İçinde yaşadığı baskıcı toplumun dayattığı “kollektif kimlik”e direnerek, kendine özgü bir “kimlik” edinen insanların, sonunda “yalnız” kalmaları kaçınılmaz bir olgudur. “Yalnızlık duygusu” ise herkesin hoşlanacağı bir duygu olmadığı gibi, çoğu insanın dayanamadığı, katlanamadığı bir durumdur. Bu nedenle neredeyse hepimiz yalnızlıktan bir şekilde kaçmaya çalışırız.
Aslında bu “kaçış”, bir çeşit kendimizden kaçıştır! Çünkü “yalnızlık” kendi kendiyle yüzleşme, kendi karanlıklarına inme, kendi aslını keşfetme “risk”ini birlikte getirir. Bu riske girmekten ve kendi kendimize yetememekten korkmak, yalnızlıktan kaçış için anlaşılır bir nedendir.
Bu “korku”yla baş edebilmek için, “yalnız”lığın insanı olgunlaştıran, geliştiren ve kendini yeniden “yaratma“sına olanak sağlayan bir durum olduğunu anlamak / yaşamak gerekiyor. Yalnızlığa katlanabildiğimiz, kendi kendimize yetebildiğimiz oranda başkalarına “bağımlı” olmaktan da kurtuluyoruz. Böylece daha özgür ilişkiler kurabiliyor, daha özgürce sevebiliyor hatta aşık olabiliyoruz. Tabii “ayrılık”ları da daha az yara bere alarak, mutsuzluk girdabına sürüklenmeden atlatabilmek şansını kazanıyoruz.
Bilmem yanılıyor muyum?