“Yaşamı geriye bakarak anlayabilir, fakat ancak ileriye bakarak yaşayabiliriz.” Søren Kierkegaard
Sokaklarda, caddelerde, alışveriş merkezlerinde yorgun, üzgün, kızgın, küskün, her şeyi unutmuş ya da unutmak için tüketen insanlar… Birbirine değmeyen boş, anlamsız, umutsuz ya da kızgın bakışlar… Bu durumu gördükçe, ey Sevgili insan, cesaretin nerede kaldı? Seni bu denli kim yordu? Gözlerindeki ışık nerede? Kim senin gönlünü kuruttu, gülüşünü soldurdu? diye yüksek sesle bağıra bağıra sormak geçiyor içimden.
Sadece sokaktaki insan mı? Okumuş yazmış, akıllı ve aydın (ben de dahil) birçok insan da, içinde bulunduğumuz durumdan etkilenerek, bedbinliğin, umutsuzluğun, çaresizliğin yarattığı küskünlük ve kızgın bir ruh hali sergiliyoruz. Bilimle, bilgiyle her şeyi açıklayabileceğimizi, topluma ve doğaya müdahale ederek, yönlendirebileceğimizi sanıyor, bu gerçekleşmeyince de karamsarlığa düşüyor, her şeye, herkese, özellikle de “halk”a kızıyor, küsüyoruz. Oysa bu ruh halinin ne kendimize ne de toplumsal gelişme ve barışa bir yararı var…
Marks’ın bile anlamakta, açıklamakta zorlandığı, farklı bir “toplum” ve “ülke”de yaşadığımızı, karşımızda “takiye”, “tevekkül”, “kadercilik”, “teslimiyet”, “şehitlik”… gibi aşılması, yıkılması çok zor “değerler” ve “inançlar”la ve bunları sürekli yeniden “üreten” bir devletle / sistemle karşıya olduğumuzu unutuyoruz.
Totaliter, faşist iktidarlar, insanları sürüleştirmek için ellerinden gelen her şeyi yapar, terör dahil her türlü olanağı kullanır. Hatırlayan, sanatı, edebiyatı seven insanlardan hiç hoşlanmaz. Onları etkisizleştirmek için korkunun ve güvensizlik duygusunun egemen olması sağlar. Sürüleştirmenin en kolay yolunun, insanları kendine, birlikte yaşadığı insanlara, içinde yaşadığı topluma ve ülkeye yabancılaştırmak, kişisel ve toplumsal belleğini karartmak olduğunu bilirler. Geçmişte güzel olan, iyi olan, sağaltıcı olan, insanca olan ne varsa silmeye çalışarak, yerine kendi kodladıkları “değerler”i yerleştirmeye çalışırlar.
İçinden geçtiğimiz bu sancılı, acılı dönemi aslında bir tür “kriz” dönemi olarak görmek gerekiyor. Her toplumsal kriz, doğum gibi sancılıdır, bu sancılar kimi zaman çok daha ağırdır, uzundur. Bu krizi bir “felaket” olarak görmek yerine, onu geleceği kurmak için bir şans olarak görmek belki de en akıllı yol. Aklımızı, yüreğimizi ve belleğimiz kullanarak, bu karanlık dönemi geçip ışığa ulaşabiliriz. Bunun için tünelin gerisinde bıraktığımız güzel şeyleri, güzel zamanları unutmamamız, belleğimizde sımsıkı saklamamız gerekiyor.
Belleğimiz sadece kendi deneyim ve birikimlerimizin değil, insanlığın birikimlerinin de saklandığı bir arşivdir. Anılar ise, zamanın yok edici gücüne karşı direnen granit taşlardır. Güzel anılar ise, kimsenin bizi kovamayacağı tek cennettir. Çocuklar ışığı yetişkinlerin gözlerinde ararlar. Bizde önce gerçeğin aramalı, onu gözlerinin içine bakarak, ışığın nerede olduğunu bulmaya çalışmalıyız. Unutarak, küserek,insandan, ülkeden kaçarak, kin ve nefret duyguları ile ruhumuzu zehirleyerek değil. Aksine unutmayarak, inadına hatırlayarak: Çocukluğumuzu, kentimizi, mahallemizi, komşularımızı, arkadaşlarımızı, sevgiyi, aşkı, romantizmi, özgürlüğü unutmayarak…
Bizden öncekilerden bize kalan, gençliğimizde ödün vermeden savunduğumuz değerleri, idealleri: haktan, doğrudan, güçsüzden, ezilenden yana olmayı, dayanışmayı saygıyı, hoşgörüyü, alçak gönüllülüğü, dik durmayı, onurlu unutmayarak…
Bahçelerden çaldığımız,elmanın, armudun, kaysının, cevizin tadını hatırlayarak. Gençliğimizde çocukluğumuzda yediğimiz hormonsuz, genleri ile oynanmamış domatesin, salatalığın, kavunun, karpuzun damağımızda kalan tadını yeniden hissederek…
Bunlar hayatın acı gerçeklerini perdelemek için söylenmiş tatlı sözler değil. Yaşama sevinci, umut ve geleceğe güven kendiliğinden var olan, bize karşılıksız sunulan şeyler değildir. Onları kaybetmemek için, günlük yaşamın telaşı ve yüzeyselliğinden sıyrılmalı, tüm zorluklara karşın onları belleğimizde ve kalbimizde saklamalıyız. Yitirmemek için, sanata, edebiyata ve yaralarımızın nerede olduğunu, acılarımızın nedeni bilen, yaralarımıza duyarlı bir empatiyle dokunarak, onları sağaltacak güzel insanlara, bilge kişilere, sanatçılara daha çok sarılmalıyız.
Duisburg, Aralık 2017
Mevlüt Asar