırakıp atölyelere yöneldiler. On beş yıldır aynı atölyede yan yana duran tezgâhlarda çalışan Mehmet ile Heinz kol kola çalıştıkları yere kadar geldiler. Çoğu günler arkadaşının günaydınını bile duymazdan gelen Heinz, işe başlamadan önce Mehmet’i evine davet etti ve tokalaşmak için elini uzattı.
Mehmet, Heinz’ın boynuna sarılıp yanaklarından öpmemek için kendini zor tuttu. Bir süre nemli gözlerle Heinz’ı süzdü, sonra sevincini belli ederek “Tamam!“ dedi. Elini çekmek istedi, fakat Heiz, Mehmet’in elini bir türlü bırakmıyor, durmadan sallıyordu. Mehmet bir yandan elini kurtarmak istiyor, ama bir yandan da kendisini davet eden arkadaşına kabalık etmek istemiyordu. Neden sonra elini tutup sallayanın Heinz değil, “Mehmet kalk gülüm! Saat çaldı, geç kalacaksın!” diyen karısı olduğunu anladı. Gözlerini zorla açtı. Perdeyi aralayıp camdan dışarıya baktı. Henüz tanyeri bile ağarmamıştı. Cama sinsi bir yağmurun taneleri vuruyordu. Mehmet, uzun uzun esnedi, gerindi, sonra da “Şayze!” diyerek, kalktı.
(Duisburg, 1985)
Mevlüt Asar
*) “Aynadaki Kelebek” adlı öykü kitabından alınmıştır, Neziher Yayınları, Ekim 2014
Edebiyatçı ve sanatçılar çoğunlukla çocukluğunun, ilk gençliğinin geçtiği coğrafyanın, kentin “ürünüdür. Sonuçta her yazar ve şair kenidini yazar, kendini anlatır. Yazarların yazdığı romanlarda öykülerd ve şairlerin yazdığı şiirlerde yaşadıkları coğrafyanın izlerini sürmek, hissetmek mümkündür. Bu bağlamda “coğrafya”, sadece fiziki bir bölge oranın doğası değil, insan dokusunu, dilini, kültürünü ve tarihini içeren bir kavramdır. Bana göre bir coğrafya tüm bu açılardan ne denli zenginse, orada sanatın, edebiyatın gelişme şansı çok yüksektir.
Ege Coğrafyası işte böyle bir coğrafyadır. Avrupa kültürüne kaynaklık eden uygarlıkların, sanatın, felsefenin, dünyanın ilk edebi yapıtları sayılan Homeros Destanları’nın burada ortaya çıkmış olması bir rastlantı değildir. Bin yıl önce bu güzel coğrafyaya yerleşmiş olan atalarımız her ne kadar bu coğrafyanın kültürel, sanatsal, edebi mirasına sahip çıkmamış olsalar da bunlardan en azından yaşam kültürü açısından bilinçsiz ya da bilinçli bir şekilde etkilenmişler, kimi kültürel ögeleri, estetik güzellikleri kendi yaşamlarına entegre etmişler…
İyi ki de etmişler! Çünkü bu nedenledir ki, Türk edebiyatına, Türkiye’nin entelektüel, düşünsel birikimine katkıda bulunmuş hatta damgasını vurmuş bir çok yazarın, bu coğrafyanın ekonomik, kültürel ve sanatsal anlamda başkenti olanİzmir’le ilişkisi vardır. Kimi orada doğmuş, büyümüş, kiminin yolu oraya düşmüş ve orada yaşamıştır: Halit Ziya Uşaklıgil, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Reşat Nuri Güntekin, Halikarnas Balıkçısı, Necati Cumalı, Şükran Kurdakul, Samim Kocagöz, İlhan Selçuk, Attilâ İlhan, Necati Cumalı, Mustafa Şerif Onaran, Tarık Dursun K., Metin Altıok, Hüseyin Cöntürk, Ahmet Cemal, Ali Gevgilili, Abbas Sayar, Şakir Eczacıbaşı, Didem Madak, Alev Coşkun, Yılmaz Özdil, Ertuğrul Özkök, Ece Temelkuran, Yüksel Pazarkaya, Hüseyin Yurttaş, Atillâ Dorsay… bu bağlamda ilk akla gelen isimlerdir. (*)
Aynı şeyi, Kuzey Ege’de küçük ölçekli bir İzmir sayılabilecek Ayvalık için de söylenebilir.
