Alman Edebiyatından Esintiler

Sunuş

Almancayı, Almanya’ya geldikten sonra yani 28 yaşımda, “yabancı dil” olarak öğrenmeye başladım. Başlangıçta, Nazilerin de dili olan Almancaya duygusal bir yakınlık duyamadım. Ancak Köln Üniversitesi’nde katıldığım Almanca derslerindeki öğretmenin yetkinliği ve kendi gayretim sonucunda, kısa sayılacak bir sürede üniversitede öğrenim yapacak düzeyde öğrendim. “Yeni bir dil yeni bir insan,” diye boşuna dememişler. Almanca benim dünyamı, dünyaya bakışımı değiştirdi, bana kültürel, yazınsal ve hatta zihinsel olarak çok şey kattı. Ve Almancanın benim için ikinci bir “yurt” olacağını anladım. Alman edebiyatı ile daha çok ilgilenmeye başladım.
Özellikle Nazi döneminde yasaklanmış, kitapları yakılmış, sürgüne, intihara sürüklenmiş yazarları, şairleri okudukça Almancayı daha çok sevmeye başladım. Almanca bilgimi sürekli geliştirip derinleştirerek Münih Ludwig Maximilian Üniversitesi’nden “Almanca Diploması” ve
Düsseldorf Sanayi ve Ticaret Odası’ndan “devletçe tanınan çevirmen” sertifikası aldım.
Almancada kendimi daha yetkin hissetmeye başladıktan sonra, okuyup sevdiğim Alman şairlerin, yazarların kimi şiirleri, kısa öykülerini; bazı düşünürlerin kimi notlarını, aforizmalarını Türkçeye çevirmeye başladım. Çevirdiğim şiir ve düz yazıların bir kısmı Almanya’da ve Türkiye’de çıkan bazı dergi ve gazetelerde yayınlandı. Elinizdeki kitaptaki şiirler, uzun yıllar boyunca yaptığın çevirilerden bir seçkidir.

Basım Tarihi:Haziran 2020
Basım Yeri:Türkiye / İstanbul
Yayınevi :Kanguru Yayınları
Basım Dili:Türkçe
Orijinal Dil:Almanca
Sayfa Sayısı:112
ISBN:9786051752723

YALNIZ İNSAN

İçinde yaşadığı baskıcı toplumun dayattığı “kollektif kimlik”e direnerek, kendine özgü bir “kimlik” edinen insanların, sonunda “yalnız” kalmaları kaçınılmaz bir olgudur. “Yalnızlık duygusu” ise herkesin hoşlanacağı bir duygu olmadığı gibi, çoğu insanın dayanamadığı, katlanamadığı bir durumdur. Bu nedenle neredeyse hepimiz yalnızlıktan bir şekilde kaçmaya çalışırız.

Aslında bu “kaçış”, bir çeşit kendimizden kaçıştır! Çünkü “yalnızlık” kendi kendiyle yüzleşme, kendi karanlıklarına inme, kendi aslını keşfetme “risk”ini birlikte getirir. Bu riske girmekten ve kendi kendimize yetememekten korkmak, yalnızlıktan kaçış için anlaşılır bir nedendir.

Bu “korku”yla baş edebilmek için, “yalnız”lığın insanı olgunlaştıran, geliştiren ve kendini yeniden “yaratma“sına olanak sağlayan bir durum olduğunu anlamak / yaşamak gerekiyor. Yalnızlığa katlanabildiğimiz, kendi kendimize yetebildiğimiz oranda başkalarına “bağımlı” olmaktan da kurtuluyoruz. Böylece daha özgür ilişkiler kurabiliyor, daha özgürce sevebiliyor hatta aşık olabiliyoruz. Tabii “ayrılık”ları da daha az yara bere alarak, mutsuzluk girdabına sürüklenmeden atlatabilmek şansını kazanıyoruz.

Bilmem yanılıyor muyum?

NEDEN İLLE DE ŞİİR?

Dünyaya bir şeyler yazmak için gelmiş “seçilmiş insanlar” olduğuna inanan iyi niyetli kişilerin çoğu neden ille de şiir yazarlar? Kanımca bu kişiler, hem fazla zaman almadığını – yani iki arada bir derede yazılabileceğini – hem de diğer yazın türlerine göre daha “kolay” olduğunu sanarak “şiir” yazmaya, yani şairliğe soyunuyorlar.

Oysa şiir yazın türleri içinde en kadim ve en çetin olanıdır. Okuyanın belleğinde ve yüreğinde kalıcı izler bırakacak bir tek dize yazabilmek için değil saatleri, geceleri gündüzleri feda etmek zorunda kalır insan. Üstelik o dildeki ve dünyadaki şiir geleneğini, şiir birikimini bilmek, öğrenmek de cabası!

Şiirin ne kadar çok emek gerektirdiğini anlatmak için, şiire kafa yormuş bir Alman şair şöyle diyor: “Yazdığınız iyi bir şiirden arta kalan malzemeyle en az iki şiir daha yazılabilmelidir.”