Ayvalık adını Türkiye’ye zeytin ve zeytin yağı ile duyurmuş olmasına karşın, aslında bir kütür-sanat beldesidir. Geçmişte olduğu gibi hem kendi içinden sanatçılar, yazarlar çıkarmayı hem de İstanbul’dan, Ankara’dan bir çok sanatçıyı, yazarı, kültür insanını, gazeteciyi kendine çekmeyi sürdürüyor: Metin Eloğlu, Salah Birsel, Uğur Mumcu, Hıfzı Topuz, Doğan Hızlan, Oktay Akbal, Cevat Çapan, Oktay Rifat, Necati Cumalı, Sabahattin Ali, Fethi Naci, Abbas Sayar, Pınar Kür, Emin Özdemir, İlber Ortaylı, Bekir Coşkun, şair Gültekin Emre, Mevlüt Asar… gibi şair, yazar ve gazeteciler; Orhan Peker, Fikret Mualla, Teoman Manâcıoğlu, Burhan Yıldırım, Bedri Karayağmurlar, Arif Aşçı, Fuat Çağatay, Ayşın Özen… gibi sanatçı ve ressamlar; Müzikolog Filiz Ali, dört yıl önce kaybettiğimiz, tasarımcı, şair Uğur Bilge, kuratör ve sanat danışmanı Selçuk Kaltalıoğlu, sanat uzmanı, şehir planlamacısı, tasarımcı Ali Akdamar, film Yönetmeni Zafer Par, sinema ve tiyatrocu Yıldırım Yanılmaz… gibi isimler, Ayvalık’ı kendilerine yurt tutmuş ya da yolu Ayvalık’a düşmüş, Ayvalık’ta yaşamış kişilerden sadece bazılarıdır.
Rahmetli Ahmet Yorulmaz ile “Türkçenin Kraliçesi” olarak da bilinen Feyza Hepçilingirler en tanınmış Ayvalıklı yazarlar. Şair Turgut Baygın; yazarlar Esme Aras, Aysun Kara; ressam ve sanatçılar, Arif Buz, Hakan Urul, Mustafa Sevinç, Muhittin Karakuş; tiyatrocular Enver Öksüz, Nevran Yıldız, senarist, tiyato yönetmeni Nail Pehlivan… ve adını anımsayamadığım birçok genç insan Ayvalıklı yeni kuşak sanat ve edebiyat temsilcileri…
Tüm bu değerli insanlar Ayvalık için bir kazanım bir zenginlik olduğu kadar, Ayvalık da onlar için yaratıcılıklarını, yazarlıklarını teşvik eden, kamçılayan, ürettikleri yapıtlara malzeme ve mekan olan bir kenttir. Bu karşılıklı dinamik “ilişki” ve “alışveriş”, “Zeytin-Rakı ve Balık” imajını düzelterek Ayvalık’ı gerçek anlamda Kuzey Ege’nin kültür sanat başkenti yapacak bir potansiyel ve enerji oluşturuyor.
Kent yönetiminin ve kent halkının bu “potansiyel”in farkında olması ve kullanılması içi gerekli koşulların, kanalların ve ağların oluşmasına ortam sağlanması için gayret etmesi Ayvalık’ın gelecekte sadece Zeytin ve Zeytin yağı ile anılmayacak bir “marka” olması için çok önemlidir. Son zamanlarda, “Şiir Ayvalık’ta” gibi yılda bir kez ve sadce bir güne sığdırılan etkinliklerin yanında daha kalıcı projelere yönelen gelişmeleri görmek Ayvalıklı yazar ve sanatçılara umut vermektedir. Devamının gelmesi dileğiyle…
Ayvalık, 17 Ağustos 2020
Mevlüt Asar
*) RECAİ ŞEYHOĞLU’nun “Ayvalık” adlı makalesinden alınmıştır.
Ayvalık-Altınova doğumlu Arif Buz, daha çocuk sayılacak yaşta erkek berberi çırağı olarak meslek hayatına atılır. Daha sonra 16 yaşına geldiğinde, “kuaförlük” yani kadın berberliği öğrenmek için İstanbul’a gider ve Beyoğlu’nda tanınmış bir kuaförde işe başlar. Resim ve çizgi yeteneğinin verdiği dürtü ile Arif, işten fırsat buldukça, boş kaldığı zamanlarda eline geçen gazete ya da paket kağıtlarına kara kalemle resimler, karikatürler yapmayı sürdürür. Çizdiklerini görüp beğenen Mina Samancıoğlu ona bir resim seti armağan eder. Arif Buz’un resim tutkusu bu armağan ile yeni bir aşamaya evrilir, kara kalemden yağlı boyaya geçer.
Arif Buz, bir resim eğitimi almamış, kitaplar okuyarak ve kataloglar inceleyerek kendi kendini yetiştirmiş, “otodidakt” yani “alaylı” bir ressam. Ben onun adını, ilk kez Ayvalık’ta çıkan edebiyat – sanat dergilerinde gördüm. Daha sonra kendisi ile şahsen tanışınca, asıl mesleğinin “kuaförlük” olduğunu öğrenince şaşırmadım desem yalan olur. Onun güleç, esprili, yapmacıktan uzak doğal halleri, kendisine olan ilgimi, sevgimi daha da pekiştirdi. Arif Buz’un yaşamını, dünyaya bakışını, sanat anlayışını, yaptığı resimleri tanıdıkça onu daha çok sevdim ve Ayvalık’a her gelişimde onun arar oldum.
Resim sanatından anlayanlar, Arif Buz’un, Fransız Camille Pisarro ile Maurice Utrillo’dan ve bir zamanlar yolları Ayvalık’tan geçen Orhan Peker ile Fikret Mualla gibi “izlenimci”(empresyonist) ya da “anlatımcı” (ekspresyonist ) ressamlardan etkilendiğini söylemişlerdir. (*) Ben resim sanatından anlayan uzman biri değilim, Arif’in sanatını, bir sanat eleştirmeni gibi değerlendirmem. Ben değerlendirmemi bir edebiyatçı, bir “kültür-sanat işçisi” gözüyle yapabilirim. İşte bu gözle baktığımda, Arif Buz’un resimlerinde çok tat ve keyf aldığım, kimi zaman hüzünlenerek kimi zaman gülümseyerek izlediğim, “okuduğum” pek çok şey görürüm. Onun resimlerinde Ayvalık’ı Ayvalık yapan her şeyi, Arif’in gönül gözü ve yorumu ile yeniden bulmak mümkündür: erkekler, kadınlar, çocuklar, atlar, develer, kediler, köpekler, tavuklar, evler, sokaklar, meydanlar…
Ancak onun insanları, tuzu kuru Ayvalık’ın ve dünyanın tadını çıkaran insanlar değil, emeğiyle geçinen, yoksul, ezik, hayata tutunmaya çalışan yine de yaşam sevincini yitirmeyen “küçük insanlar”dır. Bu bağlamda Arif Buz, benim gözümde Ayvalıklı bir Orhan Kemal ve Orhan Veli’dir. Kimi resimlerinde Orhan Kemal’in öykülerinin kimi resimlerinde ise Orhan Veli’nin şiirlerinin tadı vardır. Aradaki tek fark, Arif Buz’un öykülerini ve şiirlerini, sözle, imgeyle kağıda değil, kendine özgü kurgular, renkler ve “kırık çizgiler” ile tuvale dökmesidir.
Bu bağlamda Arif Buz, seçimini güçlüden, güzel olandan yana değil, güçsüzden, ezilenden yana yapmış olan “toplumcu” bir sanatçıdır. Ancak bunu slogancı bir tavırla yapmaz. Onun müthiş bir gözlem yetisi ile çizdiği figürlerin, hayvanların, eşyaların mutlaka “real” bir karşılığı vardır. Ancak bu gerçeklik, izleyenlerde acıma ya da isyan duygusu uyandıran “katı” ve “ideolojik” bir gerçeklik değildir. Arif Buz’u,n resimlerinde kendine özgü teknik ve üslupla yarattığı bir “muğlaklık” ya da soyutluk, resimlerine bakan kişilerin hem hayal gücünü kullanmasına hem de bir tür “empati” geliştirmesine olanak sağlar.
Arif Buz, ressam kimliğinin oluşmaya başladığı yıllarda, akademik eğitim almadığı için hayıflanmış hatta biraz eziklik duymuş, ancak zamanla kendi kimliğini bulmuş, kendi özgün tekniğini, sitilini bulmuş bir ressam. Bence ressamlığı, çoktan asıl mesleği olan kuaförlüğün çok önüne geçmiş, vizite kağıdına “Ressam” yazmayı hak etmiş bir sanatçı. Akademik tahsil bir insanı sanatçı ya da yazar yapmaya yetmiyor. Bunun için “bilgi”nin yanında doğal yetenek, merak ve en çok da “tutku” gerekiyor. Arif Buz’u ressam kılan da kendinde tüm bu özellikleri toplamış olmasıdır.
Kısa bir süre önce Ayvalık Belediyesi Orhan Peker Galerisi’nde açılışı yapılan, “9/8’lik” adlı ve aslında tam bir insan ve kültür mozaiği olan Ayvalık’ın daha çok Roman sakinlerinin yaşamını konu edinen 2019 – 2020 arasında yapılmış resimleri ve portreler Arif Buz’un hem sanat hem resim anlayışıyla bire bir örtüşen bir seçki niteliğinde. Ayvalıklıların, Ayvalık sevdalılarının, sanatseverlerin en başta resim koleksiyonu yapanların mutlaka gezip görmesi gereken bir sergi.
14 Ağustos 2020 , Ayvalık
Mevlüt Asar
*) Savaş Sönmez, “Kuaför-Ressam Arif Buz” (SanattanYansımalar, 25 Mayıs 2017)
Orta yaş çizgisine yaklaşmış olmasına rağmen hâlâ erkeklerin başını döndürecek kadar güzeldi. Kadın olmanın onurundan ödün vermeden yaşamaya kararlı bir kadının yaşadığı, zorlukların belki de tümünü yaşamıştı. Birçok erkek tanımıştı: aydın, yarı aydın, düzeyli, düzeysiz, maskeli maskesiz Hepisinin kadına bakışı aynıydı: Kadın erkek için yaratılmıştı. Onun cinsel açlığını doyurmak, olgunlaşmamış kişiliğine ve aşamadığı komplekslere derman olmak için vardı. O elde edilinceye, yatağa atılıncaya kadar, sevilmeye, aşık olunmaya değerdi. Sonra, kullanılmış bir mendil gibi bir kenara atılabilirdi.
Bu yüzden erkeklere kuşkuyla bakar olmuş, onlara karşı bedeninin ve kalbinin çevresine görünmez bir korunma duvarı örmüştü. Ama nihayet o da bir kadındı! İltifatlar almak, beğenildiğini görmek, sevildiğini bilmek istiyordu. Bu istekleri bastırarak yaşamak onu bunaltıyordu. Tüm olumsuz deneyimlerine karşın erkek düşmanı bir kadın, bir feminist olmamıştı. Zaman zaman yeni hayal kırıklıkları pahasına da olsa, erkeklere şans tanımaktan yanaydı…
O akşam, iki bayan arkadaşı ile birlikte çıkmışlar, arada bir takıldıkları bu mekana gelmişlerdi. İki arkadaşa rağmen kendini yalnız hissediyordu. Bir süre sonra tanıdığı bir doktor ve yanında bir erkek arkadaşı içeriye girdiler ve karşılarında bir masaya oturdular. Doktorla uzaktan selamlaşıp karşılıklı gülümsediler. Masadaki arkadaşları her zaman olduğu gibi havadan sudan konuşuyorlardı. Onlara katılmakta hep zorlanıyordu. Çalan hüzünlü müzik, içtiği kırmızı şarap “kalabalıktaki yalnızlık” duygusunu arttırmıştı.
Bir ara doktorun olduğu masaya tekrar baktığında yanındaki yakışıklı adamın dikkatle kendisine baktığını fark etti. Adam şarap kadehini kaldırarak onu zarif bir şekilde selamladı. O da gayri ihtiyari önündeki kadehi kaldırarak karşılık verdi. Huzursuzlanıp “korunma duvarı”nın arkasına çekilmeye hazırlanırken, esmer bir kadın “Buyurun, bunlar sizin için,” diyerek, bir demet kırmızı gül uzattı. “Kimden?” diye sormadan, karşı masaya baktı. Yakışıklı adam, boynunu bükmüş çiçekleri kabul etmesini istiyordu. Ne kadar uzun zaman olmuştu, bir erkekten çiçek almayalı. Başıyla adama teşekkür etti. Adam kadehini kaldırdı, o da kadehini kaldırıp kadehinde kalan şarabı bir yudum içti ve duygularını özgür bırakmaya karar verdi. Belki de bu gece hayatına yeni bir sayfa açabilirdi.
Adam sanki bunu hissetmiş gibi elinde şarap kadehi, kadının oturduğu masaya geldi ve kibarca, “Beni kırmayıp gülleri kabul ettiğiniz için size teşekkür ederim. Rahatsız etmezsem oturabilir miyim?” diye sordu. Kadın, “Tabii, niçin olmasın? Buyurun lütfen,” diyerek yer açtı. Ardından ”Güller için çok teşekkür ederim,” diyerek kadehini kaldırdı: “Tanışmamıza!” Adam, “Çok mutlu oldum!” dedi. Arkadaşlarıyla tanışırken, o adamı inceledi: Esmerliği, yakışıklı yüz hatları, zevk sahibi olduğunu gösteren giyimiyle eski siyah beyaz filmlerdeki artistlere benziyordu. Konuşurken yaptığı jestler, mimikler bu havayı pekiştiriyordu…
Tanışma seremonisi bittikten sonra, “Sizi ilk kez görüyorum. Galiba buradan değilsiniz!” dedi. Adam, kısa cümlelerle ve espriler katarak yaşamını özetledi: Orta Anadolu’nun bir ilinde dünyaya gelmiş. Sonra kitaplara olan merakından matbaacı olmuş ve önüne çıkan fırsatları değerlendirerek, çok satan bir ulusal gazetede baskı işlerinden sorumlu müdür olmuş. Teknik gelişmeleri izleyebilmek için sık sık Avrupa’ya geliyor, kurslara, seminerlere katılıyormuş. Bu kez yolu İtalya’ya düşmüş. Hafta sonundan yararlanarak Almanya’daki doktor arkadaşını ziyarete gelmiş. Almanya’yı değil, ama İtalya’yı sevmiş. İnsan Avrupa’da yaşayacaksa İtalya’da yaşamalıymış… Sözünü bitirince, şarap kadehini tekrara kaldırdı: “Sizi tanımanın mutluluğu ve şerefine!”
Kadın “korunma duvarı”nın yıkıldığını, adamın çekim alanına girdiğini fark etti. Çalan müziğin yüksekliği nedeniyle onu duyamadığını söyleyerek adama daha çok yanaştı. Aralarındaki sohbet giderek koyulaştı. Adamın iltifatları ve davranışlarıyla kendini herzamankinden daha çok kadın hissetmeye başlamıştı. Adam, elini tutup “Dans etmek ister misiniz?” diye sordu.
Kadın sevinerek, “Elbette” diye yanıtladı. Dans edilen alana yürüdüler. Adam zarif bir hareketle kadının elini tutup kendine çekti. Keman ve gitar eşliğinde çalınan şarkının ritmine uyarak dans etmeye başladılar.
Müzik bittiğinde, kadının kalbi küt küt atıyor, başı hafiften dönüyordu. Adam elini bırakmadan masaya kadar getirdi, sandalyesini çekip oturmasına yardım etti. Ardından elini dudaklarına götürerek teşekkür etti.
Kadın, “Çok uzun zamandır böyle dans etmemiştim,” dedi, “neredeyse dans etmeyi unutmuşum. Umarım sizi güç durumda bırakmadım?’’
“Kesinlikle hayır,” dedi adam, “Daha önce hiç dans etmediğiniz biriyle dans etmek kolay değildir, ama siz çok güzel dans ediyorsunuz.”
Kadın güldü: “Teşekkür ederim.”
Adam kadının gözlerinin içine baktı: “Çok güzel olduğunuzu biliyor musunuz? Hele gülünce?”
Adamın avucundaki elinden ta kalbine varan bir sıcaklık yayıldı. Daha önce tanıdığı erkeklerde olmayan bir tür soyluluk vardı onda. İçindeki kilitli odaların kapısı açılmaya başlamıştı.
Kendini kontrol etmeyi bıraktı. Adamla olan derin sohbeti daha samimi bir şekilde, göz göze yanak yanağa sürdürdü…
Orkestra insanın kanını coşturan bir parça çalmaya başlayınca adam, “Tekrar dans edelim mi?” dedi. Kadın hemen kalktı. Kendini kuş gibi hafif hissediyordu, bedenini adamın kollarına istekle bıraktı. Yorgun düşünceye kadar dans ettiler. Masaya döndüklerinde kadının arkadaşları gitmişti. Birbirlerine iyice sokuldular. Garsonun bardaklarına döktüğü kırmızı şaraptan birer yudum aldılar. Bu kez kadın adamın elini tutup “Teşekkür ederim,” dedi, bana hep anımsayacağım çok hoş ve güzel bir gece yaşattınız.“ Adam, “Ben sizin anılarınızda kalmak istemiyorum!” diyerek karşılık verdi: “Sizin gönlünüzde bir yerim olsun istiyorum. Ama o yeri bir gece de kazanamayacağımı biliyorum. Bana bir şans tanıyın, sadece bu geceyle kalmasın, lütfen.” Kadın, gözleri adamın parmağındaki şövalye yüzüğüne takılmıştı, kendi kendine konuşur gibi yanıtladı: “Gerçek sevgi ve aşk öleli çok oldu. Kim bilir belki bir şövalye onu tekrar yaşama döndürür…” Sonra kadehini kaldırdı: “Şövalyelerin şerefine!” Adam karşılık verdi:
“Gururlu ve soylu kadınlara!“
Şarapları bittiğinde müşteri olarak sadece kendilerinin kaldıklarını fark ettiler. Adam garsona işaret etti. Yüklüce bir bahşişle hesabı ödedikten sonra garsonun kulağına bir şey söyledi. Nefis bir tango çalmaya başladı. Adam, kadının kulağına eğildi: “Bu gecenin son dansı olsun, lütfeder misiniz?” Dans ederken birbirine sımsıkı yapışmış vücutları aynı hareketleri yapıyor, yanakları birbirine değiyor, tenlerinin kokusu birbirine karışıyordu. “Paris’te Son Tango filmini görmüşsünüzdür mutlaka,” dedi adam, “Ama bu bizim son tangomuz olmasın lütfen! Ben kalbinizde bir yer istiyorum, beni kırmayın!”