Mevlüt Asar

Gün Gelir

şiir üzerine
“Şiir tarihsel, toplumsal, kültürel, estetiksel ve dilsel bir dizgedir. Bu bağlamda şiir; onu yaratan toplumun hem aynası hem de insanlık kültürüne olan katkısıdır. Şiir sanatı; çirkini güzele, kötüyü iyiye, karamsarlığı iyimserliğe, umutsuzluğu umuda dönüştürebilen bir çeşit büyücülüktür.


Şiir, sadece belli insanların, şairlerin tekelinde değildir. Ancak şiirle uğraşan herkes de “şair” değildir. Şair, dış dünyadan (toplumdan) edindiği bilgileri kendi süzgecinden geçirerek öznele dönüştürür. O halde şiirin/sanatın bir toplumsal boyutu vardır ve toplumsal gerçeklikten bağımsız değildir. Yani şiir aslında bir “gerçeğe” dayanır. Gerçeklerden kopup, özneye ya da öznele sığınmak şairi metafiziğe, gizemciliğe götürür. Ancak çok gerçekçi olan
bir şiir de ölü doğmuş bir şiirdir.


Sanatın ve şiirin toplumsal boyutu sanatçıya/şaire ve şiire kaçınılmaz bazı görevler, sorumluluklar yükler. Sanatın birincil görevi insanları kendine yabancılaşmaktan kurtarmaktır. Bunun için de yalnız toplumsal bozuklukları
belgelemek, göstermekle kalmaz, çözüm yolları da ima eder. İnsanlarda dünyayı değiştirme, daha güzel bir dünya kurma özlem ve istemini güçlendirir.

Evet şiir okuyanı varsa şiirdir. Ama her okuyucu tarafından anlaşılmak bir şiirin iyi şiir olduğunu göstermeyeceği gibi; bazı okurlar tarafından anlaşılmaması da o şiirin kötü bir şiir oluğu anlamına gelmez. Şiir, okurun karşısına çıktığı anda, artık o şiirin yaratıcısı olan şair devreden çıkar.” (Sunuş yazısı)

Basım Tarihi:Haziran 2020
Basım Yeri:Türkiye / İstanbul
Yayınevi:Kanguru Yayınları
Sayfa Sayısı:64
ISBN:9786051752716

Werkschau des Autors Mevlüt Asar

Foto: Ulrich Schröder
14. Dezember 2015
Werkschau des deutsch-türkischen Autors Mevlüt Asar - Literatur 12/15