Tango bittiğinde bir süre birbirlerine sımsıkı sarılmış olarak durdular. Kadın, garsonun tuttuğu mantosunu giyerken kendisini bir masal kahramanı gibi hissetti. Kendi kendine, “Belki de yanlışımız masallara inanmamak!” dedi. Kendisini mutlu, umutlu ve özgür hissediyordu. Adamın koluna girdi, birlikte çıktılar. Dışarıda onları pırıl pırıl yıldızlarla dolu lacivert bir gökyüzü karşıladı. Kadının içi ürperdi, koluna girdiği adama iyice sokuldu…
Mevlüt Asar
“Aynadaki Kelebek” (s. 83 – 87) Neziher Yayınları, Ekim 2014
Atina’yı yöneten devlet adamlarının bilgisiz, cahil kişiler olduğunu ortaya çıkaran Sokrates (M.Ö. 469-399 ) çok düşman kazanır. Onun, kötü, yalancı, sofist (şüpheci) bir insan olduğunu, eğriyi doğru gibi gösterdiğini, ahlakını bozduğu gençleri doğru yoldan çıkardığını, tanrıların yerine yeni tanrılar koyduğunu iddia ederler. Bu söylentiler sonucu Atina Halk Mahkemesinde yargılanmasına karar verilir. Haksız yere “ölüme mahkûm edilen” Sokrates’in yaptığı savunma, öğrencisi Platon tarafından yazıya dökülerek tarihe geçer.
Sokrates’e göre, insanların en korktuğu şey olan ölüm, aslında kaçınılacak bir şey değildir. İdeallerinden asla dönmez, yargıçları yumuşatmaya çalışmaz. Savcı, Atinalı yargıçlara “Sizi temin ederim ki sayın yargıçlar, Sokrates tanrılara inanmaz. Güneşin bir taş, ayın toprak olduğunu iddia eder. O, Tanrıların Tanrısı Zeus’a bile inanmaz. Onun ölmesi gerekir!” der.
Sonuçta 500 yargıcın 280’i “Suçlu”, 220’si “Suçsuz” der. “Baldıran zehri” içirilerek idama mahkûm edilen Sokrates bunu beklemektedir. Hiçbir tepki göstermez. Mahkeme, ölüm yerine önce sürgün cezası düşünür ama bu cezayı veremez, çünkü sürgüne gittiği yerde yine halkı yönetime karşı yönlendirecektir.
Sokrates, idam cezasına rağmen, başkaları gibi ağlayıp sızlamaz. Ona göre ölüm bir ceza değildir. Ölüm sadece bir yolculuktur. Öteki dünyada düşünceleri yüzünden mahkûm edilme tehlikesi yoktur.
Sokrates, Atinalılardan sadece bir şey ister ve der ki:
“Eğer, çocuklar ve gençler erdemden, doğruluktan ayrılırsa, benim Atina halkına gösterdiğim gibi siz de onlara doğru yolu gösterin, dünyada bir hiç olduklarını unuturlarsa onları uyarın, azarlayın!”
Sokrates’in öğrencileri onu cezaevinden kaçırmak isterler fakat o kaçmayı kabul etmez! Kendisini ölüme mahkûm eden yargıçlara “Gerçek, ölümden kaçınmak değil, ama haksızlıklardan kaçınmaktır. Sizin istediğiniz gibi konuşup yaşamaktansa, kendim gibi konuşup ölmeyi tercih ederim!” der.
Duisburg, Mart 2017
Mevlüt Asar
*) “İki Ülke – İki Lisan – Bir İnsan” ( s. 88 -89)