Wie kaum ein anderer im Ruhrgebiet baut der 1953 in Konya geborene Schriftsteller, Lehrer und Übersetzer seit über 35 Jahren literarische Brücken zwischen den Kulturen: In seiner zum Teil zweisprachig publizierten Prosa und Lyrik setzt sich Mevlüt Asar zum einen mit dem autoritären Regime in der Türkei auseinander, wo er in der Hauptstadt Ankara Politikwissenschaften studierte und dort politisch von der brutal unterdrückten Studentenbewegung geprägt wurde, bevor er 1977 mit seiner Frau nach Deutschland ging. Bis 1980 studierte er in Köln Deutsch als Fremdsprache und ließ sich schließlich in Duisburg nieder – eine Stadt, die ihn besonders zum interkulturellen Brückenschlag reizte und wo er nach dem Tod seines Autorenkollegen Fakir Baykurt 1999 die Leitung des nach diesem benannten Literaturcafés in der Duisburger Innenstadt übernahm.
Richtig los ging alles mit einer Adler-Schreibmaschine, die sich Mevlüt Asar von jenen 100 Mark kaufte, die er 1984 bei einem Literaturwettbewerb der Stadtbibliothek Duisburg gewonnen hatte –  obwohl er bis heute eigentlich nicht viel von solchen Wettbewerben hält, sandte er einen deutschsprachigen Beitrag ein, der prompt als Text des Monats gekürt wurde. „Die deutsche Sprache ist wie ein Ozean“, pointiert Asar poetisch die Fallstricke der fremden Zunge: Obwohl er inzwischen schwimmen gelernt hat, müsse er auch heute noch ab und zu „einen Schluck salziges Wasser trinken“.
Doch die Schwierigkeiten der Migration sind nicht nur von sprachlichen Klippen geprägt: „Alles, was ich veröffentlicht habe, hängt mit Fremdsein und Migration zusammen“, bilanziert Mevlüt Asar, der mit Mitte 20 ohne Deutschkenntnisse den Migrationsschritt wagte. In seinem Werk schildert er emotional eingängig quälende Phänomen der Entfremdung fernab der ursprünglichen Heimat – so auch in der Erzählung „Die Suche nach dem Meer“, wo sich die emotionale Zerrissenheit eines Pärchens auf der Reise an die Nordsee widerspiegelt. Das „Meer der Fremden“ lässt die Wärme der heimatlichen mediterranen Umwelt gänzlich vermissen, der beide von klein auf „ihre Seele gewidmet“ haben. Bei der Rückfahrt durch Orte, deren fremde Namen „das Gefühl der Fremdheit zum Äußersten treiben“, herrscht bitteres Schweigen. Nur die nicht an einen kulturellen Kontext gebundene kosmische Natur spendet dem Protagonisten Trost, als dieser die Venus am Nachthimmel erblickt.
Ein weiteres zentrales Thema des Autors, der sich seit seiner Pensionierung vor einem Jahr verstärkt dem Schreiben widmen kann, ist der „Schmerz im Herzen“ angesichts sozialer Härten, die oft gerade Migranten treffen. Atmosphärisch verdichtet skizziert Asar in seinem lyrischen Werk zudem die zuweilen unheimliche Industrie-Kulisse der Region. Ein „kranker Atem riesiger Fabriken“ liegt über der Stadt, die das lyrische Ich im Gedicht „Abend in Duisburg“ durchwandert und erschüttert ist von der sichtbaren Obdachlosigkeit als Folge sozialer Kälte. Diese manifestiert sich auch in einem Paris-Gedicht über Arbeitsmigranten in der „noch nach Revolution riechenden“ Stadt, die beim Entmüllen der morgendlich erwachenden Metropole gleichsam „ihr Schicksal abzuwischen“ scheinen.
Der „Kampf um Anerkennung der Herkunftskultur“, so bringt es einer der rund zwanzig interessierten Gäste bei der anschließenden Diskussion auf den Punkt, nimmt einen hohen Stellenwert in Mevlüt Asars Werk ein. Die 80er und 90er seien die besten Jahrzehnte auf diesem Weg gewesen, während die Zeiten in den letzten Jahren wieder härter würden und einmal Erkämpftes – wie etwa Türkisch-Unterricht an Schulen – wieder infrage gestellt würde. Eine Erziehung an Islamschulen dagegen hält Asar, dessen Lesung vom Alevitischen Kulturverein Alevi Bektasi Gelsenkirchen unterstützt wird, für falsch – die deutschen Behörden hätten diesbezüglich zu lange Augen und Ohren vor den mit einer stark religiös orientierten Pädagogik verbundenen Problemen verschlossen.
Als Pioniere der Interkulturalität betrachtet der Autor die Arbeitsmigranten der ersten Generation, für die der Brückenschlag zwischen den Kulturen zugleich ein enormes Maß an Selbsterfahrung bedeutet habe. Dies kommt etwa in seinem Prosa-Portrait der Arbeitsmigrantin Leyla zum Ausdruck, deren unfallbedingt arbeitsunfähiger Ehemann lernen muss, dass seine Frau fortan die Familie versorgt. Leyla selbst wiederum muss nach einem Kollaps während der Arbeit die schmerzhafte Erfahrung verinnerlichen, dass sie sich nicht komplett selbst aufgeben und dem vermeintlichen Zwang zur Akkordarbeit gänzlich unterwerfen darf. Der Moment des körperlichen Zusammenbruchs jedoch bringt sie ihrer deutschen Kollegin Jutta näher, deren emotionale Erstarrung gegenüber Leyla sich plötzlich in „Wärme einer unauslöschlichen (…) Liebesglut“ verwandelt.
Obwohl Asar nach seiner Pensionierung viel Zeit in der Türkei verbringt, zieht er gemeinsam mit seiner Frau insgesamt eine positive Bilanz: „Wir fühlen uns wohl im Ruhrgebiet“, konstatiert er, bevor er noch einige Gedichte zu Gehör bringt, die bald auch unter dem Titel „Lyrik und Hoffnung“ in Buchform erscheinen werden. Als Mevlüt Asar in einem der Texte Max Frisch zitiert, wird es einen Augenblick lang ganz still unter den rund zwanzig Besuchern der Lesung in der Gelsenkirchener Flora: „Wir haben Arbeitskräfte gerufen – und es sind Menschen gekommen.“

Ulrich Schröder

Quelle: https://www.trailer-ruhr.de/mevluet-asar-duisburg-tuerkei-ruhrgebiet

Yazma serüvenim

Benim yazma serüvenimde, değerli yazarımız Fakir Baykurt’un etkisi ve katkısı büyük rol oynamıştır. Almanya’da yaşadığı yirmi yıl boyunca onunla aynı kente yaşamak, aynı girişim ve projelerde yer almak şansına sahip olmasaydım, büyük bir olasılıkla edebiyatla ilişkim daha az olacaktı.

Fakir Hocamın,1999 yılında kansere yenik düşüp aramızdan ayrılmasından sonra ardında bıraktığı Duisburg Edebiyat Kahvesi ve öğrenci dergisi Kalem’in yönetimini hem ona gönül borcumu ödemek, hem de onun adının Duisburg’da kalıcılaşmasına bir katkıda bulmak bağlamında, üstlenmiş olmak, beni edebiyata ve yazın dünyasına daha da yakınlaştırdı. Böylece, özellikle edebiyatın iki önemli alanı olan öykü ve şiir üzerinde kuramsal olarak bilgilenmek bağlamında değil, aynı zamanda yazmak, üretmek bağlamında daha yoğunlaşmak zorunda kaldım.

Mevlüt Asar

%d blogcu bunu beğendi: